Wednesday 22 November 2006

Gerçeğin Kıyısındaki Aynalar

Bahar Öcal
İst/1999

I.ÖYKÜ
ŞEYTANCA

Babam, ağladığım için çok kızdı. Beni kolumdan yakaladığı gibi çıkışa doğru sürüklerken, bir yandan da sinir içinde söylenmeye başladı:
-“Buraya,” dedi, “Ağlayalım diye değil, gülelim diye geldik! Deli misin nesin sen? Niye ağlıyorsun?”
Bunun üzerine annem de babama kızdı.
- “Sen ne yaptığını sanıyorsun, Cevat!.. Kolu moraracak; o kadar çekiştirme çocuğu!..”
- “Şımarık!..” dedi babam.
- “Kim şımarttı?” diye sordu annem.
- “Ben değil, herhalde...” diye homurdandı babam.
- “Hah!..” dedi annem. Kavga etmeye başladılar.
Bense hala ağlıyordum.
Diyorum ki, dünyayı ben yönetsem, herşeyden önce, anneler ve babalar çocuklarına, her gün, ama her Allah’ın günü, onbeş, yok yok onbeş de yetmez, tam yirmibeş tane soru soracaklar diye emir verirdim. Ve bu sorular her gün değişecek!.. Öyle, her gün her gün aynı soruları sorup da işin içinden kolayca sıyrılmak yok!.. Ama bir de şu var tabii: Yalnızca soruların sorulması da yetmez; asıl, cevapların dinlenmesi için emir vermek gerekiyor. Ardından da, verilen cevapların kendi aralarında ve çocukla tartışılması için!.. Ve kavga etmeden tartışılması için... Kavga edenlere, TV seyretmekten men cezası!..
Bence o zaman herşey düzelirdi!
Annem soruyor:
- “N’aber Aslı, bugün okulda neler yaptın?”
Ağzımın içinden homurdanıyorum:
- “İyiyim!.. Kendi kendime prediktor testi uyguladım: Hamile kaldığımı öğrendim. Sonra gittim biraz esrar çektim. Ardından üç kişiyi öldürdüm.”
Annem mutfaktan,
- “Çok iyi!..” diyor.
Yok, ben hiçbir zaman bu kadar ileri gitmedim. Annem de hiçbir zaman o kadar ilgisiz olmadı. Ama sonuç itibariyle olanlar, bunun gibi birşeyler işte...
Hele babam... Hele babam... O daha da çok saçmalıyor:
- “N’aber fıstık?..”
- “İyiyim baba!”
- “Dersler iyi mi?..”
- “İyi baba!..”
- “Erkek arkadaşın var mı?
- “Yok baba!..”
- “Hafta sonunda balık tutmaya gidelim mi?”
- “Gidelim baba!..”
- “Küçük amcanı da alırız!”
Derin bir sessizlik!..
Benim babam, bir hafta sonu babası!.. Arkadaşlarla hep konuşuruz; dünyada birkaç çeşit baba var: Boşanmış olan ve çocuğunu hiç umursamayan baba, boşanmış hafta sonu babası, evli hafta sonu babası, hep evde olan ve herşeye karışan baba... Bunların hepsinin de kulaklıları ile kulaksızları ve dillileri ile dilsizleri var... En yaygın tür, dilsiz ve kulaksız olanlar; onu, dilli ve kulaksız olanlar izliyor. Kulaklı olup da dilsiz olanlar da sayıca az ama, hem kulaklı hem dilli olanlara çok çok az rastlanıyor.
Tabii çeşitli anne türlerimiz de mevcut: Hırslı anne, meraklı anne, endişeli anne, mutsuz anne, konkenci anne, hastalıklı anne, yorgun anne, tutucu anne, benimki gibi herşeyi doğuştan bilen ve o yüzden olacak ki yeni birşey öğrenmeye hiç gerek görmeyen anne, vesarie... Birbirlerinden bu kadar farklı olmakla birlikte istisnasız hepsi acaip fedakar olan anneler de kulak, ve dil bakımından, tıpkı babalar gibi, ayrıca çeşitleniyorlar.
Sonuç: Bunu söylediğimde kimse inanmıyor ama, annesiyle ve babasıyla iletişim kurmayı başaran pek az çocuk var!.. Yoksa ben, onüç yaşında koskocaman bir kız, bir lunapaktaki bir güldüren aynalar galerisinde, kendimi tutamayıp hem de babamın kızgın bakışları altında neden hüngür hüngür ağlayayım ki?
Lunaparka gitmek annemin, güldüren aynalar galerisine girmekse babamın fikriydi. Amaç: Beni eğlendirmek!.. Tatildeyiz ve babaannemin yazlık evindeyiz ve ben bu yıl, övünmek gibi olmasın ama her yıl olduğu gibi çok iyi bir karne getirdim; hatta bununla kalmayıp bir de takdir aldım ve buraya gelmeyi hiç istememiştim ve geldik geleli suratımdan düşen bin parça ya, işte o yüzden, herkes beni eğlendirmek için seferber...
Buraya gelmeyi hiç istememiştim. Bana soran olmamıştı ya, istemediğimi aylardır söyleyip duruyordum. Annemle babam da kafa sallayıp duruyorlardı; sanki sözlerimi dikkate alıyorlarmış gibi. Ama babam arabasını kışa girerken değil de yaza girerken değiştirmeye karar verince, tatil için ayrılan para da yeni arabaya gidince, bana danışma gereğini hiç duymadılar.
Oysa bu yaz buraya gelmeyi hiç istemiyor olmamın ciddi bir gerekçesi var... Önemli bir sorun... Sorunun kaynağı: Babamın balığa giderken bile yanımıza katmak için çırpındığı ve zaten ben, balığa çıkmak gibi, futbol maçına gitmek gibi saçma sapan işlerle pek ilgilenmediğimden genelde bana yeğlediği küçük amcam... Küçük amcam, yaz tatilinin tamamını burada, bu yazlık evde geçiriyor. Küçük amcam, geçen yazın sonlarına doğru bir gece çok sarhoş oldu. Küçük amcam çok sarhoş olunca, ötekilerin evde olmamasından istifade edip beni sıkıştırmaya ve öpmeye çalıştı. Çok korktum.
Kimseye birşey söyleyemedim. Kime ne söyleyebilirdim ki? Babaanneme söyleyemezdim; küçük amcamı o kadar çok sever, o kadar çok şımartır ki, onun böyle birşey yaptığına inanmaktansa benim yalan söylediğime inanmayı tercih ederdi. Anneme söyleyemezdim; küçük amcamdan o kadar çok nefret eder, o kadar çok nefret eder ki onu öldürmeye kalkışabilir; katil olurdu. Babama söyleyemezdim; babam zaten ortada yoktu. Hafta sonları gelip gidiyordu.
Küçük amcam ahlaksızın biri!.. Ondan nefret ediyorum. Geçen yıl daha oniki yaşındaydım ben. İnsan hiç, oniki yaşındaki yeğenine tecavüz etmeye kalkışır mı? İğrenç!.. Önce hiçbir şey anlamadım. Her zamanki şakalaşmalarından biri sandım. Küçüklüğümden beri altalta üstüste, şakacıktan dövüşürüz biz onunla. El şakaları filan yaparız. Doğruyu söylemek gerekirse, artık bundan da sıkılmıştım. Bir süredir benimle bu tür şakalar yapmasını manasız bulduğumu, yüzüne karşı açık açık söyleyemesem de, babaannemin deyişiyle ihsas ettirmeye çalışıyordum. Gerçi tam anlamıyla dürüst olmak için şunu da söylemem lazım: Küçük amcam, o alışageldiğimiz el şakalarını hem yapmasın istiyordum hem de yapsın!.. Bunun çelişkili bir durum olduğunu biliyorum. Ama şöyle düşünüyorum: Ben küçüğüm, büyük olan o!.. Ben ne yapacağımı bilemiyor olabilirim; doğru davranması gereken o!..
Annem, küçük amcamla hep “Tekne kazıntısı!..” diye alay eder. Arkasından da, yüzüne karşı da... Küçük amcam, büyük amcamdan oğlu olabilecek kadar, babamdan ise epeyce küçük... Galiba babam, küçük amcamı hem seviyor hem kıskanıyor. Kıskanıyor, çünkü büyük amcam gibi babam da hayata çok küçük yaşta atılmış; küçük amcamsa artık deve kadar olduğu halde hala okula gidiyor ve babaannemden harçlık alarak yaşıyor. Babaannem, babama diyor ki, “O olmasa ben ne yapardım? Benimle ilgilendiğiniz mi var? Her işimi o yapıyor. Doktor, alışveriş, tamirat... Hem bur’da hem öteki evde... Melek gibidir benim küçük oğlum. Laf söyletmem!..”
Böyle konuşup durduğu için artık babaannemden de nefret ediyorum.
Ne meleği!.. Denizanası gibiydi ıslak dudakları... Nefesi içki kokuyordu... Koca ellerinden biriyle başımı sıkıca tutmuştu; üstüme uzanmak üzereydi... Bacakarasına bir tekme attım... İnleyerek geri kaçtı... Oda küçücük; geri geri gidip öteki yatağa oturdu... O kıvranırken ben fırlayıp evden kaçtım... Doğruca gazinoya gittim... Koşa koşa... Annemle babaannem gazinodaydılar... Babaannem, görür görmez,
- “Sen hala uyumadın mı?” diye çıkıştı bana... “Ne diye geldin?.. Ne var?..”
Hiçbir şey söyleyemedim... Ne ona ne anneme... Annem, Şeyma Teyze’yle hararetli hararetli birşeyler konuşuyordu. Babaannem,
- “Hiç rahat yok mu senden?..” diye devam etti. Annem bunun üzerine konuşmasını kesti ve bana baktı:
- “Niye geldin?”
- “Uykum kaçtı.”
- “Süt içseydin!..”
- “İstemiyorum!”
- “Gitsin yatsın!” dedi babaannem.
- “Git yat!..” dedi annem.
- “Gitmem!..”
- “Ne oldu sana böyle? Titriyorsun...”
- “Birşey yok!..”
Annem ısrar edince kendimi tutamadım artık. Haykırarak ağlamaya başladım:
- “Benimle hiç ilgilenmiyorsunuz!” diye bağırdım, “Hiç ilgilenmiyorsunuz benimle, hiç! Yapayalnız bırakıyorsunuz beni. Korkuyorum.”
- “Nankör çocuk!..” dedi babaannem.
- “Korkuyorum!..” diye tekrarladım.
- “Korkacak ne varmış? Burası site... Burada korkacak ne varmış?” dedi babaannem, “Herkes sokaklarda... Bekçiler kol geziyor.”
“Bekçiler beni, senin sapık oğlundan koruyamaz ki!” diyemedim. Ağlamayı sürdürdüm.
Annem,
- “Yürü!..” dedi ayağa kalkarak. Herkesten özür diledi. Herkese iyi geceler diledi. Benimle eve kadar geldi. Geldi ama, “Neyin var? Niye böyle yapıyorsun?” filan diye hiç sormadı.
Herzamanki oyunumuzu oynuyorduk: Ben, tek çocuk; küçük, şımarık kızdım; o ise, herşeyi bilen anlayışlı ve fedakar anne!.. Sessizce girdik eve, sessizce soyunduk, kutu gibi odamıza sessizce girip sessizce yataklarımıza yattık. Küçük amcam ortalarda yoktu. Yine de ancak sabaha karşı, gün ağarırken dalabildim uykuya. Yastığım gözyaşlarımla sırılsıklam olmuştu.
Bizim okulda bir kız var; yaşı benden biraz büyük; adı Keriman: Öz dayısına aşık. Söylediğine göre öz dayısı da ona aşıkmış. İnanmıyorum. Ben, küçük amcama aşık filan değilim; o da bana aşık değil... Nitekim ertesi sabah, hiçbir şey olmamış gibi davrandı küçük amcam; aşık gibi değil.
“Hatırlamıyor!” diye düşündüm, “Öyle sarhoştu ki hiçbir şey hatırlamıyor.” Ama insan bundan nasıl emin olabilir? Ve daha önemlisi, küçük amcam ister hatırlıyor olsun ister hatırlamıyor, insan bunun tekrarlanmayacağından nasıl emin olabilir?
O çok bilmiş Ceyda, bu işin aşkla filan hiç ilgisinin olmadığını; öz dayısının Keriman’a düpedüz tecavüz etmiş, kızlığını bozmuş olduğunu; şimdi de canı çektiği zaman kullanmak için aşık numarası yapıyor olabileceğini; hatta kendisine kalırsa, adamın, aşık numarası yapma zahmetine filan bile katlanmadan Keriman’ı canının istediği gibi kullandığını ve elinden kendini kandırmaktan başka birşey gelmeyen Keriman’ın günün birinde bunu anlayıp intihar edebileceğini söylüyor.
Bütün bunlar gözlerinin önünde oluyor da Keriman’ın annesiyle babası hiçbir şey anlamıyorlar! Üstelik Keriman’ın babası, herşeye karışan türden; annesi ise, düpedüz tutucudur. Gel de bu işin içinden çık!.. Gel de bu büyük insanları anla!..
Ceyda diyor ki; babalar bile tecavüz edebilirmiş kızlarına.
Benim babam böyle birşey yapmaz!
Yani, herhalde yapmaz!
Yapmaz!
Küçük amcamsa...
Küçük amcamı, babaannem şımartıyor. O da her istediğini yapabileceğini sanıyor. Ama beni kullanabileceğini düşünmüş olamaz. Olamaz!.. Olamaz!.. Yalnızca, çok sarhoştu. Çok fazla sarhoştu.
Babama sordum:
- “İnsan sarhoş olunca, normal zamanlarda yapmayacağı şeyleri yapabilir mi?”
- “Niye soruyorsun?”
- “Merak ediyorum.”
- “E, olabilir!.. Yani her zaman değil... Belki çok sarhoş olursa...”
Çok sarhoştu küçük amcam.
- “Peki, sonradan yaptıklarını hiç hatırlamayabilir mi?”
- “Çok sarhoşsa bu da mümkün... Yani herhalde mümkündür.”
- “Ne manasız sorular bunlar!..” diye müdahale etti annem, “Ne o, içki içmeyi mi düşünüyorsun?”
Katıldım kaldım. Ne diye düşünecekmişim ki ben içki içmeyi? İçki içecek olsam onlara mı soracağım? Deli midir nedir?.. Bazen annemin zır deli olduğunu düşünüyorum doğrusu; düşünmek zorunda kalıyorum.
Sorun şu: Ben küçük amcamı, amcam olarak seviyorum aslında. Çok sarhoş idiyse ve ne yaptığını bilmiyor, sonradan da hatırlamıyor olabilir ise, yaptığından sorumlu tutulamaz ve ben de onu sevmeye devam edebilirim. Edebilir miyim? Eğer büyükler, çok sarhoş olunca ne yaptıklarını bilmez bir hale geliyorlarsa, o zaman neden o kadar içiyorlar? Sonunda kendini kaybedeceğini bile bile o kadar içmişse, o halde yaptığından sorumlu demektir. Bu durumda ben küçük amcamı sevmeye nasıl devam edebileceğim?
Bir sorun daha var tabii, o da, Ceyda’ya sinir olan, Ceyda’yla hemen hemen her konuda tartışan Nazlı kaynaklı bir sorun: Nazlı diyor ki, kadınlar gizliden gizliye kendilerine tecavüz edilmesini isterlermiş aslında! O yüzden cilveler filan yaparlarmış. Erkekleri tecavüze teşvik ederlermiş. Tahrik ederlermiş. Yani: Dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşinden gitmezmiş. Bunu babaannemden, annemden filan da duymuştum eskiden. Duymuştum da ne demek istediklerini anlamamıştım, ama şimdi çok iyi anlıyorum.
Dolayısıyla ikinci sorun da şu: Acaba küçük amcamı tecavüz girişiminde bulunmaya ben mi teşvik ettim? Ben mi kuyruk salladım? Ben mi tahrik ettim onu?
Ortada bir suç olduğu kesin de, suçlu kim?.. Kim sorumlu?..
Keriman’ın hayatı, dayısının davranışlarına ayarlanmış gibi... Dayısı ona iyi davrandığı zaman, Keriman mutluluktan havalara uçuyor; kötü davrandığı, yani bir takım kadınlarla çıktığı zamansa sürekli ağlıyor; adeta yıkılıyor. Ve bu iş birkaç yıldır böyle sürüp gidiyor. Keriman sırrını, sınıftaki grubumuzla paylaşmak zorunda kaldı. Uyanık Ceyda onu çok sıkıştırdı da, o yüzden... Ama Ceyda’ya bakılırsa, Keriman zaten sırrını paylaşacak insanlar arıyormuş. Bense henüz arkadaşlarıma da birşey söyleyemedim. Başından beri söylemeyi hiç düşünmedim. Ceyda tarafından teselli edilmek, Ceyda’dan akıllar almak istemiyordum. Nazlı tarafından eleştirilmek, horlanmak istemiyordum. Keriman’la aynı derdi paylaşır duruma düşmek de istemiyordum. Keriman, bizim grubun zavallısı... Kimsenin ciddiye almadığı; herkesin için için aşağılayarak acıdığı bir kız...
Ama böyle kendi kendime de, işin içinden çıkamıyorum: Küçük amcam suçlu mu? O değilse, suçlu olan ben miyim? Sarhoşken bir kere yapılan bir şey bir daha tekrarlanabilir mi? Ve bundan sonra ne olacak? Küçük amcamın suçlu olduğuna karar verir gibi olduğumda ki çoğunlukla böyle oluyor, içimden onu öldürmek geçiyor; suçun bende olduğu düşüncesi arasıra da olsa ağır bastığında, tek kurtuluş yolunun intihar etmek olduğuna karar veriyorum. Halbuki aslında ne katil olmak istiyorum ne de intihar etmek!.. Aslında ne yapacağımı bilemiyorum.
Bazen yaşadıklarımı uydurduğumu, hayal gördüğümü filan düşünmüyor da değilim. Keşke öyle olsa... Keşke uydurmuş olsam!.. Ama hayır, yüzümü sıyırarak dudaklarımı arayan o vantuz gibi yapışkan ağız, bacaklarımı sıkıştıran o koca el... O solumalar... Nasıl uydurmuş olabilirim? Ner’den uyduracağım?
Geçen yazın son günleriydi. O geceden sonra o kadar huysuzlaşmıştım ki, annem, tatilinin geriye kalan son birkaç haftasında bana, orada, babaannemin yönettiği o küçücük mekanda tahammül edemeyeceğine karar vermiş ve hemen o hafta sonunda, babamın peşine takılıp eve dönmüştük. Aslına bakılırsa bu dönüş dolayısıyla annem de, babam da memnun olmuşlardı. Babam hemen hemen her yaz olduğu gibi iki ev, iki kent arasında gidip gelmekten çoktan bıkmıştı; annemse, güya benim hatırıma, bol bol denize gireyim, açık havada koşup oynayayım diye babaannemle küçük amcama katlanmaktan. O yüzden fazla mızırdanmamışlardı. Yalnızca, böyle apartopar eve dönmemizin suçlusunun kim olduğunun altını çizecek kadar... Ki ellerinde, ilerde gerektiği zaman kullanılabilecek bir koz olsun!
Koz moz: Geri döndüğümüze asıl memnun olan bendim. Olup bitenleri unutmam mümkün olmasa da, küçük amcamdan uzaklaşmış olduğum için; hiç olmazsa yine saldıracağı korkusundan kurtulabildiğim için biraz olsun rahatlamıştım. Biraz olsun...
Okul açılıncaya kadar tek korkum Ceyda’nın başıma gelenleri anlamasıydı. Anlaması ve tıpkı Keriman’a yapmış olduğu gibi beni zorlayarak ağzımdan laf alması... Ceyda’nın ağzında bakla ıslanmaz ki! Herkese rezil olacağım diye korkuyordum.
Okul açıldığında Ceyda gelmedi. Kısa bir süre sonra hiç gelmeyeceği anlaşıldı. Annesiyle babası boşanmışlardı ve annesi Ceyda’yı alıp memleketine, İsveç’e geri dönmüştü.
Dışımdan herkesle, bütün grupla birlikte çok üzülmüş gibi yaparken, içimden “Oh, aman iyi olmuş!..” diye düşündüm, “Zaten bur’da hiç mutlu değildi!” Ruhum ferahlamıştı. O ferahlıkla kendimi derslerime verdim. Çalışırken herşeyi unutuyordum. Herşeyi... Herşeyle birlikte o ürkütücü, o can alıcı birkaç soruyu da: “Acaba küçük amcam, beni, yorganı bacaklarımın arasına sıkıştırarak kendi kendimle oynarken mi gördü? Acaba küçük amcam, beni Cihat’la dudak dudağa öpüşürken mi gördü? Acaba küçük amcam, bizi, kızlarla ayıp şeyler konuşurken mi işitti? Acaba küçük amcam bu yüzden mi tahrik oldu?”
Kış boyunca, babama rağmen küçük amcamdan uzakta kalmayı başardım. Belki küçük amcam da benden uzak durmaya çalışıyordu; bilmiyorum. Çünkü özel bir çaba sarfetmedikleri sürece bizim ailemizde insanlar, isteseler de birbirlerinden fazlaca uzak duramazlar. Anneme bakılırsa, birbirlerini çok sevdikleri için değil... Ya niçin?.. Belki de annemin hep dediği gibi, çağdaş olmayı başaramayıp kabile insanları gibi hep birarada yaşamayı yeğledikleri için... Annemin yorumu doğru mudur, yanlış mıdır; kesin olarak söyleyemem; ama, herkesin herkesi arkadan nasıl çekiştirdiğine bakılırsa, aile fertlerinin birbirlerini çok sevdiklerini söylemek de mümkün değil...
Küçük amcamdan uzak kalabildiğim için olacak, suçlunun kim olduğu konusunda zaman zaman kapıldığım kararsızlığın verdiği rahatsızlığa rağmen kış sakin geçti. Ama her kışın ardından, önce ilkbahar, sonra yaz geliyor. Yaz, eninde sonunda gelecekti. Önlem almaya çalıştım: Yazlık eve gitmek istemediğimi söyledim. Notlarıma ve alacağımı bildiğim takdire güveniyordum. Olmadı.
Aldığım yüksek notlar ve takdir, annemle babam tarafından, bu sevimsiz kasaba lunaparkındaki bu manasız güldüren aynalar galerisine sürüklenmem dışında hiçbir bir işe yaramadı.
Güldüren aynalar galerisindeki o aynalar... İğrençtiler!..
Nasıl anlatacağımı bilemiyorum: Bir tanesinin önünde durduğunuzda, size hiç benzemeyen kısacık boylu, şişman biri bakıyordu gözlerinizin içine, karşıdan. Ötekinde, çok zayıf, upuzun biri... Birinde boynunuz deve boynu gibi, diğerinde bacaklarınız leylek bacağı gibi uzuyordu. Bir diğerinde koca bir kafa, şişko bir bedenin içine gömülmüş; sanki boyun hiç yok ya da koskoca silindirimsi bir beden, ama bacak yok!.. Kimisinde kollarınız kısalıyor ve göbeğiniz şişiyor, kimisinde kollarınız uzuyor ve karnınız içe göçüyordu. Ve hepsinde yüzünüz, kendi çizgilerinden yoksun kalarak ya ezilip büzülüyor veya genişleyip şişiyordu. Kendi kendinizle gözgöze gelemiyordunuz. Zaten kendi kendinizi bulamıyordunuz ki! Hiçbir şeyiniz alışık olduğunuz yerlerinde ve alışık olduğunuz boyutlarında ve alışık olduğunuz biçimlerinde olmuyordu ve siz yürüdükçe herşey hiç durmadan değişiyordu.
Ama sorun, bu değil... Galiba anlatamıyorum. Sorun, bu görüntüler değil; bu görüntülerin insana hissettirdiği, ama bu görüntülerin ardında gizlenen birşey...
Başkaları bu galerilerde, bu aynaların karşısına geçip nasıl gülebiliyorlar, nasıl kahkahalar atabiliyorlar, kesinlikle anlamıyorum. Ben neden o kadar ağladım, onu da bilmiyorum. Bildiğim şu: Galeride, o aynaların böyle birbirini izleyecek biçimde yanyana dizilmiş olması, şeytanca birşey... Herşeyi eğip büküyorlar o aynalar. Herkesi rezil ediyorlar. Herşeyle oynuyorlar. Herşeyi ve herkesi değişken ve farklı ve çirkin ve dolayısıyla da güvenilmez bir hale getiriyorlar. Ve bu, öyle bir anlık bir süreç de değil... Kaçıp kurtulamıyorsunuz. Galeri boyunca nereye dönseniz, karşınızda, en az diğerleri kadar çirkin ve bozuk bir başka görüntü oluyor. Ve görüntüler birbirine bağlanıyorlar. Kendi yarattığınız çirkin görüntüler, birbirlerine bağlanarak çevrenizde adeta bir duvar oluştuyorlar ve sizi esir alıyorlar.
Ve siz, bu görüntüleri, başka hiçkimsenin değil ama sizin yaratmakta olduğunuzu biliyorsunuz. İzlemek zorunda kaldığınız bu çirkinliğin tek sorumlusu olduğunuzu...
Yani, güldüren aynalar galerisi, insanın güvenebileceği tek insana, kendi kendisine bile güvenemeyeceğini, güvenmemesi gerektiğini gösteriyor size. Ve tek çıkış yolunuzu da kapatıyor sanki: Çirkinliğin sorumluluğunu üstlenmek zorunda olduğunuzu anlatıyor.
Bunda gülecek ne var ki?
Sahiden... Ne var?.

II.ÖYKÜ
BİLMECE

Pislik herif!.. Eceline susamış gibiydi. Pencere ardında otururdu. Sürekli pencerenin ardındaydı ve sürekli oturuyordu. Hem yaz hem kış... Sabahtan akşama... Hortlak gibiydi: Bembeyaz bir surat ve içe göçmüş avurtlar ve torbalanmış gözaltları... Ve aynen bir hortlak gibi ya da bir kurukafa gibi habire sırıtıyordu. Hiç kalkmıyor muydu yerinden? Çişe filan gitmez miydi hiç? Yemek yemez miydi? Sokağa çıkmaz mıydı?
Pislik!.. O, orada, tam karşıdaki evin bir penceresinin ardında, sabahlardan akşamlara kadar yerinden hiç kalkmadan oturuyor ve beni gözetliyordu. Gözetlemekle kalsa, yine iyi!..
Geberdi de kurtuldum! Geçen güz, günün birinde, herhalde ben evde yokken taşınmıştı karşıdaki eve. Gelip gideni yok değildi; vardı; hem de çoktu. Ama mahalleli hiçbirini tanımıyordu; hepsi de yabancıydı. Komşulardan hiçbiri, ne onun hakkında ne geleni gideni hakkında, ağzını açıp da tek kelime etmiyor, konuşmuyordu. Dedikodu yapılıyor idiyse bile, ben duymuyordum. Bir tek, ressam olduğu söyleniyordu. Ama resim filan yaptığı yoktu. Arada bir küçük bir kamyonet evin önüne yanaşıyor ve boy boy cam bırakıp gidiyordu. Önceleri hiç anlamamıştık bu camlarla ne yaptığını. Sonradan aynacı olduğu anlaşılmıştı. Camın arka yüzünü sırlayıp ayna yapar, sonra da değişik boylarda kesermiş. “Tevekkeli değil, evin içinden tuhaf tuhaf ilaç kokuları geliyor!” diye düşünmüştüm bunu öğrenince...
Aynaları bana yollayan oydu ve aynaları bana meğer ne için yollarmış, pislik!.. Aynaları... Bir tane de değil; birbirinin peşisıra üç, beş, sonra belki onbeş, belki yirmi tane ayna... Birbirinin peşisıra önce ucuz, küçük cep aynaları, el aynaları, sonra daha büyük, daha pahalı tuvalet aynaları, en sonunda çerçeveli, şık bir duvar aynası... Herkes biliyor, herkes benimle alay ediyor gibi gelmeye başlamıştı. Aynalar, aynalar... Esrarengiz biri tarafından gönderilen esrarengiz aynalar!.. Manyak herif!.. Eşşeoğlueşek!..
Böyle bir bilmeceyi çözebilecek, böyle bir oyunu hazmedebilecek durumda mıydım ben? Liderlik, “Dikkati çekmeyeceksiniz!” diye bükmüştü kulaklarımızı; “Olay çıkartmayacaksınız! Giysileriniz, hareketleriniz ölçülü olacak! Kimseyle yakın ilişki kurmayacaksınız! Ama kitleye soğuk ve uzak da durmayacaksınız! Acaip tavırlar içine girmeyeceksiniz! Hava filan atmayacaksınız! Her hareketiniz ölçülü olacak! Öyle ki, kimse sizden kuşkulanmayacak!”
O gelene kadar, tek bir insan kuşkulanmamıştı benden. Ama o, biliyordu. Nasıl biliyordu?.. O, herşeyi biliyordu; ama ben, onun neyi ve ne kadar bildiğini bilmiyordum. O, durmadan beni gözetliyordu, ama ben, onun hakkında bilgi edinemiyordum. Durumu liderliğe bildirmeye de çekiniyordum tabii. Suçlanırım diye korkuyordum. Sorumluluklarım elimden alınır diye, ödüm bokuma karışıyordu.
Şimdi, bur’da, bu dört duvarın arasında, bizim kızlar bana diyorlar ki,
- “Aman, iyi olmuş!.. İyi etmişsin!.. N’olacak ki!.. Zaten işe yaramaz, yarım bir adammış! Kimbilir belki de döneğin biriydi! Dönen çok!..” Böyle diyorlar. Ölmüş adamın ardından, “Aynacı!..” diye diye, gülerek dudak büküyorlar.
Ziyaret günlerinde annem, karşımda sicim gibi gözyaşı döküyor: - “Ah, kızım!.. Ah, benim güzel kızım!.. Ah, benim gül yanaklım, sırma saçlım!.. Kınalı kuzum benim!.. İnsan, daha ondokuz yaşında katil olur mu? İnsan, ondokuz yaşında bir hiç uğruna katil olur mu? Ah, nasıl oldu bu iş? Ner’den buldun sen o silahı? Ah, üniversiteyi bitirecektin de telli duvaklı gelin edecektim ben seni! Ah, üniversite mezunu olacağına; ah ah, gelin olacağına katil oldun sen! Vah bana!.. Vah ki ne vah!.. Eyvah!.. Eyvah!..”
Babam ziyaretime gelmiyor.
Her görüş günü karşıma dikilen annem, ziyaretime gelmeyi reddeden babam, büyük ablam, kardeşlerim; hepsi şaşkın... Silahı ner’den bulduğumu bilemiyorlar. Adamı neden vurduğumu bilemiyorlar. Zaten onlar hiçbir şeyi bilemiyorlar. Beni de hiç tanımıyorlar. Kendimi bu kadar iyi kamufle etmiş olduğum için, kendimle iftihar etmem gerekiyor herhalde.
Silahı evde saklıyordum.
Annem, babam ve biz, beş kardeş; ölmemiş ve henüz evlenmemiş olanlar, toplam yedi kişi; ardı arkası kesilmeyen göç kervanından payımıza düşenler, yani memleketten habire kalkıp kalkıp gelen; köyleri, mezraları, evleri yakıldığı için gelen, geçim kaynakları kuruduğu için gelen, korktuğu için gelen, yitirecek hiçbir şeyi kalmadığı için gelen, hiçbir şey için değilse bir parça umut uğruna gelen, hepsi farklı farklı, ama hepsi de şaşkın, keyifsiz, zorda akrabalarla, bazen on, bazen oniki kişi; o iki gözden ibaret, derme çatma ve gecekondudan bozma apartman dairesinde, tıkış tepiş yaşamaya çalıyorduk ve ben, silahı hepsinden saklı tutmayı beceriyordum.
Babam gündüz fırın işçisi; gece işportacı; vardiya değiştiğinde gece fırın işçisi, gündüz işportacı... Boş vakit bulursa içiyor. Ne zaman uyuyor; bilmiyorum. Kardeşlerim boy boy: Kimisi gönülsüz gönülsüz okula gidiyor, kimisi çırak... Oğlanların en küçüğü, Memet Ali de başladı sigaraya. Babamın cüzdanından para çalıyor. Dayaktan ağzı burnu ha dağıldı ha dağılacak. Seyfi, bu yıl da sınıfta kalırsa evden kaçıp Almanya’ya, küçük ablamın yanına gideceğini, hatta onu da boşverip dünyayı gezeceğini söylüyor. Meral, konfeksiyonda kahır çekiyor. Muzo çoktan erkek oldu; durmadan arkadaşlarıyla dalaşıyor. Daha yaşı onaltı bile değil ama şimdiden iki vukuatı var: Adam yaralama!.. Annem, evin işine zor yetişiyor. Ailenin iftihar kaynağı: Ben!.. Küçükler kıskanıyorlar, ama büyükler, sınavı kazandığımın anlaşıldığı günden beri üstüme titriyorlar. Ben, üniversiteliyim!
Nasıl oldu; onu da bilmiyorum: Nasıl bitirdim ben o okulları, nasıl kazandım ben o sınavları? Daha ilkokuldan itibaren, hemen hemen hiçbir öğretmenden hiçbir ilgi görmeden, nasıl?.. Hatta çoğu öğretmen ve idareciler tarafından, saçım kirli olduğu ya da ter koktuğum için, üniformam lekeli ya da ütüsüz olduğu için, beslenme çantam çoğunlukla bomboş olduğu için, kitaplarımı, defterlerimi hiçbir zaman gününde alamadığım için, babamı bir kere bile okula bağış yapmaya, öğretmenlere hediye almaya ikna edemediğim için hep horlanarak, hep azarlanarak, hep aşağılanarak, nasıl?.. Üstte yok, başta yokken; ilkokulda aynı önlüğü, eteklerini uzata uzata beş yıl giyerekten; ortada ve lisede, büyük ablamın yanında çalıştığı hanımlardan birinin kızına küçük gelen kareli eteklerle ve buruşuk gömleklerle ve bez ayakkabılarla, nasıl?.. Fazladan tek bir kitap, tek bir defter, tek bir kalem, silgi, cetvel, pergel olmaksızın, nasıl?.. İstemeye istemeye verilen ve mutlaka hakkımdan azı verilen notlarla, nasıl?.. Evde de, mahallede de herkes, “Okuyacakmış da, üniversitelere gidecekmiş de!.. Kolay sanıyor bu işi salak!..” diye yüzüme sırıta sırıta bakar ve alay ederken, nasıl?.. Nasıl?.. İnadımdan herhalde... Başka nasıl olacak?..
Ne sanıyorlardı ki; üniversiteye gidiyorum diye, ondokuz yıldır, yani doğduğum günden beri bütün çektiklerimi unutuvereceğimi mi?
Ne sanıyorlardı ki; bu ülkenin üniversitelerinin bu ülkenin diğer yerlerinden, diğer kurumlarından farklı olduğunu mu, cennet gibi yerler olduğunu mu?
Ne sanıyorlardı ki?.. Üniversiteli ya da değil, hepimiz, böylesine ezilirken, böylesine çaresizken; hepimiz böylesine umutsuz, böylesine mutsuz, çamurun ve karanlığın içinde debelenip dururken, benim, gönlümü ferah tutarak okuluma gidip gelebileceğimi mi sanıyorlardı gerçekten?
Ne sanıyorlardı ki? Olup bitenlere onlar; o çaresiz, o sessiz, o aşırı uyumlu, o başlarına gelen herşeye sonuna kadar katlanan, sabırla katlanan, hep katlanan ve kendinden ve çevresindekilerden başka kimseye zararı dokunmadan katlanan, o koyun benzeri insanlar, onlar bile artık dayanamazken, benim, hem de herşeyin gerekçesini bilerek ve anlayarak, bu düzene başeğebileceğimi, bu düzenle uyum içinde yaşayabileceğimi, bu düzene teslim olacağımı mı düşünüyorlardı?
Yok, yok!.. Düşünmemişlerdir. Onlar, hiçbir şey düşünmezler. Düşünecek ne halleri vardır ne de vakitleri... Onlar, bilinçsizdirler. Onlar, güdülen koyun gibidirler, derya içinde olup deryayı bilmeyen balık gibidirler onlar ve akrep... Belki yalnızca umudediyorlardı. Amaçları hiçbir zaman bu kahrolası düzene başkaldırmak olmadığı için; aslında düzenin kendilerini de benimsemesi, kendilerini de içine alması dışında bir istekleri olmadığı için, içlerinden birinin böyle bir şans yakalamasıyla, hepsi için umudun kapısı aralanmıştı, besbelli. Az şey mi: Sınavlar kazanıp üniversiteye giren bir kız çocuk!..
- “Kendini kurtarsın, bana yeter!” diyordu babam iki küfür arasında peltek peltek.
Annem, kuru toprağı andıran çizgilerle bezeli yüzünü ıslatan mutluluk gözyaşlarını, kenarları tiftik tiftik olmuş başörtüsünün ucuyla siliyordu:
- “Üniversite sınavını kazanmışsın! Kağıt geldi!”
- “Patronun oğlu bile kazanamadı!.. Dökülen onca paraya rağmen... Kurslara, özel öğretmenlere rağmen... Kazanamadı işte!.. Kim kazandı? Benim kızım!..” diye şişiniyordu babam.
Büyük ablam,
- “Temizliğe giderim, alemin boklu donunu yıkarım, tırnaklarımla yeri kazırım, ne yapar yapar yine karşılarım masraflarını, sen yalnızca oku!..” diye haykırıyordu.
Babam,
- “Ne münasebet!.. Ben, kendi çocuğumu kendim okutamaz mıyım!” diye feryat ediyordu.
Annem içini çekiyordu.
Benim gönlümse yalnızca parti toplantılarında ferahlıyordu. Parti toplantılarında,
-“Bu düzen yıkılacak!” diyorlar hep liderlerimiz. Biz liderlerimize inanıyoruz; biz liderliğimize güveniyoruz. Bu düzen; bu çarpık, bu korkunç, bu aşağılık düzen, bizim sayemizde ve silahlı mücadeleyle çabucak yıkılacak ve yerine yepyeni ve gerçekten adil bir düzen kurulacak! Kurulacak, başka çaresi yok!.. Kurulacak!.. Adım gibi biliyorum. Bütün kalbimle inanıyorum. İşin korkunç tarafı, benim buna bir katkım olamayacak. Neden?.. Hep o pislik herif yüzünden!.. Hep onun yüzünden!.. Onun!.. O hortlak kılıklı alçak ve aynaları yüzünden... Birbirinin peşisıra eve gelen o aynalar...
- “Sana bir paket geldi!” demişti annem.
- “Nedir acaba?”
- “Bir ayna!..”
- “Ayna mı?..”
- “Evet!.. El aynası...”
- “Kim yollamış?”
- “Bilmem!..”
- “Kimin yolladığı belli değil mi?”
- “Bilmiyorum. Nah, işte paket or’da duruyor. Sen bir bak!..”
Okuma yazma bilmez benim annem, ama belli ki bilenlere okutmuştu paketin üstünde yazılı olanları. Gönderenin adı yoktu gerçekten. Paketin içinde, sırtı kırmızı plastik kaplı bir el aynası vardı. Annem manalı manalı gülümsüyordu.
- “Niye gülüyorsun?”
- “Hiç!..”
- “Anne!..”
- “Bizim oralarda sevdalılar yollar aynayı. Bir sevdalın var herhalde.”
- “Aman anne!..”
- “Ne?..”
- “Sevdalım filan yok benim!”
- “Sen bilmeyebilirsin.”
- “Ben bilmiyorsam kim bilecek?”
- “O kendini belli eder.”
Halbuki kimse kendini belli etmeyecekti. Ama ben her gelen aynayı kaldırıp attıkça, ardından yenileri gelecekti.
Bunu kendi kendime itiraf etmem bile zor olsa da, zaman zaman, hiç değilse kısacık kimi anlarda hiç umutlanmadığımı söyleyemem: “Sakın Hüseyin olmasın bana bu aynaları yollayan!” diye. Ama o an parçacıkları içinde bile, bir yanım umutlanırken öbür yanım biliyordu ki Hüseyin böyle şeyler yapmaz! Hüseyin’in tek derdi, sömürülen halkların kurtarılmasıdır; kadınla kızla ilgilenmez o. Hüseyin için bütün kızlar, kadınlar ya bacı ya ana... Yani bizim kızlar, bizim kadınlar... Zaten Hüseyin için kitleler vardır, sınıflar vardır; bireyler yok!..
Hüseyin olmasa ben yine de bu örgüte girer miydim, diye sormamış da değilim bazen kendi kendime. Girerdim herhalde... Çünkü yalnız bedenim değil ki içinden gelen, içinin dayattığı isteklerle katılmış, çıkış yolu arayan; aynı zamanda aklım. Yalnızca bir bakış, bir gülümseme değil ki benim yüreğimi hoplatan; aynı zamanda insanca yaşama umudu. Hüseyin sayesinde ikisi üstüste geldi, çakıştı, örtüştü. O kadar!..
Ve bundan böyle ne Hüseyin ne umut!..
Babam hiç gelmedi ziyaretime. Hiç gelmedi. Adımı bile duymak istemiyormuş.
-”Benim için, ağ’beysi gibi o da öldü!” diyormuş.
Eve paket içinde gelmeye başlayan aynalarla karşı pencerenin ardındaki hortlak arasındaki bağlantıyı ne zaman kurdum ki ben? Onun ressam değil de aynacı olduğunu duyduğum zaman mı?
Aslına bakılırsa, başlangıçta, polis ya da en azından polis ajanı olduğunu düşünmüştüm ben, herifin. Beni gözetlemek için görevlendirilmiş bir polis ajanı... Sonradan peşini bıraktığım bu fikir, demek ki beynimin içinde bir yerlere kazınmış.
Hortlak, camın ardından beni gözlüyordu. Aynalar, artarda gelmeye devam ediyordu. Ben, giderek sinirleniyordum. Silah, evin yan duvarında, şehit düşmüş olan ağabeyimin, bir vakitler yavuklusuyla haberleşmek için kullanmış olduğu ve benden başka kimsenin bilmediği oynak tuğlanın ardındaki oyukta duruyordu.
“Sevgili kızım, sana gönderdiğim aynalarda güzel yüzüne bir bak, kendini tanı! Tanı kendini! Sen silahla külahla iş bitirecek biri değilsin!” diye yazmış küçük deftere. “Sana aynaları bunun için yolluyorum. Kendi yüzüne bakasın, kendi kendini tanıyasın diye... Bak yüzüne, iyice bak ve gör! Senin o güzel, o temiz, senin o saf yüzünle seni yönetenlerin yüzü arasında bir benzerlik var mı?” diye yazmış. “Sana mektup yollamıyorum. Seni yönlendirmek istemiyorum. Kafanı bir de ben karıştırayım istemiyorum. Sana ayna yolluyorum ki gerçekleri kendi yüzünde keşfedesin! Sen keşfedesin!” demiş. Pislik diyorum ya; pislik, pislik!.. Aşağılık herif!.. Adi!..
Haberi geldi: Liderliğe danışmadan iş yaptım diye kızacaklar sanıyordum; kızmamışlar. Hatta, “Aferin!..” demişler. “Cesaretini kanıtladı!” demişler. “Deşifre oldum diye korkmasın!” diye tembih etmişler. “Çıkınca yeri hazır!.. Üçlü timlerden birinde çalışacak!” diye de eklemişler.
Cesaret... İyi de, bunun cesaretle ne ilgisi var?.. Silahı yerinden aldım, karşıya geçerken torbasından çıkarttım; bir gece önce yağını silip temizlemiş, içine kurşun doldurmuştum; parmağımı zile uzatırken baktım ki kapı aralık; kolayca itip içeri girdim. O, pencerenin yanındaydı. Sesi duymuş başını benden yana çevirmişti. Hala gülümsüyordu. Ben, dişlerimi sıktım. Eğitim sırasında öğretilenleri hatırlamaya çalışarak silahı suratına doğru tuttum ve tetiği çektim. Hepsi bir an içinde oldu bitti. Patlama sesi... Namlunun alevi... Göremediğim bir kurşun o sırıtkan suratı paramparça ederken kan fışkırdı ve et parçaları ve kemik kırıntıları ve galiba beyin dokuları dört bir yana dağıldı. Beden, öne doğru düştü. Tekerlekli iskemleden, öne doğru... Yere düştü. Tekerlekli iskemlesinde öyle savunmasızdı ki!.. Hangi cesaret?..
Deftere, “Düzene başkaldırdığını düşünüyorsun, değil mi? Yalan!.. Düşman saydıkların gibi seni de bu düzen üretiyor. Düşman saydıkların gibi senin eline de tabancayı bu düzen veriyor. Düşman saydıkların gibi seni de katil edecek olan yine bu düzen!.. Bu aşağılık, bu lanetli düzen!.. Sen de bu düzenin bir parçasısın, ben de bu düzenin bir parçasıyım. Ve kanlı ellerle yeni düzenler kurulamıyor. Kurulabileceğini söyleyenler, yalan söylüyorlar! Bu, düzene başkaldırmak değil; bu, düzen daha da sertleşerek sürsün, ama mutlaka sürsün diye yaratılan bahanenin nesnesi olmak!.. Hayır yavrum, düzen böyle değişmiyor. Hiç değilse, böyle, senin istediğin gibi değişmiyor. Böyle değiştiğinde, yeni düzen eskisinden de beter oluyor!” diye yazmış.
Annem ağlıyor:
- “Bir ermişmiş vurduğun adam; melekmiş. Herkes öyle diyor. Herkes öve öve bir hal oluyor.”
Şehit ağabeyimin dul karısı,
- “Eski tüfeklerdenmiş; yıllardır hapisteymiş. Görmediği işkence kalmamış, çünkü konuşmamış. Kimseyi ele vermemiş,”diye anlatıyor.
Aynacının siyasetinden biri de, daha dün, şöyle dedi:
- “Ressammış; bu kadar mutsuzluğun olduğu bir ortamda insan resim yapamıyor diye bırakmış; el emeği aynalar üretmeye başlamış.”
Koğuşta bizim kızlar,
- “Kimbilir belki de dönmüştür. Dönen çok bugünlerde!.. Boşver!..” diyorlar.
Aynaları bilmiyorlar.
Adamın beni rahatsız edecek birşey yapmış olduğunu sanıyorlar.
Defteri de bilmiyorlar.
“Kızım olacak yaştasın!” demiş defterde, “Seziyorum, hissediyorum ki bir örgütün içindesin. O örgütleri bilirim, çocuğum. Uzak dur!.. Götür, tabancayı geri ver!.. Sana yalvarıyorum.”
Elinin altında bir yerde duruyor olmalıydı ki, bedeni yere yığılırken defter de fırladı geldi, ayaklarımın dibine serildi. Umursamazca çömeldim, tabancayı yere bırakıp defteri aldım elime. Kan, yalnızca kapağına bulaşmıştı. Elimle kapağı temizlemeye çalışarak içini açtım: Yalnızca birkaç sayfası doluydu. Çabucak göz gezdirdim. Hiçbir şey anlamamıştım. Bir hamlede çekip koparttım bütün sayfalarını. Elimde buruşturdum. Elime kan bulaşmıştı. Kanla ıslanan kağıtlar küçücük bir top oldular avcumun içinde. Dışarıda duyduğum haykırışların, koşan ayak seslerinin eve iyice yaklaştığını kavradığımda fırlatıp attım elimden bu kanlı topu. Meğer zihnime kazılmış bütün yazılar. Şimdi, burada, tutukevinin bu kalabalık koğuşunda satır satır hatırlıyorum hepsini.
Bana hitaben yazıp da göndermediği kısacık bir mektup ve aynalarla ilgili bir-iki not...
“Ayna varken ve aynanın sırı, resim yapmaya ne hacet?..” diye yazmış. “Sanatçının işi nedir ki: Gerçeği olduğu gibi, bozmadan yansıtmak değil mi? Ve ayna, bu işlevi bütünüyle yerine getirmiyor mu?” diye yazmış notlarında.
“Ayna sırının sırrı...! diye yazmış, “Çözülmeden, sanat hakkında konuşulabilir mi?”
Ne demek istediğini anlayamıyorum.
“Cisim gerçekse görüntü zahiri, görüntü gerçekse cisim zahiri!.. Peki, ya zahiri olan gerçek, gerçek olansa zahiri gibi geliyorsa insana?.. Ya zahiri olanı gerçek gibi değerlendiriyorsa insan ve gerçeği zahiri olarak?..” diye de yazmış.
Hiç anlayamıyorum ne demek istediğini.
“İnsan, aynaya baktığında kendisini hem içten hem dıştan algılamış olmuyor mu? Ve insanın kendisini hem içten hem dıştan algılamasıyla, çizgisellik aşılıp bütünselliğe varılmıyor mu?” diye not düşmüş bir yere.
Anlamıyorum.
“İnsan, aynayı ne zaman aşacak?” diye not düşmüş bir başka yere de.
Hiç anlamıyorum. Hiç anlayamayacağım.
Pislik herif!..
Onun gönderdiği aynalara hiç bakmadım ben. Bugün ise, tutukevinin helasında, lavabonun üstüne asılmış olan sırı paslı aynaya bakmaya bile korkuyorum.
Korkuyorum: Çünkü orada, çok da iyi tanımadığımı yeni yeni kavramaya başladığım kendi yüzüm yerine bir katilin yüzünü görebileceğimi düşünüyorum.
Halbuki ben, katil değil, kahraman olmak istiyorum.
Kahraman!..

III.ÖYKÜ
BENİM ADIM NERGİZ

- “Alis, harikalar diyarında!.. Yok yok!.. Alis, aynanın içinde!..” dedi biri.
Öteki güldü:
- “Bence durum daha da vahim: Dişi Narkisoss, durgun sudaki aksiyle aşk yaşıyor!”
Benden bahsediyorlardı.
Giyinme odamda, annemciğimin ısrarı üstüne babişkomun bulup getirdiği ve parasını cebinden ödediği elektrikçinin yardımıyla çevresine spotlar yerleştirilmiş olan aynanın karşısındaydım. Menekşe rengi gözbebeklerime ışıltılı gölgeler katan kömür karası, uzun ve gür kirpiklerimin ucunda elmassı pırıltılar... Birkaç damla gözyaşı, yanaklarımın, annemciğim tarafından “Çin porseleni” olarak tanımlanan gergin ve hemen hemen saydam cildi üstünden aşağıya doğru nazlı nazlı süzülüyor: Sevgili annemle bir tanecik babam o feci kazada öldüklerinden beri ilk kez ağlıyordum.
Gözbebeklerim: Menevişli, ebrulanan, kadifemsi mor menekşeler... Burnum, kulaklarım ve çenem: Usta bir heykeltraş tarafından; ama, mermerin o soğuk olsa da doğanın bir ürünü olmasından kaynaklanan nefes alır verir hali, insan düşüncesinin ve insan emeğinin ürünü ince porselenin zerafeti katılarak işlenmiş de öyle can verilmiş gibi... Ağzım: Bir bakara gülünün, hayır hayır, muhtemelen paha biçilemez bir orkidenin goncası... Kaşlarım: Birbirinin tıpatıp aynısı; yine kömür karası kusursuz iki hat ki hattatların en ustasının elinden çıkmış... Ama saçlarım: Kirpiklerimle kaşlarımın karalığına inat, rüzgarda salınan bir kucak buğday başağı...
Alis!.. Ya da durgun sudaki aksiyle aşk yapan Narkisoss!.. Benim adım Nergiz!.. Ne demek istiyorlardı?
Onları duyduğumu bilmiyorlar mıydı? Bildikleri halde aldırmıyorlar mıydı? Neden bu kadar... Bu kadar acımasızdılar? Hem onlar kim oluyorlardı?
Gözlerimi aynadan alamıyordum.
- “Ağlamak bile sana yakışır, bir tanem!” derdi annemciğim. Ağlamak bana yakışıyordu.
- “Yalnızca güzellik değil, aynı zamanda zerafet!..” diyordu babişkom, birilerine beni anlatırken. İşte ayna; onu doğruluyordu: Bir elim, kuğularınkini andıran ve tıpkı kuğularınki gibi bir yana doğru hafifçe dönmüş olan ince uzun boynumun çevresinde; öteki, yoldaşına destek olmak ister gibi onu bileğinden kavramış... İnce uzun parmaklar, kendiliğinden pespembe ve sedefimsi tırnaklar; cildin yumuşaklığı ve dokunuşun belli belirsiz kadifemsi lezzeti uzaktan bile belli... Gözlerimden biteviye akan yaşlarla, gerçekten çok zarif, olağandışı, masalsı bir görüntü veriyordum.
- “Ve akıl!..” diye ekliyordu annem. O dedikoducu canavarların sandığı gibi aptal değilim ben.
- “Güzellik, Allah’ın şanslı kullarına bahşettiği bir lütuf!.. İnsan güzel doğabilir ama, aklını kullanamazsa, yani kendisine bakmayı beceremezse güzel kalması mümkün değildir!” Annemciğimin sözleri... “Sen, aklını kullanarak güzelliğini koruyan ve sonsuza kadar koruyacak olan nadide insanlardan biri olacaksın!”
Babişkom atılıyordu:
- “Bir de iyi kalplilik!.. İnsan, eğer iyi kalpli değilse, tam anlamıyla güzel olamaz! Ama sen dünyanın en iyi kalpli bebişisin! Onun için de dünyanın en güzel kızısın!”
Hem güzel hem akıllı hem iyi kalpli... Biricik kızları için daha azına razı olmaları sözkonusu değildi elbet!
Evet, aynada gördüğüm o menekşe gözlü kız, hem güzeldi hem akıllıydı hem iyi kalpliydi. Ve eğer böyle bir ilişki aşk olarak tanımlanabilirse, kendime o gün aşık olmuş olmalıyım. Yani o gün arkamdan dedikodu yapanlar yanılıyorlardı: Daha önce değil... Daha önce aklıma bile gelmemişti Narkissos gibi kendime, kendi aksime aşık olabileceğim. Ama o gün... Onların o acımasız, o çirkin yorumlarını duyduğum ve yalnızlığımı hatırlayarak ağladığım ve ağlarken aynada kendimi izlediğim gün... Ağlarken bile güzel olduğumu, burnumun ucu kızardığında bile başkaları gibi palyaçolara benzemediğimi, yine de güzel olduğumu kavradığım gün...
Ben, bana bakıyordum. Ben, güzel, zarif, erişilmez, çaresiz bir görüntüye bakıyordum. Aşık olduğum kimdi? Ben miydim, yoksa aynadaki aksim miydi? Ben ve aynadaki aksim tek bir varlık mıydık? Güzelim dudaklarımı büzerek aynaya dokunduğumda, öpmeye, öperek ulaşmaya çalıştığım ben miydim, yoksa yalnızlığımı giderecek olan bir başkası mı?
Çok yalnızdım. Annemciğimle babişkom öldüğünden beri... Yapayalnız... Yapayalnız bırakıp gitmişlerdi beni. Bu yaşta!.. Başkaları ne derlerse desinler, daha yirmiyi yeni geçtim sayılır. Annemciğimle babişkom ise çok yaşlıydılar. Geç evlenmişlerdi. Beni, biricik yavrularını, yıllarca uğraşarak, binbir eziyete katlanarak dünyaya getirmişlerdi. Ben doğduktan sonra, ikisi de hayatlarını bana adamışlardı. Güzellik yarışmasını onlar ölmeden kazanmış olduğum için dua ediyorum. Televizyonda sabah programlarının sunuculuğunu yapmaya, onlar ölmeden önce başlamış olduğum için çok seviniyorum. Hiç olmazsa bu kadarcığını görebildiler.
Görmek istemeseler de gördüler.
Annemciğimle babişkoya kalsa, onlar beni, kadifelerle, ipeklerle, atlaslarla ve mücevherlerle donatıp camdan bir kavanozun içinde, evin en güzel köşesinde saklamak isterlerdi. Yarışmaya katılmak için başvurduğumu öğrendiklerinde bir kalp krizi geçirmedikleri kalmıştı. İkisinin tansiyonu da günlerce düşmemişti.
Televizyon şirketinden gelen teklifi kabul ettiğimi öğrendiklerindeyse, az kalsın ikisine de inme inecekti.
Ama işte: Bir trafik kazasında ikisi birden öldüler. Beni yapayalnız, birbaşıma, kimsesiz koyup gittiler.
Yapayalnız yaşanmıyor.
-”Güzelliğini ve sahip olduğun imkanları ve daha bu yaşta kazandığın başarıyı çekemiyorlar!” derdi annem sağ olsa.
- “Güzelliğin ve sahip olduğun imkanlar ve daha bu yaşta kazandığın başarı, bir sürü kazanovayı çevrene toplayacaktır; dikkatli ol!” demişti babam sağlığında.
Gerçekten de onlar öldüğünden beri çevremde yalnızca iki tür insan var: Benden nefret edenler ve kazanovalar. Tanıştığım erkeklerin çoğu kazanova... Ve annemle babam öldüğünden beri gerçekten de hepsi peşime düşmüş gibi... Yaşlısı genci, güzeli çirkini, zengini yoksulu, ciddisi soytarısı... Hepsi...
Kazanovaların hiç bir önemi yok!.. Önemli olan ötekiler... Yani benden nefret edenler!.. Kazanovalarla oynuyorum, alay ediyorum onlarla, kullanıyorum onları. Ama benden nefret edenlere ne yapabileceğimi bilmiyorum. Zaten benden nasıl nefret edebildiklerini de anlamıyorum. Hem niye?.. Ve onları nasıl etkileyebileceğimi hiç düşünemiyorum.
Yalnızlık...
Eko, sayılmazdı.
- “Zavallı Ekrem!.. Ne buluyor bu cadaloz karıda, anlamıyorum!” dedi biri.
- “Gönül bu: Ota da konar boka da!..” dedi öteki.
- “Peşinden ayrılmıyor. Hep onu düşünüyor. Yemeden içmeden kesildi. Aklını oynatacak diye korkuyorum.”
- “Yok canım!.. O kadar da değil!..”
- “O kadar!..”
- “Ekrem?!.”
- “Evet!..”
- “Yahu, Ekrem çocuk mu? Bu kızın ne kadar sığ olduğunu görmüyor mu?”
- “Görmüyor! Görse de aldırmıyor. Kıza toz kondurmuyor.”
- “Hayret!..”
Sığmışım! Terbiyesizler!.. Öküzler!.. İtoğlu itler!.. Sığ olan ben değildim, Eko’ydu; onların o kıymetli arkadaşları: Ekrem. Eko’nun herhangi bir kazanovadan ne farkı vardı ki? Ağzı açık bir ayran budalası daha!.. O kadar!.. Haline, düşkünlüğüne, çirkinliğine ve yaşına başına bakmadan benimle ilgili düşler kurmaya cesaret eden bir budala!.. Onu öteki kazanovalardan ayıran tek şey, şansıydı şansı. Benimle aynı televizyonda çalışıyor olmasını sağlayan şansı... Benimle aynı televizyonda çalışıyordu ama, ben, dört saatlik sabah programını canlı olarak sunuyordum; o ise, dış haberlerde çalışan sıradan, isimsiz bir çevirmendi. Beni bu ülkede, hatta belki de Avrupa’da, Türki cumhuriyetlerde filan tanımayan yoktu; onu ise tanıyan!..
Stüdyoya ilk aynayı da o gün, ayna karşısında ağladığım ve ağlarken bile dayanılmayacak kadar güzel olduğumu gördüğüm gün koydurdum. Tek bir aynanın yetmeyeceği hemen anlaşıldı tabii; tek bir aynayla kendimi bütünüyle göremiyordum ki. Birkaç gün sonra ikinci aynayı da istedim. Kimseye bir zararı yoktu aynalarımın. Kameraman ile ışıkçı, aynalarımın açıları daralttıklarını, yansıma yaptıklarını ve ışık dengesini bozduklarını söyleyerek homurdandılar gerçi, ama kimse aldırmadı onlara. Ve ben iki aynanın da yetmediğini farkettiğimden ardı geldi. Bir sürü ayna: Üçüncü ve dördüncü ve beşinci...
Yönetmen olacak orospu,
- “Neden herkes gibi monitörle yetinmiyorsun?” diye sordu. Omuzlarımı silktim. Monitörün aynaya göre tek üstünlüğü, insana kendi kendisini her açıdan; önden olduğu kadar iki yandan ve arkadan, hatta tepeden ve alttan da izleme şansını vermesi... Buna karşılık, yayın sırasında insanın gözleri monitöre kayınca, ekrana çok çirkin bir görüntü yansıyor. Haber sunucularının haline çok gülüyorum. Bazı cümleler biter bitmez hooop, gözler yana kayıyor: Belli ki monitör orada. Ne olacak: Haberin görüntüsü girmeden önce bir-iki saniye kendilerini görecekler! Görüntü bittiğinde bakıyorsun, gözler o noktaya çıkılmış kalmış! Sunucunun zeka düzeyi, gözlerini monitörden, yani kendi kendisinden alması ile kameraya bakarak bir sonraki haberi okumaya başlaması arasında geçen süreyle pekala ölçülebilir! Ama zeka düzeyleri ne olursa olsun, kadını, erkeği, hepsi, bir -iki saniyelik o küçücük mutluluk anları, kendi kendilerini canlı yayında görebildikleri o kısacık anlar uğruna neredeyse şaşı olacaklar. Ve yine zeka düzeyleri ne olursa olsun hepsinin, bu çabalar yüzünden aptal görünmesi de cabası!.. Hem zaten stüdyoda sunucunun görüş alanı içinde yalnızca tek bir monitör oluyor. Halbuki hangi yöne dönersen dön bir ayna olacak ki karşında, kendini doğru dürüst izleyebilesin. Canlı yayın bu... Hata kaldırmaz!
Yönetmene,
- “Canlı yayın bu!.. Hata kaldırmaz!” dedim ciddi ciddi. İçimden kahkahalar atarak, böyle söyledim. Halbuki canlı yayın umurumda bile değildi. Ben kendimi görmek istiyordum. Daha doğrusu, benim kadar güzel olan ve beni gerçekten seven yegane varlığı: Aynadaki aksimi. Kendimle birlikte olmak istiyordum ben, yani aynadaki aksimle; aynadaki ikizimle. Yalnızlığımı paylaşan bir o var çünkü... Hayır hayır, yalnızlığımı paylaşmıyor; daha da iyisini yapıyor. Aynadaki o güzel varlık, çekiciliği tartışma götürmeyen o sevgili ikizim, beni yalnızlıktan kurtarıyor. Bazen ben mi oyum, o mu ben, karıştırıyorum. Çünkü ne yalan söyleyeyim, bazen kendimi yapmamam gereken şeyleri yaparken, düşünmemem gereken şeyleri düşünürken yakalıyorum. Aynaya baktığımda, onun, bunları asla yapamayacağını ve asla yapmamış olduğunu düşünüyorum. Onun bir melek olduğunu, asla küfür etmediğini, kimseye kötülük etmediğini, yalan söylemediğini biliyorum. O zaman kendi kendime, “Ne farkeder?” diyorum. “Ben oyum, o da ben... O halde aynanın çerçevesi içinde onun gelmesini bekleyen benim; bana ulaşabilmek için elinden geleni yapansa o. Ve biliyorum; ben onu ne kadar seviyorsam o da beni o kadar seviyor.”
Evde, arabada, giyinme odasında olduğu kadar yayın sırasında da çevremi sarmasını sağladığım aynalar sayesinde her gittiğim yere taşıdığım ikizime tapıyordum artık. Ama bir sorun vardı. İkizimle ben, aramızda belli bir mesafeyi muhafaza etmek zorundaydık hep. Kavuşmamız, birbirimizi kucaklamamız, birbirimizi okşamamız mümkün olmuyordu. İkizimi uzaktan sevmek zorunda kalıyordum. Ve o da beni... Aşkımız, platonik bir aşk olmaya mahkum gibiydi. Ne yazık, kavuşma olmayınca, ama sevgili de hep gözönünde bulununca aşk dayanılmaz, çıldırtıcı bir hal alıyor. Aşkımdan sararıp solmaya başlamıştım. Bütün bedenim bir nabız gibi, gergin, atıyordu. Meme başlarım sürekli dimdik; bacaklarımın arası sürekli ıslak... Ekstazi hapları yetmez olmuştu.
Eko’ya dedim ki:
- “Bana daha etkili birşey lazım, Eko!”
Ağlarcasına baktı yüzüme:
- “Ne istiyorsun?”
- “Kokaine ne dersin?”
Ekstaziyi bana ilk kez, ısrarla davet edildiğim ve şereflendirdiğimde kraliçeler gibi ağırlandığım gece kulüplerinden birinde ikram etmişlerdi. Kim ya da kimler: Hatırlamıyorum. Hepsi hepsi tek bir hap... Ama hayatımda o kadar eğlendiğim bir gün olmamıştı. O zaman annemciğimle babişkom daha sağdılar. Tabii onlara söylememiştim mutluluk hapının tadına baktığımı. Onlar, ihtiyar ve ciddi iki insandılar. Onlar için mutluluk, benim varlığımla başlayan ve benim varlığımla biten bir kavramdı. Onlara bakılırsa, benim de kendi kendimle yetinmem, kendi kendimle mutlu olmam gerekiyordu. Üstelik bu mutluluğu hakketmek için de, kendi kendime ilişkin sorumluluklarımı yerine getirmem şarttı. Kendime ilişkin sorumluluklarımı unutmamı affedemezlerdi. Sonra beni sevmezlerdi. Onlar: Annemle babam!.. Ben de bir tek hapla mutluluğu bulduğumu onlara söylememiştim işte.
Sonra Eko yetişmişti imdadıma. Her gittiğim yerde insanlara ekstazi soracak değildim ya! Eczanelerde filan da satılmıyordu meret! Oysa canım nasıl çekiyordu! Acılar içindeydim. Annemciğimle babişkom beni yalnız bırakıp gitmişlerdi. Ekstazi sayıklıyordum. Çünkü, yine mutlu olabileceğimi kendime kanıtlamak istiyordum. Eskisi gibi gülüp söyleyebileceğimi... Eskisi gibi, çevremde örülü olan koruyucu kozanın içinde her gün daha da, daha daha da güzelleşerek sonsuza kadar mutlu yaşayabileceğimi kanıtlamak...
Salya sümük çevremde dolanıp duran ve bana hizmet etmesine izin vermem için yalvarıp duran Eko’nun, ne yapıp yapıp ekstazi bulabileceğini akıl ettiğim an, şansımın yine yüzüme gülmeye başladığını düşündüm. Annemciğim derdi ki, “Güzel insanlar aynı zamanda şanslı insanlardır. Onları koruyan, saran bir güç var gibidir.”
Ama o güç, onların sıradan bir trafik kazasında ölüp beni yapayalnız bırakmalarını engellemeye yetmemişti.
- “Yapma Nergiz, lütfen!..”
- “İstiyorum Eko. Sen olmazsa bir başkası... Mutlaka istiyorum. Hem de bir tane, birkaç tane filan değil... Bir kutu dolusu...”
İçini çekmişti Eko; ertesi sabah kutuyu getirip giyinme odamdaki aynanın önüne koymuştu. Koca bir kutu dolusu mutluluk!.. “Oh!..” demiştim. Ne var ki ilk kutu bile çabucak bitmişti. İkinci, üçüncü kutularsa daha da çabuk... Kısa sürede, ekstazi artık hiçbir şekilde bana yetmez olmuştu.
- “Kokain insanı öldürür Nergiz.”
- “Hayır Eko, sen hiçbir şey bilmiyorsun; insanı öldüren, eroin... Kokainin hiç zararı yok!.. Herkes kullanıyor.”
Ben kokaine başladıktan kısa bir süre sonra Eko’nun eroine başlayacağını ner’den bilebilirdim ki?
Yatakta çırılçıplakmış.
Adımı sayıklayarak ölmüş Eko.
Herkes çok şaşırmış aşırı dozdan öldüğü anlaşılınca.
- “Müptela olamaz!” dedi biri.
- “Olamaz tabii.. Tek bir iğne deliği varmış kolunda,” dedi öteki.
- “İntihar etti!”
- “Hep o narsist orospu yüzünden...”
- “İntihar edecek adam da değildi.”
- “Değildi!”
- “Belki de kazadır!”
- “Aptal hiç değildi!”
Aptaldı aptal!.. Aptal Eko!..
Ona güvenilemeyeceğini biliyordum zaten. Kokain getirmeye başladığından beri her gün sızlanır olmuştu. Bulunmuyormuş. Çok tehlikeliymiş. Çok pahalıymış.
- “Mesele paraysa, parasını veririm Eko!” dedim.
- “Mesele tehlikeyse, tanıştır beni o insanlarla, sen aradan çekil!” dedim.
Babişkom, “Erkeklere, o ahlaksız kazanovalara sakın güvenme canımın içi! Onlar, senin gibi cici kızları kullanıp kullanıp bir kenara atmak dışında birşeye yormazlar kafalarını. Ben de erkeğim, çok iyi bilirim,” demez miydi!
Beni kovmaya nasıl cesaret ettiklerini anlayamıyorum.
- “Bu ne cüret?..” diye sordum genel müdüre.
- “Haydi kızım, haydi; topla pılını pırtını, aynalarını filan, yallah!..”
Bana dedi.
- “Bu ne cüret?..” diye sordum tekrar.
- “Dışarı!..”
- “Pişman olacaksınız! İnsanlar ayaklanacaklar! Kapıya gelip beni soracaklar! Kapı pencere, ne varsa yıkacaklar!”
Güldü. Hem de kahkahalarla güldü.
- “Ekrem intihar ettiyse bundan bana ne?” dedim.
- “Ne Ekrem’i?.. Ekrem kim?..” diye sordu kahkaha atmayı bırakıp hayretler içinde yüzüme bakarak.
- “Eko... Hani haber servisinde çalışıyordu; çevirmen... Eroin almış ya... Öldü! Benim yüzündenmiş diye dedikodu çıkarttılar!” dedim.
- “Eko meko tanımam ben,” dedi.
- “O zaman niye?..”
O zaman niye kovuyordu beni?
Set amiri,
- “Aynalarını evine mi yollayalım?” diye sordu.
- “Siktir!..” dedim. Annem, “Ağzına biber sürerim senin!” dedi parmağını uzaktan bana doğru sallayarak. “Küfür eden ben değilim annemciğim, öteki, yani ikizim... Ben iyiyim, o kötü” dedim; “Ama kötü bile olsa, ben yine de aşığım ona!” diye eklemeye gerek görmedim.
-”Sen siktir ‘lan! Ne sanıyorsun sen kendini!” diye bağırdı arkamdan set amiri. Dönüp arkama bakmadım. Orospu çocuğu!.. Evde ayna mı yok?.. Yatak odam baştan aşağıya ayna... Tavanda bile var.
Stüdyoyu terkederken arkamdan biri mırıldandı: - “Zavallı!..”
- “Ne zavallısı be!..” dedi öteki.
- “Baksana şunun haline!.. Hasta gibi!..”
- “Evet! Akıl hastası!.. Kendini beğenmiş!.. Egosantrik megaloman!..”
- “Ne yapsın!.. Elinde değil ki!..”
- “Tedavi olsun!” dedi biri.
- “Acınacak halde aslına bakarsan! Yapayalnız...” dedi öteki.
Ben!.. Ben!.. Ben!.. Ben acınacak haldeymişim! Değilim!.. Üstelik artık yalnız da değilim. Benim kimseye ihtiyacım yok!.. Ben aynadaki aksimle, bir tanecik, canım, canımın içi sevgili ikizimle; sevgilim, aşkım, ruhumla birlikteyim ve ikimiz de mutluluktan uçuyoruz. Anlamıyorlar. Hiç anlamıyorlar. Hiç anlayamayacaklar. Anlayamayacaklar.
Neyi umduklarını, neyi beklediklerini, neyi istediklerini biliyorum. Beni istedikleri kadar cahil, istedikleri kadar aptal sansınlar, biliyorum. Narkisoss gibi suya düşüp boğulmamı istiyorlar. Eko’nun ölümüne neden olan Narkissos, ikiziyle gözgöze gelmek için baktığı suya düşüp boğulmuş ya! Ama sonra tanrılar onu affetmişler ve adını ölümsüzleştirmek için dere kıyısında açacak olan nergiz çiçeğine can vermişler!
Nah!.. Çok beklerler!.. Ben suya mı bakıyorum? Aynalara bakıyorum ben. Aynaların içine düşüp boğulmaz insan. Aynada gördüğü kendi aksiyle yalnızlıktan, birbaşınalıktan, kimsesizlikten kurtulur.
Bekle aşkım, geliyorum. Kokain de yetmez oldu, biliyorum. Ama üzülme!.. Kokain yetmezse, sırada eroin var... O da yetmezse... Ben yine bir çaresini bulurum. Bekle, geliyorum.

IV.ÖYKÜ
*İZLENİMLER

Herşey orada başladı. Yoksa gerçekleşti mi demeliyim? Başlamak fiilini kullanınca, başlayan her neyse halen sürdüğü izlenimi ediniliyor. Gerçekleşmek fiilinde ise, yaşanan sürecin uzandığı zaman dilimi hakkında yargı bulunmuyor. Orası dediğim yerde başlamış ve bitmiş de olabilir; daha önceden başlamış ve bitmemiş de olabilir; daha önceden başlamış ve orada bitmiş de olabilir; orada başlamış ve henüz bitmemiş de olabilir. Doğrusu bu konuda benim de kesin bir yargıya varmam olası değil... Bir açıdan herşeyin orada başladığı kesin gibi... Ama gittiğimiz her yere olduğu gibi oraya da kişiliklerimizi taşıdığımıza ve yaşanan her süreç, edinilmiş birikimlerin bir sonucu olduğuna göre, başlangıç için kesin bir tarih vermemek belki de daha doğru... Bitip bitmediğine gelince; nasıl bitebilir?.. Her şey gibi o da bizimle, sonsuza kadar varolmayacak mı? Öldüğümüz ve unutulduğumuz zaman bile, yaşanmış olan, yaşandığı zaman diliminde ve mekanda, olduğu gibi, tüm gerçekliğiyle asılı kalmayacak mı? Buna rağmen, biçimsel olarak bir bitiş de sözkonusu tabii.
Sanıyorum ki (sanırım diyorum, çünkü bu konuyla ilgili olarak hemen hemen hiçbir şeyden emin değilim) geçtiğimiz yolun ve o yolu gece geçmiş olmamızın yarattığı etki altındaydık. Hiç değilse ben, gece geçtiğimiz yolun çağrıştırdığı izlenimler dizisiyle, olağanın dışında bir algılama boyutu içine girmiştim. Yolun tamamından değil de, yalnızca eve kadar olan kısacık son bölümünden sözediyorum. Çünkü yolun tamamı, şehirlerarası yolların tümü gibi, yalnızca sıradandı. Ama eve ulaşabilmek için, gecenin karanlığında, şehirlerarası yoldan ayrılıp da o köy yoluna sapar sapmaz, benim algılamamda değil de, dış dünyanın gerçekliğinde tümden bir değişiklik oldu sanki. Daha sonra o geceyi konuştuğumuzda Selim’in de benzer bir duyguya kapıldığını anlayacaktım. Ama o benim gibi değil tabii; anlık izlenimlerini korkunç bir hızla yaşamın bütün ayrıntılarına salmıyor. O an yaşayıp geçiyor. Belki bir yerlerde depoluyor. Hepsi o!.. Eleştirel davranmak istiyor değilim. Amacım, yalnızca aramızdaki farkı vurgulamak... Nitekim sonraları, bu fark iyice belirginleşti.
Daracık bir köy yoluydu. Belki eski bir dere yatağı... Zemin çok engebeli, yol çok dar olduğu ve sık sık keskin virajlarla karşılaştığımız için ağır gidiyorduk. Çevrenin mutlak karanlığı, sürekli yer değiştiren arabanın farlarıyla kısacık anlar için parçalanır gibi oluyordu. Bu anlarda bütün görebildiğimiz, çalı çırpıdan yapılmış alçak çitler, kimi zaman yol boyunca kıvrıla büküle uzanan yamru yumru taş duvarlar ve bizi yakalamak istercesine üstümüze uzanan çıplak kollardı. Gördüklerimin kol filan değil, ağaç dalları olduğunu bilmediğim söylenemez. Elbette biliyorum. Yine de sayısız parmaklarının ucunda upuzun tırnaklar bulunan sayısız kol görmüş olduğuma, bugün bile yemin edebilirim.
Geceyarısını biraz geçiyor olmalıydı. Yolda bizden başka kimse yoktu. Herhangi bir hayvanla da karşılaşmadık. Sağda solda, bildiğimiz, alışık olduğumuz dünyada bulunduğumuza tanıklık edecek araç ve gereçler de görünmüyordu: Duvarın kenarına bırakılıvermiş bir kürek ya da tırmık, çite dayanmış bir motorsiklet, bir sepet, bir kova; herşey herşey bu işlevi görürdü. Ama yoktu!.. Ses de yoktu. Ne havlama ne bir anırma ya da meleme ya da böğürme ne de bir kuş cıvıltısı... Araba motorunun tekdüze homurtusuna uzaktan gelen çığlıklar karışıyor muydu? Birşey söyleyemem. Şimdi düşününce olanaksız gibi geliyor. Ama o gece orada, bir ara kesin olarak çığlıklar duyduğumu düşünmüş olduğumu hatırlıyorum. Selim daha sonra benden, duyduğum sesleri tanımlamamı isteyince beceremedim. Duyduğumu sandığım sesleri, beynimin içinde yeniden yaratamadığım için tanımlayamadım.
Son bir virajı alınca, farlar, bu kez evi aydınlattı. Ağaçlar arasında, iki katlı, beyaz kireç boyalı, çatısız bir köy evi... Ön cephesinde pancurlu dört küçük pencere vardı. Mavi boyalı pancurlardan birinin sol kapağı aşağıya doğru sarkmıştı. Kapı, cephenin sol köşesine yerleştirilmişti. Hansel’le Gretel’in ormanın içinde buldukları kurabiye evdi sanki... Hayır, değildi! O masalın, sıcak Akdeniz iklimiyle, bu iklime göre inşa edilmiş bu evlerle hiçbir ilgisi yok, biliyorum.. Hansel’le Gretel kuzey insanları, evleri de kuzey evleri... O iki masal çocuğu tarafından bulunmuş olan evin benzerleri, yalnızca Danimarka’da var; gördüm. Hem de gündüz gözüyle... Güneyin evleri, bitkileri, insanları gibi masalları da kendine özgüdür. Yine de o gece, o yolda, o evin karşısında edindiğim izlenimlerle, çocukluğumun uzak gecelerinden birinde Hansel ve Gretel masalını okurken edindiğim izlenim, şaşılacak kadar benzeşti diyebilirim.
Selim, her zamanki gibi yoldan sıkılmıştı, yorulmuştu ve uyumaya can atıyordu. Arabayı, farlar evi tümüyle aydınlatacak biçimde park ettikten sonra hiç duraksamadan bagajı boşalttı. Yakaladığı birkaç parça eşyayla bir koşu eve doğru gitti; eşyaları yere bıraktı; ceplerini uzun uzun karıştırdıktan sonra bulduğu anahtarla kapıyı açtı. Çok kısa bir süre sonra evin ışığını yakmıştı. Arabanın yanına geldiğinde kısaca,
- “Haydi!..” dedi bana. Taşınacak daha epeyce valiz, torba, şu, bu vardı. Usulca çıktım arabadan. Başka ne yapabilirdim? Evin içinde bir şey, tehlikeli bir şey olduğunu çoktan düşünmeye başlamıştım oysa. Düşünmek de değildi bu; sadece duyumsamaktı.
İçeri girer girmez gördüm onu. Oradaydı: Bir ayna... Maun çerçeveli büyükçe bir duvar aynası... Kapının sağ tarafına, hemen dibine değil de, biraz açığa asılmıştı. Aynaya hiç bakmamaya çalışarak çevreyi gözden geçirdim. Alt kat, tek bir odaydı. Üst kata çıkan merdiven, kapının tam karşısındaydı. Merdivenin altında, tuvalet olduğunu sandığım kapalı bir bölüm vardı. Odanın bir köşesi; tezgahı, evyesi, muslukları ve dolaplarıyla mutfak olarak düzenlenmişti. Bir başka köşeye de ilkel bir şömine yerleştirilmişti (Selim, onun şömine değil, bildiğimiz ocak olduğunu söyledi sonradan).
Dört duvarı çepeçevre dolanan yüksekçe rafı; rafın üstüne atılıvermiş binbir çeşit ıvır zıvırı; kaba kesimli tahta bir masanın etrafına dizilmiş farklı farklı, ama hepsi tahtadan iskemleleri; kumaş kaplı, birbirine benzemez üç büyük koltuğu; döşemeyi tamamen örten Japon tatamilerine benzer hasırların üstüne gelişigüzel serilmiş kilimleri; raftan, kapı kenarlarından, merdivenin tırabzanlarından, şöminenin üstünden sarkan kurutulmuş çiçek ve bitki demetleri ya da soğan, sarmısak, kırmızı biber hevenkleri; duvarlarda olduğu yerde hafifçe sarkmış birkaç posteri ve sararmış kartpostalları; derin pencere kovuklarında tıkış tıkış duran çiçek saksıları ve boş çini ya da seramik çanaklarıyla, odanın, dağınık bir görüntüsü vardı. Üst katta da, yatak odasına özgü eşyalarla, benzer bir dağınıklık hüküm sürmekteydi.
O geceyi, üst kattaki yer yatağında, bana sırtını dönüp derin soluklar alarak uyuyan Selim’in yanı başında, hemen hemen hiç gözümü kırpmadan geçirdim. Selim’e bakılırsa, yataktan kalkmamış olduğuma göre, o kadar uzun bir süreyi uyumadan geçirmiş olmam olanakdışıymış. İnsan, tedirgin uyuduğu zaman sık sık uyandığı için, hiç uyumadığını zannedermiş. Olabilir! Bu tür konularda onunla iddialaşmam ben. Yine de uyumamış olduğum inancındayım. Gözlerimi tavana diktim ve öylece yattım. Kertenkelelerin ya da Selim’in deyişiyle süleymancıkların, tavanda, duvarlarda koşuşturmalarını izledim. Aşağıda küçük bir abajuru açık bırakmış olduğum için evin içi hafifçe aydınlıktı. Aynayı düşünmemeye çalışıyordum. Ama orada olduğunu ve tehlikeli olduğunu daha da şiddetle duyumsuyordum.
O evde aynayla tam beş gün ve altı gece geçirdim. Uzun bir süreydi bu ve ayna yapacağını rahatça yaptı tabii. Oysa mandalina bahçelerinin ortasındaki bu eve, Selim’le, başbaşa kalarak aramızdaki iletişimsizliği gidermek amacıyla gelmiştik. Ev, Selim’in hiç tanımadığım bir arkadaşınındı. Selim, benimle evlenmeden önce her yaz gelip bu evde bir süre kalırmış. İletişimsizliğimiz dayanılmaz uçlara tırmanıp da ben, çok iyi çözümleyemediğim bir inatla çeşitli köprüler kurarak onu zorlamaya başladıktan epeyce sonra hatırlamıştı burayı.
Birbirini seven iki insan arasında iletişimsizlik olabilir mi diye çok düşündüm. İletişimsizlik dediğim, sevgisizlik miydi acaba? Kesin bir sonuca ulaştığımı söyleyemem. İkisinin birbirini içerdiği ileri sürülebilir elbette. Bazı durumlarda iletişimsizlikle sevgisizlik örtüşüyor, ama örtüşmedikleri durumlar da var bence... Selim’le ilişkimizde önce iletişim, sonra sevgi, sonra iletişimsizlik, sonra da sevgisizlik sözkonusuydu sanıyorum. Ama bu konuda bir genelleme yapılamaz herhalde. Bu, bizim ilişkimizin özel gelişme süreciydi. Sevgi yoksunluğunu da farkettikten sonra, aramızdaki bağı koparmamak için niye bu kadar direndiğimi hala bilmiyorum. Bu eve gelmeyi ve başbaşa bir hafta geçirmeyi önerdiğine göre, o da hiç değilse benim bu direncime saygı duymuş olmalıydı. Hatta belki benimle benzer kaygıları o da taşımaktaydı.
Selim’le, birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde, aynı evde yaşayan iki yabancı haline, hangi aşamalardan geçerek geldiğimizi adım adım izlemiş değilim. Evlendikten sonra biz de herkes gibi bir yaşam kurmuştuk. Sabah erkenden uyanıyor ve çoğu kez kahvaltı edecek vakit bulamadan ayrı ayrı semtlerde olan işyerlerimize koşturuyorduk. Öğle yemeklerinde biraraya gelmemiz olası değildi. Böyle bir gereksinme de duymuyorduk. Akşamları, ikimiz de oldukça geç saatlerde ulaşıyorduk evimize. Haftada iki gün gelen hizmetçi, Elif, evin düzenini sağlamakla kalmıyor, yemek de pişiriyordu. Tabii kızcağızın pişirdiği yemekler, benim pişirebileceklerim türünden değildiler ama, evde hazır yemek bulmanın rahatlığı; çeşit, keyif ve paylaşma yoksunluğuna galebe çalıyordu. Kaldı ki benim yaratıcılığa dayalı yemeklerimi zar zor yutan Selim, evinde eski usül tencere yemekleri yiyebildiği için memnun görünüyordu.
Başlangıçta, arada bir konuklarımız oluyordu, arada bir biz konukluğa gidiyorduk. Ama bu arada birler, giderek seyrekleşti. İlk aşamada yemekli davetlerden vazgeçildi. Sonra, içki de ikramı pahalı bir meta haline geldi. Giderek barlar girdi hayatımıza. İnsanlar artık barlarda buluşuyorlardı. Herkes kendi içtiğinin parasını ödüyordu. Barlarda sohbet etmek de daha kolay geliyordu hepimize. O gürültü patırtı içinde politika üstüne, sanat üstüne, hatta yaşam üstüne konuşmak olanaksızdı.
Herhalde bu sürecin bir yerlerinde koptuk birbirimizden. Kopuşumuz, başlangıçta ikimize de dokunmamış olmalı ki, sonuç ikimizde de şaşkınlık yarattı. Yağmurlu bir günde, çamurda kayıp caddenin ortasında yere yüzükoyun kapaklanarak bacağımı kırmamış olsaydım, belki o da olmayacaktı. Kırık bacağımla evde yapayalnız yatıyordum. Benim çaresiz bir biçimde evde yatıyor olmam, Selim’in yaşam düzenine ve temposuna hiçbir değişiklik getirmemişti. Ve ben başlangıçta bunu bile farketmemiştim. Gelen giden yoktu ama, ne de olsa telefon vardı. Arkadaşlarım arıyordu, ben onları arıyordum. Elif vardı; hizmetlerim görülüyordu. Elif’in gelmediği günlerde, kapıcının karısı, verdiğim anahtarla günde birkaç kez uğrayarak bütün sorunları çözüyordu. Hatta o günlerde, sanırım kendi kendimle biraz övünüyordum bile, kırık bacağımla Selim’in başına iş çıkartmadığım için. Ama günler geçtikçe düşünecek çok zamanım oldu. Düşündükçe de işin içinden çıkamaz hale geldim. Yalnızlığımdan, Selim’in yalnızlığından, tek tek hepimizin yalnızlığından korkmaya başladım.
Doğru dürüst gazete okumayı bırakmış olduğumu da, öyle upuzun yatarken anladım. İkimiz de işyerlerimizde okuduğumuz için, uzun süredir eve gazete almaz olmuştuk. Benim işyerime bütün gazeteler geliyordu. Korkutucu bir yığındı. Zaman kısıtlıydı. Şöyle bir başlıklara göz atıp yalnızca işimle ilgili konulara gözatmakla yetinmemin nedeni bu olsa gerekti. Belki bir de şu: Tüm gazeteler, okuyucu için birer karabasana dönüşmüş gibiydi. Ama o zamanlar bu konuda bilinçli bir tercih yaptığımı söyleyemem; olsa olsa bilinçsiz bir kaçış olmalıydı bu.
Evde yatarken, oyalanırım diye düşünerek birkaç gazete birden aldırmaya başlamıştım. Selim de akşamları, kendi işyerinden koca bir yığın getiriyordu. Okudukça bunalıyordum.
Bir gazeteyi her gün başka başka insanlar mı hazırlar? Tek tek sayfaları hazırlayan insanlar, yazarlar, muhabirler, yöneticiler birbirleriyle hiç görüşmezler mi? Gözlerime inanamıyordum: Her gazete ayrı bir kaostu. Başyazıyı yazan insanlar, çoğu kez, gazetenin ilk sayfasında yeralan bir haberden tümüyle habersiz görünüyorlardı. Haberler başka telden çalıyordu, yorumlar bambaşka bir telden. Aslına bakılırsa haberler, hiçbir şeyden haber vermiyorlardı. Kentte, ülkede, dünyada birşeyler oluyordu ama, niye olduğu ve sonuçta neler olabileceği hiç anlaşılmıyordu. Sanki herşey tek bir gün içinde olup bitiyormuş gibi, sanki hiçbir şeyin geçmişi ve geleceği yokmuş gibi, bir defa sözedilen bir konudan bir daha söz edilmiyordu. Dahası, hiçbir gazete, ama hiçbiri, olaylara ve insanlara anlayışla, hoşgörüyle yaklaşmıyordu. Bir gazeteyi okuduğunuz zaman, içiniz, belli bir grup insana karşı nefretle, tiksintiyle doluyordu. O gazetenin hedef aldığı herkesi, siz de aşağılamaya başlıyordunuz. Sonra başka bir gazeteyi elinizi aldığınızda, bu sefer de başka bir grup insana karşı benzer duygularla dolup taşıyordunuz. İşin tuhafı, hiçbir gazetede kendinizi, kendi yaşamınızı, kendi sorunlarınızı bulamıyordunuz. Ankara’da hangi politikacı, bir gün önce ne demiş, hangi bürokrat ne yapmış; gazetelerin ilgi alanı bununla ve olayların magazin yanıyla sınırlı gibiydi. Ve daha da korkutucu birşey: Gazetelerde bireyler yoktu; devlet vardı.
Üstüne üstlük, özdeki bu karmaşa biçime de yansımış gibiydi. Bütün gazetelerin daha birinci sayfasında, biçimsel karmaşa, insanı bunaltıyor; gelişigüzel, hiçbir estetik kaygı güdülmeden kullanılmış olan aşırı renkler, neredeyse midesini bulandırıyordu. Doğrusu, özle biçim birbirini olağanüstü bir uyumla tamamlıyordu. Gazeteler, insanlar okusun, birbirlerinden haberdar olsun ve dertlerini yönetimlere aktarabilsinler diye değil de, tam tersine, bütün haberleşme olanakları ortadan kalksın diye hazırlanıyordu sanki.
İngiltere’de beş yıla yakın bir süreyle iletişim konusunda öğrenim gördükten sonra, geri dönüp halkla ilişkiler işinde çalışmaya başlayan biri için, belki de çok geç kalmış gözlemlerdi bunlar.
Geç de olsa gazetelerde olup biteni farkettiğimde, korkum iyice arttı; bir tür dehşete dönüştü. Selim’i iletişim konusunda zorlamaya, bu korku yöneltti sanıyorum beni. En yakınımda Selim vardı ve öncelikle ikimizin konuşur hale gelmesi gerekiyordu. Aksi taktirde, yokoluşu kabullenmiş olacaktık. Konuşmayan bir insan, varolduğunu iddia edemez, değil mi? Kendi kendisine karşı bile... Yalnızca konuşmak da değil tabii; asıl, anlatmak gerekiyordu. Anlatmak... Ve anlamak... Anlamak için dinlemek...
Aman yarabbi!.. Biz, bu hale nasıl düşmüştük?
Böylece kalkıp bu eve gelmiştik işte! Ayna herşeyi berbat etmeseydi, belki de Selim’le konuşmayı, hatta anlaşmayı başaracaktık. Belki o zaman, daha sonra öteki insanlarla da... Olmadı! Ayna, ilk günden duruma egemen oldu.
Yataktan kalkıp aşağıya indiğimizde, güneş bir hayli yükselmişti ama, evin için henüz loştu. Bütün panjurlar kapalı olduğu için, aslında ortalığı aydınlatan, hala, aşağıda yanar durumda bırakmış olduğum abajurun ışığıydı. Selim’in gözlerini açtığını farkedince kalktım. Aşağıya indim. Aynaya bakmamaya çalışarak mutfak bölümüne doğru ilerledim. Mevsim ilkbahardı. Uzun süredir kapalı olan evde, doğaldır ki yiyecek hiçbir şey yoktu. Allah’tan ben birşeyler getirmiştim; kahvaltı edebilecektik. Başımı kaldırıp buz kutusunu arandım. Oradaydı; aynanın tam karşısında. “Olsun, zararı yok!” diye düşündüm, “Aynaya arkamı dönerim.” Ne oldu bilmiyorum; kutunun durduğu yere gelince, birden yüzyüze kalıverdim aynayla. İşte!.. Biliyordum, böyle olacağını. Ayna, bana sırıtıyordu. Hayır, tabii ki sırıtmıyordu. Bir ayna, bir insana nasıl sırıtabilir? İnsan, aynada kendisini görür; kendisini ve çevresindeki eşyaları; olduğu gibi. Ben sırıtmıyordum, eşyalar da sırıtmıyorlardı. Eşyalar zaten sırıtmazlar. Hayır!.. Ama yine de birşey sırıtıyordu işte. Sonra anladım: Bu ayna, yalnızca beni yansıtıyordu. Başka hiçbir şey yoktu içinde, yüzeyinde, her neresindeyse! Yoktu!.. Yalnızca ben vardım ve ayna, nasıl yapıyorsa yapıyor, beni gülünçleştiriyordu. Ellerimle yüzümü kapadım. Sımsıkı kapadım. Sola doğru bir adım, bir adım daha, bir adım daha... Ellerimi yavaşça aşağıya kaydırdım. Artık aynanın karşısında değildim. Masanın üstünden çantamı kaparak en yakındaki koltuğa attım kendimi. Tirtiyordu ellerim. Çantamın içinden sigara paketini ve çakmağı güçlükle buldum. Selim, pijamalarıyla, esneyerek, gerinerek aşağıya indiğinde ben ilk sigarayı yarılamıştım bile. Nefretle baktı bana:
- “Birşey yemeden sigara mı yaktın yine? Çayı koydun mu bari?”
Hiç sesimi çıkartmadım. Ona aynayı nasıl anlatacaktım ki?
- “Koymadın mı çayı?”
Hiçbir şeyin farkında değildi. Anlatsam inanmayacak, belki de hiç dinlemeyecekti. Sigarayı, yerde unutulmuş olan bir tablanın içinde söndürerek ayağa kalktım.
- “Şimdi koyarım...”
- “Birşeyler yiyecek miyiz?”
- “Yeriz!..”
- “İyi!..”
Ayağını sürüye sürüye tuvalete yöneldi. Ben de çayı koymak, kahvaltıyı hazırlamak için buz kutusuyla birlikte mutfak tarafına geçtim.
Böyle oldu işte!.. Ayna, her gün, her saat bana çeşitli oyunlar oynadı. Ne kadar kendimi sakınsam, yine de zaman zaman karşı karşıya kalıyordum onunla. Bir keresinde beni, şaha kalkmış bir atın terkisine bindirdi. Düşmemek için hayvanın yelesine sıkıca yapışmıştım. Gözlerim dehşetle yuvalarından uğramış, ağzım haykırmak için ardına kadar açılmış, bütün yüz hatlarım, çirkin bir biçimde gerilmişti. Bir başka sefer, trampet çalarak aptalca ölüme doğru yürüyen bir İngiliz askeri yaptı beni. Kafamdaki kocaman, tüylü siyah şapkanın deri bandı dişlerimin arasındaydı. Plili İskoç eteğimin altında kıllı bacaklarım görünüyordu. Göğsümde, kruvaze ceketin çift sıralı onlarca düğmesi parlıyordu. Trampet, sol omuzumdan aşağıya çaprazlama asılmıştı belime. Elimde bagetler, çalmaya hazırlanıyor gibiydim. Önümdeki sırada, herkes ölmüştü. Ama ben, benim sıramdakiler, arkadakiler, yine de hep birlikte ilerlemek için sağ ayaklarımızı az biraz yükseğe kaldırmıştık. Bu kez gözlerimde dehşet yoktu; yalnızca boşluk vardı.
Selim’e hiçbir şey anlatamadım. Üstelik çok gerildiğim için aramazıdaki sorunu çözebilecek konuşmalar da yapamadım. Hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey yapamaz hale geldim. Korku içindeydim. Kısa sürede, aynı evin içinde iki yabancı olmaktan da çıktık, birbirinden nefret eden iki düşman haline geldik. Ben, “Niye beni anlamıyor? Niye benim gördüklerimi görmüyor? Niye benim gibi düşünmüyor? Niye benden kaçıyor?” diye sinirleniyordum. O, kimbilir neler geçiriyordu aklından. Suskun, ürkek, somurtuk bir kadın vardı karşısında. Dayanamadı. Daha ilk gün, beni evde yalnız bırakarak çekti gitti. Bilmiyorum, belki deniz kenarına, belki köye... Ne farkeder?
Sonradan herşeyi anlattığımda çok geç olmuştu tabii. Onulmaz bir kopuş yaşamıştık. Geri dönmemiz olanaksızdı. Dönmedik de zaten.
Beş gün boyunca Selim, uyanır uyanmaz evden fırlayıp çıktı; akşam geç vakit döndü. Ben, evin içinde aynayla başbaşa kaldım. Çoğu kez, aşağıya inmemek için yataktan bile çıkmıyordum. Birkaç kez kitap okumaya çalıştım ama, çabucak sıkıldım. Daha çok uyuyor, uyuyamadığım zaman da düş kuruyordum. Evde, televizyon, radyo yoktu; gazete de almıyorduk. Yalnızca ayna vardı.
Altıncı gece Selim yine çok geç, neredeyse sabaha karşı döndü. Az sonra yola çıkacaktık. Bavulları hazırlamak için, istemeye istemeye aşağıya inmiştim. Artık iyice talimli olduğumdan, Selim gelene kadar bir kez bile bakmadım aynaya. Eve geldiğinde hafifçe sarhoştu Selim. Gelir gelmez kendisine bir içki daha hazırladı. İğrenerek baktım yüzüne.
- “Hangi cehennemdesin?..” diye sordum.
- “Sana ne?..”
- “Ne demek sana ne?..”
- “Ne demekse o demek!..”
- “Niye daha erken gelmedin?”
- “Niye gelecekmişim?..”
- “Birazdan yola çıkıyoruz!..”
- “Eee, ne olmuş?..”
- “Hazırlanmamız gerekmiyor muydu?..”
- “Ne var hazırlanacak?..”
- “Sen, beni delirtmeye mi çalışıyorsun?”
- “Haydi be, sen de!..”
Nefret beynimi dağlıyordu. Kan, tepeme sıçramıştı.
- “Terbiyeli konuş, sersem!..” diye bağırdım.
- “Sen terbiyeli konuş!..”
- “Nefret ediyorum senden!..”
- “Bana ne!..”
- “Allah belanı versin!..”
- “Allah senin belanı versin!..”
Elimdeki seramik kül tablasını kafasına doğru fırlattım. Eğildi; kül tablası duvara çarpıp çirkin bir ses çıkartarak yere düştü. Selim, elindeki içki bardağını hırsla yere vurduktan sonra üstüme yürüdü. Sol eliyle sağ kolumdan tutup sağ eliyle suratıma müthiş bir tokat indirdi. Sağ elimi yanağıma götürerek geri geri çekildim. Hırsımdan çatlayacak gibiydim. Kendimi kaybetmiştim. Onu, en hassas yerinden vurmak, parçalamak, öldürmek istiyordum. O hırsla sağa sola bakınırken, bir kez daha tam aynanın karşısında durmuş olduğumu anladım. Kızgın bakışlarımı aynaya diktim. Olamazdı!.. Hayır, gerçekten olamazdı!.. Herşey yerli yerindeydi bu sefer, ama ben yoktum aynada. Bakışlarımı, karşımdaki görüntüden ayıramıyordum. “Yanılıyor olmalıyım,” diye düşündüm, “Yanılıyor olmalıyım! Hayır!..” Ama yanılmıyordum. Yoktum işte; ayna, beni yansıtmıyordu. Yansıtmıyordu.
Selim,
- “Ne oluyor?” diye sordu.
Konuşamıyordum. Dizlerim titriyordu. Düşercesine dizlerimin üstüne yığıldım. Hançeremden zorlu bir çığlık; çığlık bile denemeyecek kadar kaba bir ses fışkırdı.
Selim yine sordu:
- “Ne oluyor?” Ve ekledi,
- “Kendine gel, Berrin!..”
- “Bak!..” dedim ona, “Bak!.. Ayna, beni yansıtmıyor, bak! Aynada kendimi göremiyorum. Yansıtmıyor beni, yansıtmıyor.”
- “Hangi ayna, Berrin?..” diye sordu Selim.
- “Görmüyor musun, işte bu!..”dedim parmağımla işaret ederek.
- “Hangisi?..” dedi bir kez daha, aptal aptal.
- “İşte, işte bu!..” Sesim, tanınmaz bir haldeydi.
- “Or’da ayna yok ki!..” diye mırıldandı Selim.
- “Ne diyorsun sen? Koskoca aynayı görmüyor musun?”
- “Görmüyorum! Or’da ayna yok!..”
Aklımı oynatabilirdim. Soğukkanlı olmaya çalışarak yavaş yavaş ileriye doğru süründüm. Sağ elimin ayasını aynaya dayadım; pürüzsüz cam yüzeyi hissettim.
- “Selim, bak!..Burada!.. Bu ayna!.. Elimi dayıyorum üstüne, ama beni yansıtmıyor. Ne olur, yapma!.. Ne olursun!..”
- “Hayır, Berrin!..” dedi Selim, “Sen yapma!.. Or’da ayna filan yok!.. Or’da hiç ayna olmadı. Şimdi de yok!.. Sen yapma!.. Lütfen, yapma bunu!..”
Sesi ağlamaklıydı.
Öylece birbirimize bakakaldık.

* Bu öykünün ilk yazımı, Ayna adıyla, Argos dergisinin Ocak 1991 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.

V. ÖYKÜ
SURET

Onlara söylemedim. Onlara söylemedim. Onlara söylemeyeceğim. Hem zaten onlar yoklar ki!.. Onlar, yoklar!.. Çünkü ben artık, onların bulunmadığı taraftayım. Ben artık bu taraftayım. Burada, bu tarafta, onların yalnızca suretleri var; kendileri yok!.. Sesleri de yok!.. Renkleri de yok!.. Kokuları da yok!.. Burada, bu tarafta bir ben varım, bir de suretler... Öteki tarafta ise onlar var, çok çok renkler var, pis pis kokular var ve gürültü ve iki şey daha: Derinlik ile zaman!.. Nefret ettiğim ne varsa, hepsi de or’da!..
Onlara söylemedim. Onlara söylemeyeceğim. Zaten artık istesem de söyleyemem. Çünkü artık ben bu taraftayım; onlar, öteki tarafta. Ben onları duyabiliyorum ama, eğer ben konuşsam, onlar beni duyamazlar. Ve ben zaten onlarla konuşmuyorum. Hiç konuşmuyorum. Neden konuşacakmışım ki?..
Hatırlıyorum: O gün, öteki otelin odasında, onlara, yani birilerine sormak istemiştim: Aynadaki suretler, suretlerimiz, biz bakmadığımızda ne yaparlar diye. Aynadaki suretler, fotoğraflardaki suretler, filmlerdeki suretler... Sorsaydım eğer, tuhaf tuhaf yüzüme bakarlardı. Cevap verme zahmetine girmezlerdi. Aslında cevap mevap veremezlerdi. Halbuki onlar, herzaman, herşeyi bildiklerini söylerler. Herzaman herşeyi biliyorlarsa eğer, suretlere ne olduğu neden bilmezler? Ve bana?..
Ben daha iyisini biliyorum: Onların hepsi de yalancı!.. Onlar, hep yalan söylüyorlar. Hep!.. Hep!.. Hep!..Ve onlar hiçbir şey bilmiyorlar. Hiç!.. Hiç!.. Hiç!.. Suretlere ne olduğunu bilmiyorlar. Benim bu tarafa nasıl geçtiğimi bilmiyorlar. Bu tarafın nasıl olduğunu hiç bilmiyorlar. Onlar, o tarafın nasıl olduğunu bile bilmiyorlar ki!.. Yalnızca bildiklerini söyleyerek böbürleniyorlar. Ahmaklar!..
Oysa ben, sahiden de biliyorum. Ben, hem bu tarafı biliyorum hem de o tarafı. Ben hem bu tarafı görüyorum hem de o tarafı.
O taraf: Tek kişilik iki ayrı yatak; ikisinin arasında büyükçe bir komodin; yerli dolap; duvara çakılı bir çekmece yuvası ile bir puftan ibaret tuvalet masası; pencere önüne yerleştirilmiş iki koltuk ile küçümen sehpadan oluşan oturma grubu ve iki duvar arası bir köşeye, hem koltuklardan hem de yataklardan izlenebilecek biçimde yüksekteki metal bir yuvaya oturtulmuş olan küçük televizyon ve ancak bir bavul alacak büyüklükte, ızgaralı tahtadan bir başka sehpa ve başucu lambaları, duvardan duvara uzanan fare rengi halı ve çıkış kapısının sol yanında banyo kapısı... Sıradan bir otel odası işte!.. Tek özelliği aynası... Kocaman; yüksekliği yerden neredeyse tavana kadar; genişliği neredeyse iki metre; pencerenin tam karşısında; tuvalet masasının hemen yanında... Odadaki herşeyi içine alacak kadar kocaman...
Suretim, pencerenin önünde; sağ eliyle perdeleri aralamış, dalgın dalgın dışarı bakıyor. O adam, yani koca; yani artık onun kocası; yani bundan böyle suretimin kocası, yani eskiden benim kocam, yani benim onbeş küsur yıllık kocam; yani Ceyhun; ızgaralı sehpanın üstüne yerleştirilmiş büyücek bavul ile yerde duran çantanın içindekileri, yerli dolabın içine asmakla, yerleştirmekle meşgul... Bir ara başını çevirip suretime,
-“Yorgun musun?.. Neyin var?..” diye soruyor.
Suretim, geriye dönmeden, omuzlarını silkmekle yetiniyor. Ceyhun, o sırada bavuldan çıkarmış olduğu bana ait bir elbiseyi, otelin askılarından birine geçirip özenle yataklardan birinin üstüne serdikten sonra suretimin yanına gidiyor; sol eliyle perdenin bir kanadını açarken sağ eliyle onun beline sarılıyor.
-“Allah aşkına, neyin var böyle senin?..”
Suretim bu sarılıştan rahatsız olduğunu belli edercesine tedirgin, hafifçe silkiniyor. Ceyhun, bu silkinişe hiç aldırmadan ve iki boyutluluğunun ve renksizliğinin ve kokusuzluğunun, vesaire, farkına hiç varmadan suretimi iyice kendine çekiyor.
-“Çok yorgun olmalısın!..”
Suretimin yüzü gergin... Dudaklarını ısırıyor. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, ama söylemiyor; söyleyemiyor. O sırada kapı açılıyor: Oğlumla kızım, yani artık onun, yani suretimin oğluyla kızı; Sarper ile Müjde; kapıyı tıklatmaya lüzum görmeden; itişip kakışarak içeri giriyorlar. Suretim yerinden kımıldamıyor. Ceyhun hemen onlara doğru dönüyor.
Sarper;
-“Aaa!.. Siz daha bavullarınızı yerleştirmediniz mi?” diye bağırıyor.
Müjde;
-“Anne, turkuvaz kolyeyle küpeler yanında mı? Onları bu gece ben takabilir miyim?” diye soruyor. Cevabı beklemeden, tuvalet masasının üstünde duran küçük çantayı karıştırmaya başlıyor. Ceyhun, suretimden uzaklaşıyor. Sarper, babasına yol vermek için kapıya doğru gerileyip duvara yaslanıyor. Ceyhun, yatağın üstüne serdiği elbiseyi alıp dolaba asıyor.
Suretimse, gözünü kırpmadan oğlumla kızıma bakıyor. Konuşmuyor. Konuşamaz ki!.. O, yalnızca bir suret... Ben konuşabilirim ama, ben artık bu taraftayım. Ne var ki, ben de konuşmak istemiyorum. Hiç mi hiç istemiyorum...
Çocuklar, suretimin odada yarattığı gerginliğin farkına varmışlar gibi durgunlaşıyorlar. Müjde başını kaldırıyor; aynanın içinde Sarper’in suretiyle gözgöze geliyor. Kendi suretiyle tam bir uyum içinde olan Sarper, kendi kendisiyle tam bir uyum içinde olan Müjde’nin suretine başıyla küçük bir hareket yapıyor. İstediği kolyeyle küpeleri bulamamış olan Müjde, sinirli bir hareketle tuvalet çantasını itiyor. Yan gözle suretimi şöyle bir süzüp kendisini odadan dışarı atıyor. Sarper, odadan çıkmadan önce,
-“Biz, aşağıdayız!..” diyor.
Ceyhun kapıya doğru yürüyerek arkalarından sesleniyor: -“Fazla uzaklaşmayın, e mi!”
Derinlerden Müjde’nin sesi duyuluyor:
-“Aman baba!.. Biz çocuk muyuz?.. Hem otel küçücük!.. Uzaklaşsak n’olur?..”
Ceyhun, kapıyı kapatmadan geri dönüyor. İlk iş, çaresizce suretimi gözlüyor. Ona doğru bir adım atacak gibi oluyor; vazgeçiyor; bavulun önüne gidiyor; içine bakıyor; kapağını kapattıktan sonra iki yatağın arasında ilerleyerek kapıya yakın olanın başucuna, suretimi görecek biçimde oturuyor ve bir sigara yakıyor. Tam o sırada, açık kapıdan içeri Erdal’ın başı uzanıyor:
-“Yerleşebildiniz mi?..”
Daha soru bitmeden Erdal önde, Burçin arkada, elele tutuşmuş olarak içeri dalıyorlar.
-“Aaa, sizin odanız da pek hoşmuş!” diyor Burçin herşeye tepeden bakan edasıyla. Yalan!.. Onlarınki muhtemelen daha güzel... Daha güzel olmasa da Burçin’e, kendisine ait herşey daha güzel gelir. Gelmese de öyle söyler. Söylemez de ima eder. Ben or’da olsaydım, ağzının payını verirdim. Ama suretim sesini çıkartmıyor.
Erdal neşeli neşeli:
-“Yahu, daha önce niye gelmedik ki buraya biz?” diye haykırıyor.
Ceyhun, herzaman, heryerde iyi bir ev sahibi olan Ceyhun, hemen ayağa fırlıyor:
-“Gelin!.. Buy’run!.. Oturun!..”
-“Yok!.. Oturmayalım. Otel odasında oturmaya mı geldik buraya? Hep birlikte aşağıya inelim!” diyor Burçin.
-“Gülşen, kendini iyi hissetmiyor!..” diyor Ceyhun.
Hep birlikte dönüp suretime bakıyorlar.
-“Neyin var şekerim?..” diye soruyor Burçin.
Suretimde tık yok! Ceyhun atılıyor,
-“Yorgun!.. Çok yorgun!..”
-“E ha’di, öyleyse, biz gidelim de, dinlensin!” diyor Erdal keyfini bozmadan.
Burçin, önce manalı manalı süzüyor suretimi. Sonra, Ceyhun’a dönerek,
-“Ha’di Ceyhun, sen de bizimle gel!.. Yorarsın şimdi kadını, yani eğer bur’da kalırsan!..”
Daha sözü bitmeden kahkahası patlıyor. Ceyhun, boş boş bir suretime, bir Burçin’e bakıyor.
Erdal,
-“Ha’di!..Ha’di!.. Yürü oğlum; yoksa bu karıların diline düşeceksin!” diyor.
Ceyhun,
-“Yalnız kalırsan, daha iyi dinlenirsin!” diye mırıldanıyor suretime doğru ve gömleğinin göğüs cepleri ile pantalonunun kıç ceplerini kontrol edip sigarasını, çakmağını ve cüzdanını sağlama aldığını anlar anlamaz, kapıdan çıkmakta olan Erdal’la Burçin’in peşine takılıyor. Suretime son ve umutsuz bir bakış daha fırlatıp o da çıkıyor ve kapıyı arkasından çekiyor.
Böylece ben ve suretim, otel odasında başbaşa kalıyoruz. Aynanın önüne gelmekten, hatta aynada benimle gözgöze gelmekten korkar gibi bir hali var suretimin... Niye ki?.. Niye?.. Niye?.. Benim emelim, onun yaptığını yapmak değil ki!.. Ben bur’da rahatım... Bu tarafta... Hem de çok rahatım... Çok çok rahatım... O tarafta olan o!.. Artık o düşünsün bakalım:
Yaşı kırka yakın, onbeş küsur yıllık evli, boyunca iki çocuk anası olan; iyi bir kocası, iyi bir işi ve yerleşik sosyal ilişkileri olan bir kadın, pat diye, hiç olmadık birine aşık olabilir mi? Olabilir mi?.. Aşık olsa bile çoluğunu çocuğunu, evini, unutup kendini perişan etmecesine o adamın peşine düşebilir mi? Düşebilir mi?.. Düşünsün!.. Düşünsün!.. O düşünsün!..
Geleceği de o düşünsün! O karar versin!.. Kararlar versin!.. Verebiliyorsa!.. Ve o cevaplasın soruları!.. Cevaplayabiliyorsa!.. Becerebilirse!.. Oraya geçmeyi o istedi. Ben bur’da çok iyiyim; çok çok çok iyiyim ben bur’da. Burada gelecek yok!.. Yok!.. Ben bur’da, yalnız ve yalnız geçmişi düşünebilirim. Geçmişi, geçmiş olanı, olup biteni... Ben ancak bunu yapabilirim. Bur’da, bu tarafta, bu sessiz olan ve loş olan ve arka planında, boy boy ve çeşit çeşit ve her yaştan ve hepsi de iki boyutlu suretlerin kımıl kımıl kaynaştığı, amma ve lakin hiçbir varlık göstermediği, hiçbir ses çıkartmadığı, hiçbir koku yaymadığı, hiçbir rengi sahiplenmediği ve kimsenin yaşlanmadığı ve kimsenin kilo almadığı bu güzelim yerde, ancak geçmişi düşünebilirim ben.
Geçmişi... Daha doğrusu aşkı... Daha da doğrusu aşık olduğum adamı: Orhan’ı...
Karşılaşmamıza bir iş ilişkisi yol açmıştı. Uzun süredir telefonla görüşüyorduk. Aramızdaki sorun bir noktada düğümlenince, onu resmi bir öğle yemeğine davet etmek zorunda kalan ben olmuştum. İşim gereği, kimi son derecede etkileyici kimi değil, bir yığın erkekle bir sürü yemek yedim ben. Sıradan olaylardır; bir çeşit görev gibidir bu yemekler. Buluşulur; nazik nazik ısmarlanacak yemekler hakkında konuşulur; çıkarların çatışması sonucu gerginleşen ilişkiye yumuşak bir ton katılmaya çalışılır. Bazen başarır insan bunu, bazen de başaramaz.
İlk buluşmamızdan önce bir tedirginlik duyduğumu hatırlıyorum. Somut bir gerekçesi yoktu tedirginliğimin. En azından su yüzüne çıkmış değildi... Bir süredir bir huzursuzluğum vardı gerçi, ama bunun, Orhan’la aramdaki iş ilişkisinden kaynaklandığını söyleyemem. Bir süredir, fena halde sıkıntılıydım. Garip garip düşler görüyordum. Bir takım erkeklerle, hatta kadınlarla seviştiğimi görüyordum düşlerimde. Sabahları keyifsiz uyanıyordum. Her sabah, bir önceki gece gördüğüm düşün etkisiyle dehşete kapılıyor, ne var ki hemen ardından unutuyordum o sahneleri. Yine de galiba, yaşadığım dehşetin tedirginliği içimde yer ediyordu.
O sabah berbere gitmiştim. Bunda olağandışı bir yan yoktu. Yıllardır, haftada en az iki kere berbere giderim. Ve yıllardır aynı berbere... Berberde herkes tanıdıktır. Herkes, benim ne istediğimi, nasıl istediğimi bilir. Röfleli saçlarım gevşek bir topuz halinde tepede toplanacak; el bakımı yapılacak. Yo hayır, ayak bakımı gerekmiyor bugün.
-“Haftaya boya yapalım!” diyor Murat.
-“Geldi mi vakti?..” diye soruyorum.
-“Haftaya gelmiş olur, abla!..” diyor Murat.
O gün işim çok... İşleri sıraya koymalıyım; arada hiç zaman kaybetmemeliyim... Berberden sonra işe gidiyorum. Sıradan bir gün... Mutlaka yapılması gereken, ama sıradan işler... Mutlaka edilmesi gereken, ama sıradan telefonlar... Lokantaya gitmek için taksiye biniyorum: “Aman, bir de park derdi olmasın!..” Parayı öderken, taksi şoförüne makbuz imzalatmayı unutmuyorum. Lokantada da tanıyorlar beni. Mevsim sonbahara yeni döndüğü için, paltom, pardesüm yok... Girişteki aynaya bir göz atıyorum: Belki çarpıcı bir güzelliği olmayan, ne ki çok hoş, çok bakımlı bir kadınım işte!.. Aynadaki suretime gülümsüyorum; o da, çapkın çapkın bana gülümsüyor. İki parçalı, açık renkli etek-ceket takımı, ipek bluz, Lui Vuyşon çanta, Gucci iskarpinler; gergin ve parlak çoraplar... Herşey uyumlu, makul ve olgun... Yalnızca ceketimin cebinden fırlayan rengarenk ve köpük köpük ipek mendil, içimdeki fırtınayı azıcık yansıtıyor gibi... Ve o da, yakamdaki ağırbaşlı broşla dengelenmiş...
Beklediğim konuğun gelip gelmediğini soruyorum.
-“Henüz gelmedi, efendim!..” diyor başgarson. Önceden ayırtmış olduğum cam kenarı masaya kadar bana refakat ediyor; masaya iyice yaklaştığımızda, zarifçe öne geçip iskemlemi tutmayı da ihmal etmiyor. Yerime oturduktan sonra, gözlerimi etrafta gezdiriyorum: Yığınla tanıdık yüz... Birçoğuyla selamlaşıyoruz. Çantamdan sigara paketimi ve çakmağımı çıkartıyorum; ama çevrede dolanıp duran komilerden biri telaşla yanıma seyirtiyor ve sigaramı yakıyor. İlk nefesi çekmek için başımı havaya kaldırırken Orhan giriyor içeri. O!.. O olduğunu biliyorum. Hiç karşılaşmamış olduğumuz halde biliyorum. Başgarson telaşla ona doğru yöneliyor. Birkaç kelime konuşuyorlar ve ikisi birlikte masaya doğru ilerliyorlar. Başgarson masanın ucunda kalırken Orhan doğruca yanıma ulaşıyor. Gözlerinde bir şaşkınlık!.. Bir hayranlık!.. Kısa, çok kısa bir an birbirimize bakakalıyoruz. Kendimi toparlamaya çalışarak,
-“Orhan bey...” diye mırıldanıyorum. Ona doğru uzattığım eli büyük bir zerafetle kavrıyor ve dudaklarına götürüyor. Telaşlanıyorum. İş görüşmelerinde, erkeklerin el öpmesi, alışılagelmiş bir davranış biçimi değil... Elimi çekemiyorum ama, herhalde biraz kasılıyorum. Orhan bunu algılayınca, avucunda tuttuğu elimi bırakıyor; gözlerini benden ayırmadan masanın etrafında dolaşarak karşıma geçiyor ve oturuyor. Ama ben kaçırıyorum gözlerimi ondan. Bir süre yanıbaşımızda dört dönen garsonlara yemek ısmarlamak, içki seçmek, servise gözkulak olmakla oyalanıyoruz. Garsonlar çekildiğinde, yemek tabaklarının üstünden yine gözgöze geliyoruz. Kalbim, yıllardır sakin sakin ikamet ettiği yerden kopmak ister gibi gelip gelip kaburga kemiklerimden oluşan duvara tosluyor... Orhan, gözlerini gözlerimden ayırmadan uzanıp şarap kadehini sağ eline alıyor. Usulcacık,
-“Tanıştığımıza çok memnun oldum!” diye mırıldanıyor ve içkiyi dudaklarına götürmeden önce benim bir yudum almamı bekliyor.
Birlikte yediğimiz o ilk yemeğin bütün ayrıntılarını hatırlayamıyorum. Hele neler konuştuğumuzu; asla!.. Yalnızca, yemek boyunca konudan konuya atlayarak hızla konuştuğumuzu; herikimizin de birbirimize anlatacak yığınla anı, olay, düşünce bulduğumuzu biliyorum. Orhan’ın biçimli elleri, içinde kıvılcımlar çakan maviş gözleri ile muhteris dudakları ve inanılmaz kılıksızlığını simgeleyen suret, daha ilk gün, hatta ilk anda, beynimin kıvrımları arasına yerleşiyor. Düşlerimde artık, başkaları olmayacak; ne kadın ne erkek; onu da daha ilk anda biliyorum. Artık yalnızca Orhan!.. Yüzünde bana duyduğu hayranlık apaçık okunan Orhan!.. Kendi yüzümde de benzer bir açıklıktan kuşkulandığım için, zaman zaman, ifademe hakim olmaya çalıştığımı da hatırlıyorum.
Yemekten sonra, hemen ertesi gün bir kere daha buluşmaya karar veriyoruz. Pekçok konuya girdik ama, tek kelime iş konuşamadık. Öğledensonra Orhan, iş yerime telefon ediyor. Acele acele konuşarak aramızdaki sorunun, benim isteğim doğrultusunda çözülebileceğini bildiriyor. Ama ertesi günkü yemek konusunda ısrarlı...
-“Bir tür kutlama olur!..” diyor.
Neyin kutlaması?.. Bilmiyorum. Düşünmüyorum. Umursamıyorum.
O akşam evde, uzun zamandır olmadığım kadar neşeliyim. Güzel bir sofra hazırlıyorum; salata için özeniyorum. Ceyhun, sofrayı görünce;
-“Hayrola, misafir mi bekliyoruz?” diye soruyor. Çocuklar farkına bile varmıyorlar: İkisi de bir an önce yemeği bitirme telaşındalar... Yemek boyunca üçüyle de sohbet etmeye çalışıyorum. O gün başıma gelen gülünç bir olayı anlatmaya başlıyorum; kimse ilgilenmiyor. Sorular soruyorum: Tek kelimelik cevaplar... Ceyhun, herzamanki gibi, beni dinlemekten çok televizyondaki haberleri izliyor. Çocuklar, kendi aralarında, adeta anlaşılmaz bir dille, belirsiz bir sorunu tartışıyorlar. Coşkum yavaş yavaş duruluyor. Masayı önce çocuklar terkediyorlar. Ceyhun, gözlerini ekrandan ayırmadan masa başındaki yerinden televizyonun tam karşısındaki büyük koltuğuna geçiyor. Az sonra uyuklamaya başlayacak. Ben, özenle hazırlanmışlığından hiçbir iz kalmamış olan masaya dirseklerimi dayıyor ve yüzümü avuçlarımın içine alıyorum. Yüzüm alev alev yanıyor.
İkinci buluşmada, Orhan gelip beni şirketten alıyor. Arabası da üstü başı gibi... Boyası yer yer bozulmuş; günlerdir, hatta belki haftalardır yıkanmadığı açıkça belli; güneş siperliklerinden biri kopuk; jant kapaklarından biri düşmüş... Benim özenli şıklığım, arabayla büyük bir çelişki yaratıyor. Karmaşık yollardan geçerek denize ulaşıyoruz. Orhan,
-“Anacaddeleri sevmiyorum,” diyor, “Anacaddelerde kentlerin ruhu yokoluyor. Dünyanın bütün kentlerinde anacaddeler, üç aşağı beş yukarı birbirine benziyorlar.
Ona hayretle bakıyorum:
-“Hiç böyle düşünmemiştim.”
-“Güzel olan, sokaklardır!.. Sokakları çok severim,” diyor Orhan.
Ona hak veriyorum.
Ah Orhan!.. Ah Orhan!.. Yavaş yavaş, hayır, bütün hızıyla esir alıyor ruhumu; yalnız ruhumu da değil, beynimi, yüreğimi, bedenimi; herşeyimi!.. Onu düşünmeden geçirdiğim tek bir an bile yok artık!.. Bütün gün arasın diye bekliyorum. Aradığı zaman, görmek için sabırsızlanıyorum. Aramadığı zaman, neden aramadı diye çıldıracak hallere giriyorum. Ben!.. Koskoca kadın!.. Müjde’den beter durumdayım. Orhan’ın bunu bana nasıl yaptığını anlayamıyorum.
Hıh!.. Anlayamıyormuşum!.. Yalan!.. Hihihihi!.. Anlıyorum işte; neden anlayamayacakmışım ki!.. Hem zaten: Bütün bu anlattıklarım; yani bunların hepsi, ama hepsi, tamamı, bütünü, külliyen yalan!.. Yalan!.. Yalan!.. Yalan!.. Hihihihi!..
O tarafta olmuş olsaydım ve onlar bana doğru soruları sormuş olsalardı, herhalde bu anlattıklarımı anlatırdım. Üstelik, anlattıklarıma kendim de inanırdım. Vallahi de inanırdım billahi de inanırdım!.. O tarafta yaşamanın başka yolu yoktur ki: Söylediğiniz yalanlara önce siz inanacaksınız! Başka türlüsü olmaz!.. Başka türlüsü, insanı delirtir.
Şimdi bu taraftayım ve onlar hiçbir şey sormuyorlar ve ben de onlarla konuşmuyorum. Ben artık kimseyle konuşmuyorum. Ben bur’da, bu tarafın, seslerden ve renklerden, derinlikten ve zamandan arınmış loşluğunda, kendi kendime geçmişi hatırlıyorum. Yalanlar başkaları içindir. Doğrunun ne olduğunu ise, ben biliyorum:
Orhan’ı önceden tanıyordum. Hiç değilse, uzaktan... Bizim çevrede herkes, bütün kadınlar ondan bahsediyordu. Çok yakışıklı, çok pervasız olduğunu söylüyorlardı. Çok güzel bir kadınla evli olduğunu, ama kentin en hızlı zamparalarından biri olarak rekor üstüne rekor kırdığını söylüyorlardı. Elinden bir uçanla kaçanın kurtulduğunu anlatıyorlardı.
Bense, o aralar, müthiş sıkılıyordum.
Ceyhun’tan uzaklaşmıştım. Galiba çok uzun süredir birlikteydik.
Çocuklar benden uzaklaşmışlardı. Galiba büyümüşlerdi.
Yalnızdım. Kendimi yapayalnız hissediyordum. Galiba yaşlanıyordum. Yaşlanmaktan nefret ediyordum. Ve galiba biraz da korkuyordum.
Kızlardan birinin evi... Sekiz-dokuz tane kız... Lafın gelişi kız; en gencimiz otuzlu yaşların sonlarında... Hemen hemen hepimiz aynı yaştayız. Liseden beri arkadaşız. Yıllardır, ayda bir kez, birimizin evinde toplanırız. Herkes her toplantıya katılmaz da, kim gelebiliyorsa o gelir... Bu toplantılarda, kadın kadına konuşulabilecek hemen hemen herşeyi konuşuruz. Yani, hiç değilse, konuşuyormuş gibi yaparız.
İçimizden biri,
-“Helada zarif olmaya olanak yok!..” diyor, “Bacaklar ayrık... Donun düşmüş... Göbek dışarı fırlamış!.. Yüzünde sıkıntılı bir ifade!.. Allah kahretsin!.. Ben kocamın bile beni öyle görmesini istemem.”
Gülüşüyoruz; ama gülüşlerimizde hafif bir acılık var: Eskiden bunları konuşmazdık.
Ben,
-“Ona bakarsan, sevişirken de zarif olmuyor insan!..” diyorum.
Yine hafif kıkırdamalar...
Bir başkası,
-“Ner’den biliyorsun? Yoksa tavana ayna mı koydurdun? Sen yok musun sen, onu da yaparsın vallahi!..” diye söyleniyor.
Ben,
-“Canım, aynaya ne gerek var?.. Biliyorum işte!..” diyorum.
İlk konuşan, bana,
-“Sen ona aldırma!.. O unutmuştur sevişmenin nasıl bir şey olduğunu, sevişmeye sevişmeye!..” deyiveriyor.
Aynadan sözeden sivridilli arkadaşımız, kıpkırmızı kesiliyor.
Ben,
-“Yani insan, sevdiği adama, en çirkin haliyle görünmek zorunda!..” diye sürdürüyorum,
-“Fimlerde hiç öyle olmuyor ama, şekerim!..” diyor biri.
Bir başkası,
-“Filmlere bakma sen!..” diyor, “Gülşen haklı!.. Siz hiç filmlerdeki gibi ağzı burnu birbirine denk getirerek öpüşmeyi denediniz mi? Ben denedim: Olmuyor!”
Yine kıkırdıyoruz.
-“Zerafet!..” diye mırıldanıyor bir başkası, “Bütün bunlar, biraz da, zerafetten ne anladığınıza bakar!”
Ben,
-“Yok, yok!..” diyorum, “İşin doğrusu şu: İnsan, doğal haliyle hiç zarif değil!.. Aslına bakarsanız, beni çok rahatsız ediyor bu düşünce.”
İlk konuşan,
-“Beni de!..” diyor, “Ayol, ben hala, kıllarım uzadığı zaman, adamı yanıma uğratmıyorum.”
Sivridilli, alaylı,
-“Ayol, hala mı?..” diye mırıldanıyor, “Vallahi pes!.. Duyan da, adam, her gece, her gece istiyor sanacak!”
-“Ne sandın!..” diyor beriki.
Bu defa kıkırtılarımız biraz daha tiz, biraz daha sinir yüklü...
-“Bir yığın tabu!..” diyorum düşünceli düşünceli.
-“Öyle!..” diyor biri.
-“Ayol, delisiniz siz!..” diyor sivridilli, “Tabu mabu!.. Zerafet merafet!.. Bunları artık ne takıyorsunuz kafanıza? Kaç yaşımıza geldik!.. Kaçar yıllık evliyiz!.. Zerafeti mi kalmış!.. Tabusu mu kalmış!.. Heyecanı mı kalmış!.. Boşverin!.. Olan oldu artık!.. Yakında torun torba sahibi olacağız be!..”
-“Anlaşıldı,” diyor biri, “Sende iş bitmiş!.. Yoksa menopoza mı girdin?”
Gülüşüyoruz ama, yüzlerimiz gergin... Ev sahibi,
-“Çay koyuyorum...” diye kalkıyor yerinden.
Biri,
-“Ayperi yine gelmedi!..” diye yorum yapıyor.
Başka biri.
-“Kaç seferdir gelmiyor!..” diyor.
Ben,
-“Geçen gün bana telefon etti; evine çağırdı,” diye anlatıyorum.
Hepsi birden meraklanıyorlar:
-“Gittin mi?.. Nasıldı?..” diye soruyor, sanki kurulmuş gibi aynı anda birkaçı birden.
-“İyi değildi... Çok bırakmış kendini!..” diye cevaplıyorum.
-“Nasıl bırakmasın, şekerim!..
-“Kolay mı?..”
-“Onca yıl sonra!..”
Kısa bir sessizliğin ardından,
-“Hepimizin başına gelebilir!..” diyor biri, “Hiçbir şeyin garantisi yok ki!..”
-“Ben olsam, boşanmazdım,” diyor bir başkası.
-“Boşanmayıp da ne yapacaksın?.. Ayperi de az direnmedi. Ama çocukları, kendi çocukları bile yalnız bıraktılar kadını!..” diyor ev sahibi.
-“Aslında, onun kocasıyla arası hiç iyi değildi zaten. Hem de taa en başından beri...” diyor sivridilli.
Ev sahibi,
-“Kızlar, haberiniz oldu mu bilmem ama, Ayperi de, adamın birine tutulduydu, bundan birkaç yıl önce!..” diyor.
Hepimiz ona bakıyoruz. İlk konuşan, ben oluyorum:
-“Hayret!.. Hiç haberim olmadı.”
Kızların çoğu onaylayarak baş sallıyorlar.
Biri,
-“Eee, sonra ne oldu?..” diye soruyor.
Ev sahibi,
-“Vallahi, bütün ayrıntıları bilemiyorum tabii, ama...” diye naza çekiyor kendini.
Ben,
-“Adam kimmiş?.. O da, Ayperi’yi sevmiş mi?” diye soruyorum.
Ev sahibi,
-“Seviyormuş. Hem de deliler gibi... Tabii, ben, Ayperi’nin yalancısıyım.”
-“Eee?..” diyerek sabırsızlıklarını belli ediyorlar kızlar.
-“Adam boşanmasını istemiş Ayperi’den. Boşan da evlenelim diye tutturmuş.”
-“İster mi ister!.. Güzel kızdır Ayperi...”
Ev sahibi,
-“Bir süre ne yapacağını bilemedi. Çılgın gibiydi. Boşa koysa dolmuyor; doluya koysa almıyor! Sonunda duruldu tabii. Bir anlık bir çılgınlık için, onca yıllık evliliğini, düzenini bozamayacağını söyledi bana. Olacak iş mi, düşünsenize!.. Bir macera uğruna kalk, herşeyin altını üstüne getir!”
Kızlar onaylarcasına baş sallar iç geçirirlerken ben yüksek sesle konuşuyorum:
-“Eee şimdi n’oldu peki? Bu defa da kocası, bir macera uğruna herşeyin altını üstüne getirmedi mi? Ayperi’nin payına da yalnızlık düşmedi mi? Keşke yapsaymış bir çılgınlık!..”
Kızlar hayretle bana bakıyorlar. Ben elime aldığım çay bardağının tam içine dikiyorum gözlerimi ve
-“Öyle değil mi?..” diye ısrar ediyorum.
-“Ya o adama gitseydi de, adam, biraz hevesini aldıktan sonra orta yerde bıraksaydı Ayperi’yi, daha mı iyi olurdu?” diye soruyor evsahibi.
Biraz düşünüyorum. Sonra,
-“Niye bıraksın ki?..” diyorum.
-“E kocası bıraktı ya!..”
-“Canım, Ayperi’yle kocası birbirlerini sevmiyorlarmış ki!.. Ama bu adam... Seviyormuş. Sen dedin. Ayperi de onu seviyormuş. Değil mi?..”
Bir sessizlik daha oluyor. Sonra,
-“Sevsin!.. Erkeklere güven olmaz!” diyor biri.
Ben,
-“İyi ya işte!.. Demek ki herkes, kendi hayatını yaşamalı!..” diyorum.
Sivridilli,
-“Aaa!.. Sana bir haller olmuş vallahi Gülşen!..” diyor.
-“Belki o da birine tutulmuştur!” diyor ilk konuşan, sivridilliye bakıp sırıtarak.
Gülüşüyoruz. Damağımda acı bir tat var...
Hangi akla uyup da aramıştım Ayperi’yi, bilmiyorum. Orhan’a aşık olmamdan önce miydi, sonra mıydı; onu da hatırlamıyorum. Boşandığını duymuştum. Boşanmış, daha doğrusu kocasının bir başkası için boşadığı bir kadının hali nasıl olur diye merak mı etmiştim, acaba? Bilmiyorum, hatırlamıyorum.
-“Telefonla olmaz. Kalk gel!..” diye tutturmuştu, “O pezevenkten boşandım boşanalı, kapımı çalan kalmadı gibi bir şey!.. Madem aradın, bari gel!..”
Ayperi’nin kapısını çalarken elimde koca bir buket kır çiçeğiyle bir şişe de şarap!.. Kapının açılması için uzun süre beklemem, bu arada zile birkaç kez daha dokunmam gerekmişti. Kapının ardından ölgün sesini duymuştum:
-“Geliyorum, dur!.. Patladın mı?.. Geberesice!.. Beş dak’ka bekleyemez!..” Kapıyı açıp da beni görünce, şaşkınlıktan gözleri yerinden uğramıştı:
-“Gülşen!..”
-“Gel dedin, geldik işte!..”
-“Dedim ama, hiç ummuyordum. Benim oğlan sanmıştım. Ya da kapıcı... Ne bileyim!..”
Ben hiçbir yorum yapmadan beklemiştim; o, geriye doğru çekilip bana yol vermişti. İçerde, gönülsüzce sarılıp öpüşmüştük. Çiçekleri eline tutuşturmuş, şarabı ise mutfağa götürüp buzdolabına koymuştum. Geri döndüğümde, Ayperi, çiçekler elinde, antrede öylece dikiliyordu.
-“Dağınıklığın kusuruna bakma!..” demişti bana, “Kadına yol verdim. İşlerin altından kalkamıyorum. Doğrusu bu ya, canım da hiç iş yapmak istemiyor.”
-“Salonda mı oturacağız?”
-“Salon mu?.. Ha evet, evet!..”
Çiçekleri antredeki tırnağın üstüne öylece bırakıvermişti Ayperi. Karşılıklı iki koltuğa çökmüştük koca salonda.
-“İyi görünmüyorsun!” demiştim.
-“Nasıl iyi olabilirim? Bu yıl yirmiikinci yıldönümünü kutlayacaktık evliliğimizin. Şimdi, şu halime bak!..”
-“O kadar olmuş muydu?”
-“Olmuştu ya!.. İlk ben evlenmiştim; hatırlamıyor musun? Lise biter bitmez...”
-“Hepimiz seni kıskanmıştık.”
Çantamdan sigara paketi ile çakmağımı çıkartmıştım.
-“Sigara içer misin?” diye sormuştum Ayperi’ye. Eskiden içmediği halde, uzattığım paketten bir sigaraya çekip almıştı.Elleri titriyordu. Önce onun sigarasını yakmıştım.
-“En güzeliniz bendim, değil mi?” diye sormuştu Ayperi, dumanı içine çekerken. Sesi ağlamaklıydı:
-“Sınıftaki kızların, hatta belki okuldaki kızların en güzeli... Bendim, değil mi?.. Bir de şimdi bak!..”
Susmuştum. O devam etmişti:
-“Tapardı bana o alçak. Yıllarca sömürdü güzelliğimi. Sonra da siktirdi gitti! Şu halime bak! Eski güzelliğimden eser kalmadı!.. Yaşlandım!.. Bittim!.. Mahvoldum!.. N’apacağım ben şimdi, ah n’apacağım?”
-“Canım,” demiştim, “Sen yine güzelsin. Moralin çok bozuk!.. Yapma Allah aşkına!. Dünya yüzündeki tek erkek o değil ya!.. Hem boşanan tek kadın da sen değilsin!”
-“Sus sus!..” demişti, “Sen anlamazsın! Sen anlayamazsın!.. Başına gelmedikçe, anlamıyor insan. Çok zor!..”
Birden yerinden fırlamış, salon kapısına doğru koşturmuştu. Ben, yerimden kıpırdamaksızın beklemiştim. Döndüğünde, gözleri kızarmıştı. Yeni yıkadığı anlaşılan yüzü şişmiş gibiydi. Perişan görünüyordu.
-“Şarabı açalım mı?” diye sormuştu.
-“Ya, ne iyi olur!..” demiştim.
-“Sen açabilir misin?” diye sormuştu.
-“Olur!..” diyerek mutfağa geçmiştim yine.
Ayperi arkamdan,
-“Çay da içebiliriz, istersen!” diye seslenmişti.
-“Yok!..” demiştim, “İşteyken, bütün gün çok çay içiyorum. Hem, azıcık kafa buluruz, fena mı!..”
Ayperi içerden bana duyurmak amacıyla olsa gerek ki bağırarak,
-“Keşke ben de çalışsaydım; çalışıyor olsaydım!” demişti, “Adi herif!.. İzin vermedi ki!.. Üniversiteye gitmemi bile istemedi. Sınava gireceğim gün kaçırdı beni; kıra götürdü arabasıyla. Gençlik işte!.. Öyle seviyordum ki onu, boşverdim sınavı mınavı. Aldırmadım. Babam küplere binmişti. Rahmetli!..”
Mutfaktan seslenmiştim:
-“Şarap bardaklarını bulamıyorum.”
-“A, onlar bur’da; büfede!.. Sen şişeyi al, gel!.. Açacağı buldun mu?”
-“Buldum.”
-“Açabiliyor musun?”
-“Açtım bile...”
-“Sahi mi?.. Ne güzel!.. Ben hiç beceremem.”
Hafifçe terlemiş şarap şişesi elimde, salona dönmüştüm. Ayperi, büfeden iki kadeh çıkartmıştı. Kadehleri de ben doldurmuştum. Birini ona verip;
-“Yeni yaşamın için!..” demiştim.
Ayperi ters ters bakmıştı yüzüme.
-“Ha’di!..” diye ısrar etmiştim, “Bir anlamda, senin için de yeni bir fırsat, bu olay!.. Bildiğim kadarıyla çok da iyi anlaşmıyordunuz.”
Kadehimi kaldırmış, onun da kaldırmasını bekliyordum. Ayperi omuzlarını silkip bir yudumda yarısını devirmişti içkisinin.
-“Anlaşamadığımız doğru!..” demişti, “Anlaşmak mümkün değildi ki!.. Evlenir evlenmez başladı çapkınlığa. Nasıl idare ettim bunca yıl, bir ben bilirim, bir de Allah! İşte, o kadar idarenin sonu da bu oldu! Ne işe yaradı yaptıklarım, ne işe yaradı onca fedakarlık?..”
-“Niye katlandın?” diye sormuştum bunun üzerine.
-“Bilmem!.. Ne yapmalıydım yani?.. Evlenir evlenmez üstüste üç çocuk!.. Üniversiteye gitmemişim. Çalışmıyorum. Ne yapabilirdim ki?..”
-“Madem anlamıştın çapkın olduğunu, neden üç çocuk yaptın, Allah aşkına?”
-“Eve bağlanır, uslanır, diye düşündüm. Herkes öyle diyordu.”
Birkaç dakika sesimizi çıkartmadan şaraplarımızı yudumlamıştık. Bu arada Ayperi, oturduğu koltukta, ayaklarını altına almıştı:
-“Şimdi, çocuklar bile beni suçluyorlar. Ner’deyse, babalarını benim evden kaçırttığımı demeye getiriyorlar. Huysuz olduğumu söylüyorlar. Daha neler neler!..”
-“Aldırma!.. Çocuk onlar!..”
-“Neresi çocuk?.. En küçüğü onsekiz yaşında... Ben o yaştayken çoktan evlenmiştim.”
Tam o sırada, parmağını şaraba batırıp kadehin kenarında gezdirmeye başlamıştı. Birkaç dakika da çıkan billursu sesi dinlemiştik sessizce.
-“Öbür kadın çok hoşmuş!” demişti sonra.
-“O da evli miymiş?” diye sormuştum usulca.
-“Hayır, dulmuş!.. Şen dul!.. Düşüp kalkmadığı adam kalmamış koca kentte. Biliyor musun, benden genç tabii ama, öyle çok genç de değil, yani.”
Konuşacak gibi olmuş, konuşamamıştım. Başımı öne eğmiştim. Ayperi homurdanmıştı:
-“Orospu!..Yuva yıkan orospu!.. Benim kocamdan başka aptal bulamadı tabii kendisini o halle alacak!”
Yüzüne boş boş bakmıştım. Hiç aldırmadan devam etmişti:
-“N’apacağım ben şimdi? Böyle yapayalnız olur mu?.. Ama bu yaştan sonra kimi bulursun? Nasıl bulursun? Kim bakar artık yüzüme benim?..”
-“Bir işe girsen!..” diyecek olmuştum.
-“Hiç çalışmadım ki ben!.. Hiçbir işten anlamam ki!.. Ne yapabilirim ki?.. Hizmetçilik mi?..”
Gözleri dolu doluydu. Gözlerine bakmamak için kadehlere yeniden şarap koymaya sıvanmıştım.
-“Param da yok, biliyor musun!..” demişti, “Kocam, yani eski kocam olacak namussuz, sadaka verir gibi her ay üç-beş kuruş tutuşturuyor elime.”
-“Ev?..”
-“Evi, lütfetti, bana bıraktı. Aslına bakarsan bu evi, babamdan kalan parayla almıştık.”
-“Kimin üstüneydi?..”
-“İkimizin... Kendi payını da bana devretti.”
“Sat bu evi!..” demiştim, “Sat!.. Yerine daha küçük bir ev al!..Çocuklar nasıl olsa gidici... Hem galiba, büyük evlenmişti, değil mi?..”
-“Büyük evlendi. Ortanca, Avrupa’da... O da başının çaresine bakıyor. Bir tek küçük oğlan benimle... Üniversiteye yeni başladı.”
Israr etmiştim:
-“İyi ya işte!.. Evi satarsın; paranın bir bölümüyle küçük bir ev alırsın. Kalanıyla belki bir araba... Üst tarafı da seni rahat rahat geçindirir!”
-“Yapamam, Gülşen!” demişti Ayperi.
-“Neden?..”
-“Yapamam! Beceremem! Korkuyorum!”
-“Hay Allah!..” demiştim.
Yine susmuştuk.
-“Sen anlamazsın, anlayamazsın!” demişti Ayperi.
-“Neden anlayamayacakmışım canım?”
-“Sen beceriklisin! Sen hem işini çekip çeviriyorsun hem kocanı!..”
-“O ne demek öyle?..” diye sormuştum.
-“Senin kocan melek gibidir. Senin sözünden bir adım dışarı çıkmaz!”
-“Öyle mi?..”
-“Öyle değil mi?..”
-“Bilmem!..” demiştim.
-“Bunca yıldır bir tek olayını, çapkınlığını duymadık!” demişti Ayperi.
-“Ya, duymadık, değil mi!” diye tekrarlamıştım ben de. Ayperi salak salak yüzüme bakmıştı.
Doğru söylüyordu: Duymamıştık! Olmamıştı! Ceyhun, hiç çapkınlık yapmamıştı. Ceyhun, iyi aile babası!.. Ceyhun, iyi koca!.. Ceyhun, iyi baba!.. Ceyhun, melek!.. Ceyhun, dünyanın en sıkıcı adamı!.. Aşk evliliği yapmamıştım ben; benimki bir mantık evliliğiydi. Belki de o yüzden o kadar sıkılıyordum. Belki de o yüzden aşka aç gibiydim. Belki de o yüzden, hiçbir flört girişimini geri çeviremiyordum. Geri çeviremiyor ama, belli bir noktadan ötesine de geçemiyordum.
O gün, “Keşke Ceyhun’la Ayperi evlenseydi,” diye düşündüğümü hatırlıyorum!.. Mutlu mutlu yaşar giderlerdi. Güvenlik içinde!.. Ceyhun, Ayperi’nin üstüne titrer; Ayperi, Ceyhun’un eline bakardı. Düzenli olarak haftada iki kere sevişirler; sevişmeden önce ve sonra mutlaka duş alırlardı. Sevişecekleri günü, hatta saati, ikisi de önceden bilir, ona göre hazırlanırlardı.
Ceyhun’u sevmiyorum. Günü, saati, dakikası önceden belirlenmiş sevişmeleri sevmiyorum. Herşeyin hep aynı biçimde yapılmasını sevmiyorum. Ama bunu şimdi biliyorum; şimdi farkına varıyorum bunun, burada ve şimdi; o zaman, onlarla birlikte ve o taraftayken bilmiyordum. O zaman bildiğim tek şey oydu ki, vücudum, değişiklik istiyor; ruhumsa, çapkınlık yapmak... Artık küçük işyeri flörtleriyle yetinemiyordum. Artık aşık olmak istiyordum. Sıkı sevişmeler istiyordum artık. Gerçek aşklar... Gerçek sevişmeler...
Yani... Yanisi şu: Bir bahane yaratıp o iş ilişkisini bizzat ben kurdum. Sonra işi yokuşa da ben sürdüm. Böylece yemeği ayarlamış oldum. O gün özellikle giyindim, özellikle süslendim; özel olarak taktım takıştırdım. En pahalı parfümümü kullandım o gün. Tırnaklarımı ve dudaklarımı özellikle koyu renklere buladım.
Hiç de utanmadım bunları yaparken. Utanmam için sebep yoktu. Çünkü galiba, kendi kendime de yalan söylüyor ve kendi söylediğim yalanlarla kendimi kandırmayı çok iyi başarıyordum. Hep yalanlarla yaşamaya alışmıştım zaten.
Yanlış adam!.. Yanlış seçim!.. Aşık olmak için yanlış adamı seçmiştim. Beni gördüğünde dili filan tutulmadı Orhan’ın. İpek bluzumun fazlasıyla dekolte oluşu, giysilerim, bakımlı oluşum, vesaire, onu hiç ilgilendirmedi. Aklı fikri işteydi. Bense, çoktan aşık olmuştum ona. Mavi gözlerine... Biçimli ellerine... Kılıksızlığına...
Şu kadarı doğru: O sabah berbere gitmiştim, o doğru. Bunda olağandışı bir yan yoktu, o da doğru. Yıllardır, haftada en az iki kere berbere giderim. Ve yıllardır aynı berbere... Berberde herkesin tanıdık olduğu da doğru.
O gün çok işimin olduğu, doğru... İşleri sıraya koymak; arada hiç zaman kaybetmemek zorunda olduğum... Berberden sonra işe gittiğim de doğru. Sıradan bir gün... Mutlaka yapılması gereken, ama sıradan işler... Mutlaka edilmesi gereken, ama sıradan telefonlar... Lokantaya gitmek için taksiye bindiğim doğru: “Aman, bir de park derdi olmasın!..” Parayı öderken, taksi şoförüne makbuz imzalatmayı unutmuyorum. Lokantada tanındığım da yalan değil...
Beklediğim konuğun gelip gelmediğini soruyorum gerçekten de.
-“Henüz gelmedi, efendim!..” diyor başgarson. Önceden ayırtmış olduğum cam kenarı masaya kadar bana refakat ediyor; masaya iyice yaklaştığımızda, zarifçe öne geçip iskemlemi tutmayı da ihmal etmiyor. Yerime oturduktan sonra, gözlerimi etrafta gezdiriyorum: Yığınla tanıdık yüz... Birçoğuyla selamlaşıyoruz. Çantamdan sigara paketimi ve çakmağımı çıkartıyorum; ama çevrede dolanıp duran komilerden biri telaşla yanıma seyirtiyor ve sigaramı yakıyor. İlk nefesi çekmek için başımı havaya kaldırırken Orhan giriyor içeri.
Bundan sonrasıysa şöyle: O!.. O olduğunu biliyorum. Daha önce, çeşitli yerlerde uzaktan görmüşlüğüm var. Başgarson telaşla ona doğru yöneliyor. Birkaç kelime konuşuyorlar ve ikisi birlikte masaya doğru ilerliyorlar. Başgarson masanın ucunda kalırken Orhan karşıma oturuyor. Ben;
-“Orhan bey...” diye mırıldanıyorum. O;
-“Geç kaldım!..” diyor kabaca. “Fazla vaktim yok!..” diye eklemeyi de unutmuyor. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyorum. Bir garson koşturup geliyor. Bir süre yemek ısmarlamak, içki seçmek, servise gözkulak olmakla oyalanıyoruz. Garsonlar çekildiğinde, onun yemeğe hamle ettiğini gözlüyorum. Kalbim, yıllardır sakin sakin ikamet ettiği yerden kopmak ister gibi gelip gelip kaburga kemiklerimden oluşan duvara tosluyor... Orhan ise, hemen konuya giriyor: Aramızdaki iş meselesini hemen, oracıkta çözme derdinde...
Birlikte yediğimiz o ilk yemeğin bütün ayrıntılarını hatırlayamıyorum. Hele neler konuştuğumuzu; asla!.. Orhan’ın biçimli elleri, içinde kıvılcımlar çakan maviş gözleri ile muhteris dudakları ve inanılmaz kılıksızlığını simgeleyen suret, daha ilk gün, hatta ilk anda, beynimin kıvrımları arasına yerleşiyor. Düşlerimde artık, başkaları olmayacak; ne kadın ne erkek; onu da daha ilk anda biliyorum. Artık yalnızca Orhan!.. Yüzünde, bir kadın olarak bana ilgisizliği apaçık okunan Orhan!..
İşin doğrusu bu!.. Hihihihi!.. İşin doğrusu!.. Gerçek!.. Gerçeğin, hiç değilse bir kısmı!.. Benim bildiğim kısmı!.. Anlatabildiğim kısmı!.. Ve bur’da, bu tarafta, bunu böylece anlatıvermek ne kolay!.. Bur’da, bu tarafta, bildiğim kadar mildiğim kadar, ama gerçeği, sadece gerçeği, bir tek gerçeği dile getirmek ve kimsenin hiçbir ses duymayacağını, hiçbir yorum yapmayacağını, herşeyin tek bir anın içine hapsolup sonsuza kadar öylece kalacağını bilmek ne güzel!..
Ve bu tarafta gelecek bütünüyle belirsiz; ne var ki insan, ne zaman istese geçmişi canlandırabiliyor. Geçmiş: Orhan kaçıyor, ben kovalıyorum. Orhan sıkılıyor, ben yalvarıyorum. Orhan silkeliyor, ben asılıyorum. Sonunda Orhan’ı o kadar canından bezdiriyorum ki, benimle bir otel odasında buluşma fikrine olur vermek zorunda kalıyor. Olur vermeye veriyor da, sonra oraya gelmiyor. Ben, buna benzer bir otel odasında Orhan’ı bekliyorum. Çırılçıplağım. Yataktayım. Bekliyorum. Ve Orhan gelmiyor.
Hihihihihi!.. O gün de yapabilirdim; bugün yaptım. O otel odasında değil de bu otel odasında!.. O gün, o otelin odasındaki ayna da bunun kadar büyük müydü? Bilmiyorum! Ama o otelin odasında, o aynada gördüğüm suret, bu otelin odasında, bu aynada gördüğüm surete çok benziyordu: Tombulca; rasgele taranmış saçlarının boya zamanı çoktan gelip çoktan geçmiş; tırnakları kırık; boynu ve ayak bilekleri ve ayak tabanları epeyce kirli, kıllı bir kadın!..
Hihihihihi!.. Bu ben miyim?.. Daha çok Ayperi’yi andıran bu suret, gerçekten bana mı ait?.. Ben ki yıllardır Ayperi’yle, Ayperi gibilerin hepsiyle, kızlarla, herkesle dalga geçmişim için için!.. Ben ki kendimi çapkın bilirim!.. Ben ki bir yığın adamla, bir yığın kaçamak yapmışım!.. Hihihihihi!.. Bir yığın kaçamak!.. Bir kılıksız herife nasıl aşık oldum ben? Nasıl aşık oldum da, kendimi böyle kapıp koyverdim? Nasıl?.. Nasıl?.. Nasıl?..
Hihihihihi!.. Aşk, böyle bir şey mi?.. Yoksa bu, tutku dedikleri mi?.. Ne bu?.. Memelerimin ucunu taşlaştıran, apış aramın sürekli ıslak olmasına yolaçan bu şeyin adı ne?.. Var mı bir adı?.. Ve neden bozuldu bu şey yüzünden benim bütün düzenim?.. Neden bakamaz oldum ben kendime?.. Neden başka hiçbir şey düşünemez oldum? Bilmiyorum! Bilmiyorum! Hiçbir sorunun cevabını bilmiyorum!
Hihihihihi!.. O gün de kaçabilirdim; bugün kaçtım. Orhan’ı beklediğim, gelmeyeceğini sezdiğim halde saatlerce beklediğim o otel odasında değil de, Ceyhun’un sürpriz yaparak yılbaşı geçirmek için çocuklarla beni, adeta zorla getirdiği bu otel odasında.
Aslında çok kolay oldu. Çok kolay!.. Fazla kolay!.. Otele geldik. Odaya çıktık. Ceyhun banyoya girdi. Ben odanın duvarındaki kocaman aynanın karşısında kalakaldım. Baktım, baktım, baktım. Suretim de bana baktı. Suretimin yüzüne baka baka önce üstümdeki bluzu çıkarttım. Sonra eteğimi... Sütyen zaten hep canımı sıkardı. Onu da fırlatıp attım. Çoraptan nefret ederim. Onun için çorap giymemiştim. Sonra donumu çıkarttım. Çırılçıplak kaldım. Meğer ben çırılçıplak olmayı ne kadar severmişim! Aynada, kendi çıplak kendime baktım. Aaa!.. Bir de ne göreyim: Çırılçıplak suretim de bana bakmıyor mu! Tombulca; rasgele taranmış saçlarının boya zamanı çoktan gelip çoktan geçmiş; tırnakları kırık; boynu ve ayak bilekleri ve ayak tabanları epeyce kirli, kıllı bir suret!.. Hihihihihi!.. Elimi ona doğru uzattım. Elim, suretimin eline değdi. Suretim beni bir hamlede bulunduğum taraftan kopartıp kendi tarafına aldı. Galiba tam o anda kendisi de benim bulunduğum tarafa geçti. Çünkü bulunduğum taraftan karşıya baktığımda, yine suretimi gördüm: Ben onun yerini alırken o da benim yerimi almıştı. İyi!.. Artık o düşünsün! O karar versin!.. Kararlar versin!.. Verebiliyorsa!.. Ve o cevaplasın soruları!.. Cevaplayabiliyorsa!.. Becerebilirse!.. Hihihihihi!.. Oraya geçmeyi o istedi. Ben bur’da çok iyiyim; çok çok çok iyiyim ben bur’da. Burada gelecek yok!.. Yok!.. Ben bur’da, yalnız ve yalnız geçmişi düşünebilirim. Geçmişi, geçmiş olanı, olup biteni... Ben, ancak bunu yapabilirim. Bur’da, bu tarafta, bu sessiz olan ve loş olan ve arka planında, boy boy ve çeşit çeşit ve her yaştan ve hepsi de iki boyutlu suretlerin kımıl kımıl kaynaştığı, amma ve lakin hiçbir varlık göstermediği, hiçbir ses çıkartmadığı, hiçbir koku yaymadığı, hiçbir rengi sahiplenmediği ve kimsenin yaşlanmadığı ve kimsenin kilo almadığı bu güzelim yerde, ancak geçmişi düşünebilirim ben. O ise, toparlanmak, kendine gelmek, kilo vermek, saçını boyatmak, manikür, pedikür, ağda yaptırmak; yani yine eski Gülşen olmak için çaba sarfetmek ve onlarla, diğer insanlarla; Ceyhun’la ve Müjde’yle ve Sarper’le ve Ayperi’yle ve Erdal’la ve Burçin’le ve kızlarla ve başgarsonlarla ve garsonlarla ve Murat’la ve hatta Orhan’la konuşmak ve onları dinlemek zorunda ki sıkıntıdan öle öle yaşlanmaya devam etsin ve yaşlanmaktan korkup saçma sapan işler yapsın ve yaptıklarının bedelini ödesin! Ödesin salak!.. O ödesin!.. Hihihihihihi!.. Bütün ödemeleri yaptıktan sonra, belki de bir gün, yani gözlerimin içine yine güzel bir kadın bakarsa eğer, bu kez ben yapışırım eline ve çekip alırım onu or’dan ve yine geçerim o tarafa. Yapar mıyım yaparım! Ama onlara söylemem. Söylemem onlara. Onlar, sorsalar da söylemem. Zaten onlar sormazlar ki!.. Hihihihihi!..

VI.ÖYKÜ
*KIRIK

Çocukken tek oyuncağımdı benim ayna; şimdiyse, galiba tek umudum; tabii eğer, hala bir umut kaldıysa!
Ameliyattan birkaç gün sonraydı; doktor, beni bir kenara çekip, Nezihe Teyze için,
- “Kanser!..” demişti, “Ve maalesef çok geç kalınmış... Biz elimizden geleni yaptık. Yapmaya da devam edeceğiz elbette: Önce radyoterapi, sonra kemoterapi... Allah’tan ve bilimden ümit kesilmez ama, bana sorarsanız, bu hanımın bu hastalığı yenmesi sözkonusu değil!.. Çok geç getirdiniz bize. Hastalık metastaz yapmış; kanserli hücreler, her tarafına yayılmış.”
Çok geç!.. “Çok geç getirdiniz bize!..” Yani adam, açıkca, “Kabahat sizde!..” demek istemişti. Dişlerimi sıkarak sormuştum:
- “Ne kadar ömrü kaldı?”
- “Bilinmez ki!..”
Israr etmiştim:
- “Lütfen!.. Sizce ne kadar?..”
- “Ne desem, bilmem ki!.. Bence, en iyi ihtimalle üç-beş ayı geçmez!”
- “Kendisine söyleyecek misiniz?”
Bir an durakladıktan sonra başını yana çevirip bu sayede gözlerini benden kaçırmayı becererek,
- “Biz,” demişti doktor, “Hastaya söylemeyiz ölebileceğini; hasta yakınına söyleriz. Size söylemiş bulunuyorum.”
- “Neden?..” diye sormuştum.
İçini çekip ellerini birbirine kenetlemişti:
- “Gelenek!.. Türk tıbbının geleneği böyle...”
Gelenek!.. Herhalde o kahrolası gelenek sayesindedir ki, Nezihe Teyze’yi toprağa verdikten bunca yıl sonra, bugün, bana da hiçbir şey söylemiyor doktorlarım.
Kanser!.. Onun da adını hiç koymadılar, yalnızca dokundurmakla yetindiler gerçi, ama ben kanser olduğumu, son gittiğim doktorun, bana yaptırdığı o bir yığın testin sonuçları eline ulaştığı zaman kapıldığı telaşı görür görmez, elbette hemen anladım; geri zekalı değilim. Evet evet, hastalığımın adı kanser... Anladığım o ki midemde habis bir ur var... Var olmasına var ama, sanki geçirdiğim o zorlu ameliyat, bu sorunu hepten çözmüş gibi davranıyorlar doktorlarım. Ne için yapıyorlar bunu acaba? Moralimi yüksek tutmak için mi?.. İyi de, böylesine büyük bir bilinmezliğin içindeyken ve böylesine dayanılmaz ağrılar çekerken, morali nasıl yüksek olabilir ki bir hastanın?
Ameliyat masasından kalkalı oniki gün oldu. Karın nahiyemde hiç geçmeyen, zaman zaman yüreğimi de pençeleyen sinsi ve güçlü bir ağrı; belime, sırtıma kadar vuruyor; boğazıma, başıma kadar tırmanıyor; beni daraltıyor. Ne yesem kusuyorum. Avurtlarım birbirine geçti. Aynaya baktığımda görüyorum: Yüzümde ölümün sarısı...
Ve kimse, hiç kimse, hiç bir kimse; tek bir doktor, hemşire, görevli bana, tek bir şey söylemiyor.
Oysa ben, Nezihe Teyze’me öleceğini söylemek zorunda kalmıştım.
- “Beni eve götür Bibiş!” demişti o da bunun üzerine.
- “Ama Bibiş’ciğim, hastanede kalırsan tedavi sürecek. Hiç belli olmaz ki!.. Bakarsın, iyileşmişsin!”
- “Yorma beni, Birsen! Lütfen!.. Eve gitmek istiyorum. Evimde ölmek istiyorum. Pis bir hastane odasında değil: Evimde!..”
O da benim gibi kentin en iyi hastanesinde ve hastanenin de en iyi odasında kalıyordu oysa. Ne olsa, ünümün dorukta olduğu yıllardı.
- “Burası pis değil ki!..”
- “Pis!.. Sen farkında değilsin. Yalapşap temizliyorlar her yeri. Herşey gösteriş!.. Tıpkı yetimhanedeki gibi!.. Ben bunca zahmete, yetimhane gibi bir yerde ölmek için katlanmadım. Eve götür beni!”
Ve bir daha:
- “Lütfen!.. Lütfen!..”
Nezihe Teyze, bana “Lütfen!” diyordu! O Nezihe Teyze ki kimseye yalvarmamış, ben dahil hiçkimseden hiçbir dilekte bulunmamış ömrü boyunca!.. Kaptığım gibi o an çıkartmıştım onu o hastaneden. Doktorlar, hiç itiraz etmemişlerdi. Hatta memnun bile olmuşlardı. Neden?.. Galiba, hastane kayıtlarında bir ölüm eksik olacak diye... Aldırmamıştım: Nezihe Teyze, ona yetimhaneyi, hatta belki de hapishaneyi hatırlatan bir yerde ölmesindi de kim memnun olursa olsundu! Bana neydi!..
Nezihe Teyze derdi ki:
- “Yetimhaneyle hapishane arasında hiç fark yok!..”
Hapishaneyi bilmiyorum; oynadığım birkaç filmde hapishane sahnesi yok değildi ama, gerçeğine çok şükür hiç girmedim; buna karşılık, yetimhanedeki tutukluluk, çıkışsızlık, umarsızlık duygusunu çok iyi biliyorum.
Çocukluğun asla yaşanmadığı bir toplu çocuk evi... Hep birlikte oyun oynayamayan çocuklar... Beraberce şarkı söylemeyen çocuklar... İster toplu halde ister yalnız, hiç kahkaha atmayan çocuklar... Sevilmeyen çocuklar... Ve istenmeyen...
O aynayı elime tutuşturan da Nezihe Teyze miydi acaba?
“Müdür Bey’in kırığı!..” demişlerdi arkasından, işe başladığı günlerde Nezihe Teyze için; “Hapisten yeni çıkmış! Aman bulaşmayın!..” Hapisten yeni çıkmıştı. Çıkar çıkmaz, kimsesizler yurdunun hademe kadrosuna alınmıştı. Müdür Bey’le gerçekten bir ilişkisi var mıydı bilmiyorum ama, ilerlemiş yaşına rağmen, güzel kadındı. Dıştan kaskatı görünürdü; sert, ilgisiz, hatta kendini beğenmiş. Ama yetimhanenin, neredeyse çocuk sayısına eşit sayıda görevliden oluşan memur kadrosunun içinde, çocuklarla, yani bizimle sahiden ilgilenen bir tek oydu.
O aynayı da elime tutuşturan Nezihe Teyze miydi ki? Hasta yatağımda geceleri yalnız kalmayayım diye miydi?
O ayna sayesinde, kimbilir kimin evinde ıskartaya çıkıp da yetimhaneye bağışlanmış ve böylece sahiplerine, bir de bedavadan iyilik yapma zevki vermiş ve elbette ki pencereye kısa gelmiş olan kirli perdeleri kolayca aşarak olduğu gibi içeri dolan sokak lambası ışığında, mimiklerle kişilik kazandırdığım çeşit çeşit yüzle konuşa güle geçirmiştim, bitip tükenmek bilmeyen ağrılı sancılı ve yalnız geceleri.
Ve sonunda ayna, elimden kayıp taş zemine düşmüş; kırılmıştı. Ve ayna kırıldığında ben sanmıştım ki, yüzümün bir yarısı kırığın bir yarısında ve yüzümün diğer yarısı da kırığın ikinci yarısında görünecek. Ama öyle olmamıştı. Kırığın bir yarısında da ben vardım; kırığın ikinci yarısında da ben vardım. Bir de sahici ben vardım: İkisi safi görüntü, tam üç tane ben olmuştuk. Kırık aynayı elimden Nezihe Teyze almıştı. Kırıklar atılmış, üç benden ikisi çöpe gitmiş, ama biri iyileşmişti.
Aynur Teyze:
- “Ayna kırdın, uğursuz!” demişti.
- “Niye öyle diyorsun?” diye sormuştum.
Gülmüştü Aynur Teyze:
- “Ayna kırmak uğursuzluktur. Yedi yıl işin rast gitmeyecek!” diye bildirmişti hükmünü.
Ben ağlamıştım. Nezihe Teyze beni kucaklamış ve
- “Yalan söylüyor!” diye fısıldamıştı kulağıma, “Ayna kırıldı ve sen iyileştin. Unuttun mu?.. Uğursuzluk bunun neresinde?..”
Az sonra mutfakta, dişlerinin arasından adeta tıslayarak Aynur Teyze’yi tehdit ettiğini duymuştum:
- “Uğursuz senin babandır, anlaşıldı mı! O kıza bir daha bulaşırsan, gözünün yaşına bakmam! Ayağını denk al!”
Aynur Teyze, bir daha benimle asla konuşmadı.
Yurtta, benimle kimse fazla konuşmazdı zaten. İçine kapanık bir çocuktum. Aslına bakılırsa yurtta, kimse kimseyle fazla konuşmazdı. Nezihe Teyze de konuşkan biri değildi. Onun, hiçbir zaman fazla konuşmadığını, sonradan anlayacaktım. Yurttayken de, daha sonra evdeyken de, başbaşa kalabildiğimiz saatlerde, ondan çok ben olurdum gevezelik eden. O, benden de daha fazla içe kapanıktı.
İşte o, çocuklara özgü olan ama bakımsızlık, gıdasızlık ve sevgisizlik yüzünden ağır geçen hastalığın ardındandır ki, yurtta, yalnız kaldığım her dakika, hemen ayna karşısına geçip üstümdeki, başka başka ve herhalde zengin ve mutlu çocuklar için satın alınmış ve küçüldüğü ya da eskidiği için bizlere armağan edilmiş olan, uyumsuz, eprimiş giysi parçalarının yardımıyla çeşit çeşit kılığa girip çıkmak; yüzümü mimiklerle, bedenimi jestlerle biçimden biçime sokmak; bir oda dolusu insan yaratmak; onlarla konuşmak benim için ciddi bir tutku halini almıştı.
Nezihe Teyze hep,
- “Seni, aynalar artist yaptı!” derdi. Canım benim!.. Toprağı bol olsun!
Beni aynalar ve Nezihe Teyze artist yaptı. Tabii bir de Zeki Bey!.. Zeki Bey olmasa ne yapardık acaba?
- “Başkasını bulurduk!..” Nezihe Teyze olsa böyle derdi:
- “Biz, kimseye muhtaç değiliz!”
Nezihe Teyze sayesinde kimseye muhtaç olmadan yaşadım, evet! Ama Zeki Bey’in yardımını da inkar edemem.
- “Ben bu kızın maması filan değilim, “ diye beyan etmişti Zeki Bey’e, Nezihe Teyze;
- “Kız, artist olmak istiyor. Hem güzel hem de yetenekli!.. Ama kimi kimsesi yok!.. Bir ben varım.” Biraz tereddüt ettikten sonra da eklemişti:
- “Uzaktan akrabayız biz.”
Akraba filan değildik oysa. Ben, anası kendisini doğururken ölmüş ve babası tarafından kimsesizler yurduna terkedilmiş bir çocuk; o, hapisten çıkınca yetimhaneye hademe olarak girmiş, bir başına bir kadın: İki kimsesiz insandık, yalnızca.
Onsekiz yaşına girmeme az kalmıştı. Yani, yetimhanenin kapısına konmak üzereydim.
Zeki Bey olmasa belki başkasını bulabilirdik; ama Nezihe Teyze olmasa ben, sokağa düşerdim; bundan eminim. Onsekiz yaşına gelip de devlet tarafından, yasa böyle diye, soğukkanlılıkla yurttan atılan ve kendilerini hiç değilse o yaştan sonra benimseyecek bir ailesi olmayan kızların önünde yalnızca iki yol vardır çünkü. Benim ailem yoktu. Annemin bir ailesi varsa bile, beni hiç tanımayan o insanlar, sürüp sürmedikleri de hiç belli olmayan izimi, muhtemelen yıllar önce kaybetmişlerdi. Babam ise, söylendiğine göre, ilk bir-iki yılın ardından sanki buhar olup uçmuştu. Ve ben, yetimhaneden gelin almayı kabul edecek kadar işini bilen insanların hoşuna gidebilecek bir kız da değildim. Yurtta, bütün kızların hayalinde peri padişahlarının oğulları vardı: Büyük aşklar!.. Ama hiç tanık olmamıştık böyle bir aşka. Genellikle, özürlü oğulların anaları, hizmetçi olarak da kullanabilecekleri damızlıklar aramaya gelirlerdi aramızdan.
Bu kaderi kabullenmeyerek kendi başının çaresine bakmak isteyenler ise, çok geçmeden sokaklarda müşteri aramaya koyulurlardı.
Ben kurtulmuştum. Çünkü, yetimhanede birlikte geçirdiğimiz beş-altı yıldan sonra beni iyice benimsemiş olan Nezihe Teyze, bir gün elimden tutmuş ve biz ikimiz, Yeşilçam’da kapı kapı dolaşarak gözüne girebileceğim varlıklı bir prodüktör aramaya başlamıştık.
Zeki Bey, kapısını çaldığımız kaçıncı adamdı, hatırlamıyorum. Hem ne önemi var?.. Ne önemi var?.. Önemli olan, onun beni beğenmiş olmasıydı.
- “Bize bir ev açacaksın!” demişti Nezihe Teyze.
- “Tamam!..” demişti Zeki Bey.
- “Kızın önce onsekiz yaşı dolacak, sonra gönlü olacak!” diye şart koşmuştu Nezihe Teyze.
Zeki Bey, buna da,
- “Peki!..” demişti.
Nazik adamdı Zeki Bey. Adeta bir beyefendi!.. Gerçekten de aylarca beklemiş ve gönlümü hoş etmeye çalışmıştı. İş de bulmuştu bana: Hem de daha ilk filmde; başrol... Yepyeni bir isimle: Birsen Şengül...
Bunun üzerine Nezihe Teyze, belki de hayatının en uzun konuşmasını yaparak,
- “Havailik bitti!..” demişti bana, “Bundan sonra eşşek gibi çalışacaksın! Başka çaresi yok!.. Yoksa ömür boyu, böyle adamların eline bakarsın. Bu, her nasılsa iyi çıktı. Ama kötüsü de vardır: İnsanı döverler, kullanırlar; daha da beteri, satmaya kalkarlar. Önce yedirir içirir gibi yapar, ama sonra bütün hayatına ve bütün kazancına el koyarlar. Katil olursun! Hapislere düşersin!”
Ben de, ürpererek,
- “Peki!..” demiştim.
- “Ben yaşlandım artık!” diye içini çekmişti, “Senin için bütün yapabileceğim, yanında olmak... Hepsi o!.. Tabii eğer istiyorsan!..”
İstemez olur muydum hiç? Başka kimim vardı ki?.. Ve koşuşturma başlamıştı: Gündüz film setlerinde baş rol oyuncusu, gece gazinolarda şarkıcı... Nezihe Teyze, hep yanımda...
Filmlerden para kazanılmıyordu. Para, gazinolardaydı. Para, özel davetlerdeydi. Filmlerle ün yapıyor; şarkı söyleyerek de para kazanıyordum. Zeki Bey, başlangıçta bu kadar çok çalışmama itiraz eder gibi yapmışsa da, sonraları kendi derdine düştüğünden, bize karışmaz olmuştu. Zaten artık, çoktan üstüme geçirmiş olduğu eve fazlaca gelip gitmiyordu bile. İflas ettiğini açıkladığı günün gecesinde, işyerinde, tabancayı şakağına dayayarak intihar ettiğini gazetelerden öğrenmiştim. Ardından ağlayamamıştım ama, üzülmediğim de söylenemezdi. Cenazeye, tepeden tırnağa siyahlar giyinerek; başıma bir eşarp sarıp üstüne geniş kenarlı bir şapka geçirerek ve gözüme kocaman gözlükler takarak ve ellerimde yine kapkara eldivenlerle gitmiştim Gazeteciler herkesten çok benim fotoğraflarımı çekmişlerdi.
Ertesi günün gazetelerinde de neredeyse yalnızca ben vardım. Çünkü ben, cenazede bile ben değildim. Ben Ava Gardner’dim, ben Gina Lollobrigida’ydım, ben Sophia Loren’dim, hatta aradaki kilo farkına rağmen belki biraz Audrey Hepburn’düm o gün. Bazen biri, bazen öteki... Fotoğraflar da bir çeşit ayna gibidirler. Aynadaki görüntünün donmuş hali gibidirler. Ben fotoğraflarımı hep, uzun uzun ve büyük bir dikkatle incelemişimdir. Her fotoğrafta başka başka birilerinin aynadaki bir görüntüsünü verdiğimi, ben açıkca görmüşümdür de, benden başka kimse, bunu görememiştir.
Bu ayna denen şey, ne kadar da tuhaf bir şey... Bana sorsalar, bu dünyada görülen en önemli mucizenin ayna olduğunu söylerim.
Ve ben, eski filmlerimi izlediğim zaman, kendimin de bir çeşit ayna olduğunu düşünürüm. Tabii gerçeği değil de, gerçeğin iki boyutlu, yalın bir görüntüsünü yansıtan bir ayna...
Gerçeği, bütün derinlikleriyle yansıtabilmeyi çok isterdim. Olmadı. Başlangıçta, böyle bir işe girişecek bilgim de yoktu, gücüm de. O zamanlar, kimsenin benden böyle birşey istediği de yoktu. Gerçeğin en yalın yansımaları, ben dahil herkese kafi gelmekteydi. Köylü kızını, çingene kızını, fakir işçi kızı, zengin şımarık kızı, hemşireyi, öğretmeni, vesaireyi hep aynı biçimde oynayan, boylu poslu, akça pakça, güzelce bir taze... Yalandan gözyaşları, sahte gülücükler, varmış gibi yapılan duygular!.. Görüntü var, gerisi yok!.. Dışı var, içi yok!..
Ama hayat da kanser gibi: İnsana, gerçeğin ne olduğunu, içini acıta acıta belletiyor. Ne var ki ben, dersimi iyice bellediğim zaman, çevreme baktım ve yalnız olduğumu gördüm. Ortalıkta, en azından benim çevremde, gerçeğin derinliklerine inmek isteyen hiç kimse yoktu. Ne senaryo yazarları ne yönetmenler ne gazeteciler ve hatta ne de izleyiciler!.. Hiçkimse!... Birkaç kişi varsa bile, onlar da kendilerini hiç mi hiç belli etmiyorlardı.
Ve kanser de hayat gibi: İnsana gerçeğin ne olduğunu, içini acıta acıta belletiyor. Çok sinsi bir ağrı bu... Ah, bu ağrı iyice dayanılmaz hale geldiğinde ben ne yapacağım? Daha ne kadar çekeceğim? Ne kadar yaşayacağım? Neden birşey söylemiyorlar?
Filmlerdeki gibi davranmamı mı bekliyorlar benden? Hayatta başına gelen herşeye ve bütün acılara onurla katlanan, ölümü tevekkül içinde bekleyen karakter oyuncusu rolü mü bu? Türk filmlerinde, yaşı kırkbeşi aşmış kadınlar, olsa olsa karakter oyuncusu olurlar. Gencecik baş rol oyuncularıysa zaten asla kanser olmazlar. Geçici olarak kör olurlar; verem olur, felç olur ve iyileşirler; ama kanser!.. Asla!..
Tevekkül!.. Peki ya insanın, hayatla ve ölümle mücadelesi?.. Allah, insana akıl vermiş, mücadele etmek için irade vermiş. Bütün dünyanın hayranlıkla izlediği iyi filmlerde, karakter oyuncuları kadere boyun eğmiyorlar ki; tam tersine, sonuna kadar mücadele ediyorlar. Sonunda yenik düşseler bile, ölümüne mücadele ediyorlar. Okurken insanı nefessiz bırakan o güzel kitaplarda, romanlarda da aynen böyle oluyor.
Ben, ölmek istemiyorum.
Dün, onkologa da söyledim:
- “Doktor, ölmek istemiyorum.”
- “Ölmeyeceksiniz ki!” dedi gözlerini benden kaçırarak ve ellerini birbirine kenetleyerek. Ama hemen ardından da,
- “Çok geleniniz gideniniz var ama, çok yakın olduğunuz biri yok galiba!” deyiverdi.
Çok yakın olduğum birine söyleyecek herhalde üzücü gerçeği. Gelenek!.. Türk tababet ilminin o aşılmaz geleneği!..
Yok!.. Nezihe Teyzem öldüğünden beri yok çok yakın olduğum biri.
Hayatıma girip çıkmış olan erkekler var... Eksik olmasınlar, gazeteler kanser olduğumu yazınca, çoğu hastaneye geldiler. Onlar artık, olsa olsa arkadaş sayılabilirler... Ama hiçbiri, yaşamımla ya da ölümümle ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenmeyi isteyebilecek kadar yakınım değil...
Kadın arkadaşlarım da var: Yaşları yaşıma denk olan, pek çok şeyi paylaşmış olduğum, illa velakin, rekabetin gaddarca yapıldığı bir piyasada ne kadar yakın olunabilirse o kadar yakınım olan kadınlar... Onlardan çoğu, hastaneye bile gelmediler. Ama ölürsem, eminim cenazeme gelecekler. Ben de öyle yapmıyor muyum yıllardır? Ben de yalnızca cenazelere gitmiyor muyum?
Zaten ben, kendi kendimle ilgili sorumlulukları, yakınım olsun olmasın, başkalarına devretmeye hevesli filan değilim ki! Peki, bizzat ben sorsam doktorlara, söylerler mi acaba? Yoksa yine, gözümün içine bakmayı da beceremeyerek yalan mı söylerler? Ama söyledikleri o yalanlar, onları da gerçek olmaktan çıkartıp sıradan görüntülere, gerçek doktorların aynadaki yansımalarına, bütün sorunları bir dokunuşla çözen Türk filmi doktorlarına dönüştürmüyor mu?
Lanet olsun!.. Bu ne biçim iş?..
Nezihe Teyze, evde, odasına koydurduğum hasta yatağında, başında hemşire ve ben, kolunda serum, halsiz halsiz yatarken,
- “Keşke,” demişti bir gün, “Hastaneye gideceğimize o büyücü karıya gitseydik!”
Çok üzülmüştüm.
Ah, dayanamıyorum! Bu ağrılar... Sancılar... Dayanamıyorum.
- “Dayanırsın!” Nezihe Teyze, her aybaşımda, hem de birkaç gün boyunca duvarları tırmalamama yolaçacak kadar şiddetli sancılar çekerken ben; hep böyle derdi: - “Dayanırsın! Dayanacaksın! Bu ne ki?.. Daha çocuk doğuracaksın! Sen, o zaman gör sancıyı!..”
Acaba o çocuk doğurmuş muydu? Bilerek mi konuşuyordu? Hiç öğrenemedim ve o doğurmuşsa bile ben, hiç doğuramadım. Hamile bile kalamadım. Biri Allah’ın huzurunda, diğerleri resmi üç evlilik yaptım ve hiç çocuk yapamadım.
Ve dayandım... Regl sancılarına da dayandım; yorgunluğa da; karşılık görmeyen aşklarla yanıp tutuştuğumda da; ihanete uğradığımda da. Ve en iyi de yalnızlığa dayandım.
İnsan otuzbeşinden sonra masum gençkız rollerine çıkamıyor. Ve sonradan ne kadar bakım yaptırmış olursa olsun, çocukluğunda yaşadığı mahrumiyet, yüzüne ve vücuduna, kırkından sonra, olduğu gibi yansıyor.
Sinemayı, otuzbeşimde bıraktım. Nezihe Teyze’nin ölümünden birkaç yıl sonra... Bu yaştan sonra bir Faye Dunaway ya da bir Meryl Streep ya da Susan Sarandon olamayacağım açıktı. Ben olmak istesem bile, prodüktörler, yönetmenler ve senaryo yazarları bırakmazlardı ki olayım. Sahneleri, kırkımı aşar aşmaz terkettim. Paraya ihtiyacım kalmamıştı. Yeteri kadar mal mülk biriktirmiştim. Son kocamı da iki sene önce sepetledim. Gazeteler aksini yazdılar ama, işin gerçeği bu: Ben sepetledim. Ne aşk cilveleri yapacak halim vardı artık, ne de kapris çekecek.
Kendimi çok güçlü hissediyordum! İnzivaya çekilme kararı alacak kadar güçlü!..
Allah’ın huzurunda evlenmiş olduğum ilk kocam, sevdiceğim, hayatta sevdiğim ilk ve aslına bakılırsa tek erkek, Tayfun, hiç beklemediğim bir anda ölünce, ondan bana, hurda haline gelmiş bir motorsikletten başka birşey kalmamıştı. İkincisi, yani Ahmet, ardında iki saksı bitkisi bırakarak gitti; özel kasamdan yürüttüğü ve bozdurduktan sonra bana inat kadromdaki uvertürlerle tükettiği bir avuç mücevhere karşılık, yalnızca gariban iki saksı bitkisi: Bir Afrika menekşesiyle bir türlü gelişememiş bir kauçuk. Son kocam Haşim ise, hiç değilse kitaplarını bağışladı bana giderken. Bir oda dolusu kitap!..
- “Benim koyacak yerim yok!.. Hem galiba, senin işine daha çok yarayacaklar.”
Böyle dedi. Parası pulu yoktu ama, Ahmet gibi değildi; hemen hemen herşeye dair engin bir bilgisi ve onuru vardı. Dostça ayrıldık. Birlikte kalmamız için hiçbir neden kalmamıştı.
Kitapları çok geç keşfettim ben. Sinemayı ve sahneyi bırakıp eve kapandıktan sonra keşfettim. Ve kitaplar, gerçekten de çok işime yaradılar. Kırkımdan sonra adeta okumayı yeniden öğrendim. Ve o kitaplar sayesinde, hayat okulunda öğrendiklerimi anlamlandırmayı başardım. O kitaplar sayesinde, kendimi kapattığım evin içinde bir tek gün bile sıkılmadım. Televizyondan, müzik dinlemekten, bazen düşünmekten bile sıkıldım da, kitaplardan hiç sıkılmadım. Sıkılmak ne kelime!.. Okudukça mutlu oldum. Okudukça derinlere indim. Okudukça, görüntülerden gerçeklere ulaştım. Ve gerçeğe ulaşınca, bir ucundan da olsa yakalayınca gerçeği, yalnızlığımı da iyice bilmez oldum. Hatta yalnızlıktan zevk alır oldum.
Nezihe Teyze ölümünden az önce,
- “Yalnız kalacaksin, Bibiş!” demişti çatlayan dudaklarını zorlukla hareket ettirerek.
- “Yalnız kalacağım!” diye tekrarlamıştım, “Lütfen ölme!..”
Gülümser gibi yapmıştı:
- “Elimde olsa!..”
- “Ama hiç çaba sarfetmiyorsun ki!”
- “Çaba sarfedecek ne kaldı ki?”
Kızgındı. Kızgın olmakta ne kadar haklı olduğunu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişini bilemem, ama ben tanıdım tanıyalı, hayatının iplerini hep kendi ellerinde tutmuş olan bir kadındı o. Kendini bir tek kere başkalarına, doktorlara emanet etmişti ve şimdi bu yüzden, nedenini anlayamadan, acı çekerek ölüyordu.
- “Bana kanser olduğumu ve beni iyileştiremeyeceklerini baştan söylemiş olsalardı, başka türlü olurdu.” demişti bir gün de.
- “Ne yapardın ki?”
- “Bir çaresini bulurdum. Baktım olmuyor, o zaman belki de kendimi öldürürdüm. Ama henüz gücüm yerindeyken, işlerimi yoluna koyduktan sonra ve kendi irademle...”
- “Öyle şey olur mu Bibiş? Allah korusun!.. Gözlerden ırak!..”
- “Allah korumadı ve böylesi, çok ağırıma gidiyor Birsen!”
- “Ama Bibiş!..”
- “Söyle bakayım bana; doktorlar beni iyileştiremeyeceklerini söylemiş olsalardı eğer, sen beni Amerika’ya götürür müydün, götürmez miydin?”
Bir an bile duraksamamıştım:
- “Elbette götürürdüm!”
- “Yaa!.. Görüyor musun?..”
O cahil bir kadındı ve kızgındı. Kızgın öldü.
Bense yalnızca kırgınım. Kırgınlığım, gelip giden görüntü doktorların, başımı bekleyen görüntü hemşirelerin gözbebeklerinde, ama yalnızca gözbebeklerinde yansımalar yapıyor. Hele hemşirelerden bir tanesi var ki, yüzü de tıpatıp, yıllar öncesi kalbimi kırmış olan birine, Aynur Teyze’ye benziyor.
- “Ayna kırdın, uğursuz!”
Evet, kırıyorum. Ben, kalp değil, ayna kırıyorum. Ziyaretime gelen arkadaşların bazılarından rica ettim: Bana birkaç naylon torba dolusu ayna getirdiler. Ayna dolu torbalar, başucumda duruyorlar. Burada, bu hastane yatağında çaresiz yatarken, yapabileceğim başka hiçbir şey yok!.. Narkozun etkisi hala geçmediğinden olacak ki kitap okuyamıyorum. Televizyondan o kadar sıkılıyorum ki, açma gereğini bile duymuyorum. Ama yine de bu illetten kurtulmak için ben de birşeyler yapmak istiyorum. Evet, mutlaka birşeyler yapmak istiyorum. Ve burada, bu haldeyken yapabileceğim tek şeyi yapıyorum: Sıralı sırasız daldığım uykulardan her uyanışımda, bir ayna kırıyorum. Kırık aynalardaki görüntü benler çoğaldıkça, biraz olsun umutlanıyorum. Bunlardan biri olsun yaşar diye umuyorum.
Doktorlar ve hemşireler herhalde bilmezler ama ben, kırık aynalardaki görüntü benlerden gerçek benler nasıl yapılır, biliyorum.

*Bu öyküyü, 1997 yılında yitirdiğimiz sevgili arkadaşım Atilla Ergür ’ün anısına adıyorum.

VII. ÖYKÜ
AÇ PARANTEZ KAPA PARANTEZ

Sırtımı salona, dolayısıyla Semra’ya dönmüş; verandaya açılan cam kapının önünde, ayakta duruyorum. Sol kolumu, gergin, öne doğru uzatmış ve elimin ayasını, kapının, sürekli kapalı tutulması gereken (Semra’nın koyduğu, yazılı olmayan ama binlerce kuralın kim bilir kaçıncısı) sol kanadının orta pervazına dayamışım... Beden ağırlığım sol kolumla sol bacağım tarafından dengelendiği için sağ yanım serbest: Elim, lastik belli, morlu yeşilli, saçmasapan desenli pamuklu şortumun (Semra’ya inat, kendi seçimim) cebinde; bacağım, dizimden hafifçe geriye bükük; ayağım, arkadan sol bacağımı kaşır gibi, bir aşağı bir yukarı hareket ediyor. Başım, sola doğru garip bir açı yapıyor (biliyorum; çünkü, aynalara bakmayı hiç sevmem ama, camdan yapılma bütün nesneler gibi ardında sır yerine geçecek bir duvar, bir nesne, bir karanlık olduğunda aynalaşan cam kapının sağ kanadında, kendi aksimi, arada bir, yan gözle süzmekten kaçınmam da mümkün olamıyor her nedense).
Öyle sanıyorum ki, dikkatli bir gözün sahibini acıma duygularıyla dolduracak bir hal var üstümde. Boynu bükük duruşumdan mı, yüzümdeki ifadeden mi?.. Çok acınası bir hal!..
Cam kapının sağ kanadı, solun aksine, sürekli açık tutuluyor. Ama düşmanca saldırılarda karşı (düşman: Sinekler, böcekler, fareler, kediler, köpekler ve hatta aniden evin içine dalma alışkanlığı olan çocuklar ile her yaştan konu komşu) sağlam bir sinek teliyle korunma sağlanmış... Telin tülsü yapısının ardından, az ilerideki denize bakıyorum. Denizden önce görüş menzilime giren ve görkemli görünmeleri için epeyce çaba sarfedilmiş olmasına rağmen, birbirlerine tıpatıp benzediklerinden midir nedir, en azından topluca bakıldığında fazlasıyla ortahalli bir görünüm arzeden öteki yazlık evleri, ev çatılarındaki televizyon antenlerini, güneşle su ısıtma düzeneklerini; arka balkonları tıkış tepiş olduran kurumaya bırakılmış temiz çamaşırları; küçücük ve yemyeşil bahçelerin arasında kalan, geniş ve bakımsız boş alanlar ile çöp bidonlarını, bidonların etrafındaki yaygın pisliği ve devasa elektrik ile telefon direklerini görmezden geliyorum. Görmezden gelmeye çoktan alıştım.
Sesleri (birbirlerine seslenen, kendi aralarında konuşan ya da kapışan komşular; avaz avaz haykırarak oyun oynayan, itişen, dövüşen her yaştan ve boydan ve cinsten çocuklar; arabalar; balıkçılar, sakalar, nağmeli “aygaz!” arabası; seyyar milli piyangocular ya da lotocular; siteye, birkaç yıl önce, üyelerden toplanan paralarla yaptırılan ve henüz devlet tarafından atanmış bir müezzini olmayan caminin, günde beş kez, tekleyen yürekleri imanla dopdolu olmakla birlikte sesi çatlamış geçkin gönüllülerce okunan makamsız ezanlar ile insanı yerinden zıplatan hoparlörü; sitenin cazır-cuzur duyuru hoparlörü; ardına kadar açık televizyonlar, teypler, radyolar; metrekare yoğunluğu insan yoğunluğundan çok fazla olan her çeşit elektrikli aygıtın motoru ve hatta sitenin üstündeki gökyüzü parçasını uçma alanı yapmakta ısrarlı bir pırpır uçak) ve kokuları da (toz, çöp, böcek ilacı, motorlu taşıtların olduğu heryerde ortaya çıkan kurşun diyoksit, karbon monoksit, vesaire; Semra ile Özge’nin farklı deodoranları, parfümleri, kendi terim, sigara, bulaşık deterjanı, çamaşır deterjanı, çamaşır suyu ve baharatlar, mangalda pişen etler, patlıcan-biber tava, sarımsak ve soğan ve balık ve hatta deniz ve yosun ve yasemin ve hanımeli) duymuyorum. Duymamaya çoktan alıştım.
Fonda, Semra’nın sinir yüklü sesi bir yükseliyor bir alçalıyor. Feci halde sıkılıyorum. İşin tatsız yanı, artık sıkıntıyı, midemde sımsıkı bir düğüm olarak duyumsuyor olmam. Bir süredir sıkıntı, pençesini, kalbime geçirmiş durumda (ya da bana öyle geliyor). Sırtımda, aniden azgınlaşabileceği besbelli, sürekli ve yoğun bir ağrı; kalbimde bıçak darbeleri; sol omuzbaşıma doğru bir yanma hissi!.. Kimseye anlatmaya cesaret edemediğim bu belirtiler yüzünden korku içindeyim. Belirtileri her farkedişimde, fazladan bir de elim ayağım çekilir gibi oluyor; soğuk terler dökmeye başlıyorum. Kendi kendime belirtileri de, ağrıları da abarttığımı tekrarlayarak yatışmayı umuyorum. Ülsere alışığım, ama kalp hastalıklarının hiçbir çeşidini kendime konduramıyorum. Algıladıklarımı tanımlamam halinde, hastalığın belirsiz bir endişe olmaktan çıkıp somutlaşacağı kaygısına kapıldığımdan mıdır nedir, derdimi Semra’yla bile paylaşamıyorum. Son birkaç gündür, sol elimin parmak uçlarından yukarı doğru yayılan bir de karıncalanma hissetmeye başladım. Çok sıkılıyorum.
Semra, telefonu kapattığından bu yana sürekli konuşuyor. Sürekli sigara içiyor. Pek dinlemiyorum ama, işin özünü kavramış durumdayım: Ben gideceğim ve hemen gideceğim ve arabayla değil de otobüsle gideceğim. Alt tarafı fasa fiso!.. Kışlık evi su basmış da, sular aşağıya akmış da, komşular düğün için ya da nişan için ya da başka birşey işte, yazlıktan dönmüşmüşler de, farketmişmişler de, bütün apartmanın suyunu kestirmişmişler de!.. Mutlaka gidilmesi gerek!... Semra gidecek değil ya!.. Ya da Özge!.. Özge hala uyuyor. Dün gece, diskotek adını verdikleri o baraka bozmasında (sabahın dördü müydü, beşi miydi döndüğünde), saatlerce dans etmiş olmalı. Rap müziğiyle mi, teknoyla mı, kimbilir!.. Bunlar da ne biçim müziklerse!.. Hele o rap!.. “You’re sexy, I’m sexy, let’s make sex in a taxi!” Özge, benim bir tanem... Semra’nın da bir tanesi!... Güzel, kıymetli ve uzak!... Akıllı mı?.. Bilmiyorum. Öğleden sonra kalkar yataktan. Mayosunu giyer (bu yıl da yine mayo giyiliyor; bikiniler, tangalar eskidi; oysa hepsine alışmıştık; hatta Semra bu yıl yine dertleniyor: “Mayo üstünde kuruyor; rahmini, böbreklerini üşütecek bu kız!”), ağzına tek lokma koymadan, yüzünü bile yıkamadan, salına salına denize gider. Bir daha da yüzünü görebilirsen gör!.. Akşam oldu mu, gelecek, giyinecek (blucin: Levi’s 501 mi hala, Reebook; nal gibi spor papuçları; ya on beden büyük, pıyrım pıyrım bir tişört ya sütyen gibi ha var ha yok bir üstlük; hepsinin de İngilizce birer adı var: Tight, body, stretch; ayrıca her çeşit ıvır zıvır; şangır şungur küpeler; arasıra tek kulak; plastik saatler: Swatch), bilezikler, kemerler, boklar püsürler; ağır makyaj, ağır ve markalı kokular; hepsi de birbirine benzemeye başladı bunların: Kızı, oğlanı) ve pırrrr!.. Diskotek!.. Eee, ne yapsın yani çocuk?.. Evde oturup sıkıcı televizyon programlarını mı izlesin? Annesiyle komşu ziyaretlerine, yani konkene mi gitsin? Babasıyla karşılıklı esnesin mi? Ne olur?.. Azıcık da bunları yapsın! Belki o zaman bu kadar sıkılmazdım. Sahi, sıkılmaz mıydım?
-“Yaşlanıyorum!”
-“Efendim?..”
Semra şaşkın şaşkın bakıyor. Onun anlattıklarıyla bu lafın ne ilgisi var? Sol omzumun üstünden Semra’ya doğru kaçamak bir bakış fırlatıyorum. Ben yaşlanıyorum. Neredeyse ellibeş olacağım. Semra da yaşlanıyor. O da ellisine yaklaştı.
Elimi pervazdan çekiyorum. İki bacağımın üstünde dengemi buluyorum ve yavaşça salona doğru dönüyorum. Yazlık ev ama, salonun (tıpkı öteki bölümler gibi) kışlık evden hiç farkı yok gibi... Kanepe, koltuklar, sehpalar, büfe, avize, abajurlar, yemek takımı, tablolar, biblolar... Tıklım tıkış!.. Bir tek halı eksik: Zemin, parke değil de seramik karo döşeli... Oysa yazlık evin salonu, kışlık evin salonunun üçte biri kadar... “Ama ben yazlıkta rahat etmek istiyorum. Eziyet çekemem!” demişti Semra. Ben de karıma hak vermiştim. Buzdolabı, bulaşık makinası, çamaşır makinası, koca bir fırın, elekrikli süpürge, vesaire... Herşey var!.. Hepsi de üstüme üstüme geliyorlar.
Evde misafir olmadığı zaman, kanepe benim tapulu mekanım. Ucuna çöküyorum; bacak bacak üstüne atıyorum. Sol elim kalbimin üstünde... Hafif hafif uğuşturuyorum.
-“İyi misin?” diye soruyor Semra.
-“İyiyim!”
Bu cevaba rağmen yine de endişeyle süzüyor beni.
-“Bi’şeye mi bozuldun?”
-“Yoo!..”
-“Araba bana kalsın dedim diye mi bozuk çalıyorsun? Yarın pazar var, biliyorsun... Arabasız...”
-“Tabii canım!.. Arabasız olur mu?”
-“Zaten yorulursun... Arabayla gidersen, diyorum.”
-“Yorulurum!”
-“Yarın akşam mı dönersin?”
-“Bilmem!..”
-“Arabayla olmaz!.. Gidiş-geliş... Az yol değil!..”
-“Haklısın!..”
Birkaç dakikalık bir sessizlik, odayı dolduran sıcak havada, burnumuzdan saldığımız nefeslerle birlikte salınıyor sanki...
-“Ben de gelsem mi acaba?”
-“Ne gerek var?..”
-“Bilmem ki!.. Pek iyi görünmüyorsun. Miden mi ağrıyor?”
-“Üf!..” diyorum, “Birşeyim yok; olsa, söylerim.”
Semra, bu cevapla yetiniyor. Sigarasını, telefonun bulunduğu sehpanın üstündeki tablada söndürüyor. Aynı tablada hiç değilse on tane izmarit var... Benim de burnumda tutuyor sigara ama, yaz başında, kendi kendime söz verdim: Saat iki olmadan sigara yakmak yok!.. Semra, tablayı eline alarak kalkıyor. Dolu tablalara tahammül edemez. Bu kadar nasıl dayandı; hayretlere seza!.. Karımın ardından bakıyorum: Vücudu hala güzel sayılır. Arkadan gençkız gibi... Gözlerinin altındaki torbacıklar, yüzündeki kırışıklıklar, kendini hafifçe koyvermiş gıdı ve sarkan memeler ile sarkan göbek sayılmazsa, önden de fena değil... Porselen dişler, usta işi (çok para bayıldım o dişlere)... Onbeş yıl var ki saçını boyadığı kesin: Tek beyaz yok! Ama ustalıkla boyuyor besbelli. Galiba jimnastiğe, aerobiğe filan da gidiyor. Gitsin canım!.. Sırf o değil ki, herkes gidiyor.
Şimdi mutfakta... Bedenini, dizlerinden değil de belinden kırarak öne doğru eğilecek ve lavabonun altındaki dolabın sürgülü kapağını (herzaman kapalıdır) açacak. Tablayı en önde duran (arkada temizlik malzemeleri ve bir de sıvı gaz tübü) çöp kutusuna (kapaklı; içine naylon torba geçirilmiş; torba kenarlara doğru dikkatlice kıvrılmış) dökecek. Önce çöp kutusunun, sonra dolabın kapağını sıkı sıkıya kapatıp doğrulacak. Tablayı yıkayacak. Sularının süzülmesi için, evyenin iki yanında uzanan mermer tezgaha ters olarak kapatacak (bulaşık telinin hemen önüne). Ellerini köpürte köpürte yıkayacak. Mutfak kapısının ardındaki askıda asılı olan havluyla kurulanacak. Şimdi ne yapması gerek?.. Karar vermeye çalışırken sol eli, farkına varmadan sol kulağının hemen üstündeki perçeme uzanacak; işaret ve baş parmaklarına doladığı bir bukleyi çekiştirmeye koyulacak.
Semra’yı izlediğim filan yok!.. Neler yapmakta olduğunu da düşünüyor değilim. Ne yaptığını ezbere biliyorum. Kaç yıldır evliyiz biz?... Otuza yakın!... Yirmiyedi mi, yirmisekiz mi?.. Bu süre boyunca ikimiz de, birbirimizin bütün davranış kalıplarını ezberledik herhalde. Birbirimizi izlemeye, birbirimize düşünmeye hacet yok!.. Yeter ki bir tuhaflık olmasın!...
Biliyorum, şimdi Semra’nın yüreği pırpır ediyordur. Bendeki tuhaflığı çoktan sezmiştir. Belki nedenini bile sezmiştir. Ne var ki, o da benim gibidir: “Korkular dile getirilmezse, korkulan gerçekleşmez!” aşamasındadır henüz. O yüzden o da, hiçbir şey yokmuş, hiçbir şey olmamış gibi davranmayı sürdürecek. Bilinçli bir tutum değil bu. Yeni bir gerçekliğe, yaşamı temelinden değiştirmesi mümkün olan bir gerçekliğe uyum sağlamak zor... Zaman gerek... Zamanı gelinceye kadar da suskunluk, en iyi sığınak...
Bacağımı indiriyorum ve önümdeki orta sehpasına doğru eğilerek gazeteleri karıştırıyorum. Pazar günleri, bizim eve üç gazete alınır: Milliyet, Hürriyet ve Cumhuriyet. Sair günler Milliyet’le yetiniriz. Milliyet, Semra’nın seçimi... Benim bu seçime hiç itirazım yok (Özge ise, zaten gazete okumuyor ve Özge, televizyon haberlerini de izlemiyor). Yazın Milliyet’le idare etmek, pekala mümkün... Kışınsa, üniversitedeki odama gazeteler tam takım geliyor nasıl olsa. Evde, sabahleyin tuvaletteyken başlıklarına bakabileceğim herhangi bir gazete bana yetiyor da artıyor bile.
Aslına bakılırsa şu anda da amacım gazete okumak değil... Şu kalbimi sıkıştıran, soluğumu kesen ağrıları, yanma hissini, karıncalanmayı filan unutmak için oyalanabilecek birşeyler aramaktayım galiba. Gazete başlıkları herzamanki gibi: Yoğun iç politika, Yugoslavya’da savaş, tüm dünyada ekonomik sorunlar, Türkiye’de daha da yoğun sorunlar ve bitmez tükenmez enflasyon!.. Ve terör!.. Ve mutsuzluk!.. Karamsarlık!.. Dayanılır gibi değil!.. Ani bir kararla, hatta karar bile vermeden ayağa fırlıyorum. İki adımda televizyona ulaşıyor ve düğmesine basıyorum. Ardından yükselticiyi açıyorum. Ekranda bir çizgi filmin neşeli, ama tekdüze renkleri... Ezilip büzülerek, çizgi film kahramanlarının tek boyutlu karakter yapılarına uydurulmuş tiz ya da pes sesler... Sürekli devinim... Tekrar kanepeye dönüyorum. Renkli, küçük yastıklardan birini başımın altına kıstırarak uzanıyorum. Gözüm ekranda...
Anlaşılan Semra o bir anlık kararsızlığını yenmiş ve yolda yemem için bana sandöviç hazırlamaya başlamış. Televizyonun sesini duyar duymaz, salonla mutfağı ayıran tezgahın üstündeki aralığa (ev yazlık ya; mutfak mutlaka açık olacak: Türkiyeli mimarların değişmez saplantısı). Hamle ediyor:
-“Halil!..”
Sesi sitem yüklü...
-“Efendim?..”
-“Hazırlanmayacak mısın?”
-“Nasıl yani?... (“Nassssı yaaani?.. Özge olsa, böyle derdi.)
-“Yol için diyorum. Ben sandöviç haz...”
-“Niye zahmet ediyorsun? Yolda yerim ben birşeyler.”
-“Olur mu canım öyle!.. Pis pis!..
-“Olmaz, değil mi? İyi, eline sağlık!..”
-“Peki ama sen... Hazırlanmayacak mısın?”
-“Ne yapmamı istiyorsun ki?”
-“Otobüse yer ayırtmayacak mısın? Bir telefon ediversen! Kaçta gidersin?”
-“Bilmem!.. Öğleden sonra çıksam olmaz mı? Yol kaç saat sürüyormuş otobüsle?”
-“Yedi saat filan, herhalde...”
-“Öğlen çıksam, hava kararmadan İstanbul’a varırım.”
-“Yine de yer ayırtmak...”
-“Gerekmez!.. Karaağaç’a çıkarım; yoldan geçen bir otobüse atlayıveririm. Yok!.. Karaağaç’ta pek durmuyorlar galiba. En iyisi Burhaniye... Sen, beni Burhaniye’ye bırakır mısın?”
-“Bırakırım tabii...”
-“E tamam işte, hepsi bu!..”
-“Yanına ne alacaksın?”
-“Hiçbir şey!..”
-“Olur mu?..”
-“Niye olmasın canım!.. Yabancı bir yere gitmiyorum ki; evime gidiyorum. Yarın döneceğim zaten.”
Semra sesini çıkartmıyor. Ben haklıyım. Yine de yolculuğa çıkılacakken bu ölçüde sakin olmak Semra’ya göre değildir. Pek tez canlıdır Semra. Nitekim, başını aralıktan tekrar uzatıyor:
-“Yolda ne giyeceksin?”
Ses tonum bu defa sinirli:
-“Yahu Semra, amma abarttın bu işi!”
-“Ne giyeceksen hazırlasam diyorum.”
-“Aman be!.. Ne giyeceğim: Bir şort, bir tişört!.. Hazırlanacak ne var?”
-“Akşam üşürsen!..”
-“Kes artık, tamam mı!”
Semra bir kez daha ricat ediyor. Çıkan seslerden anladığım kadarıyla hazırladığı sandöviçleri alüminyum kağıtlara sarmakla meşgul... Muhtemelen herbirinin içine, ıslanmayacak biçimde birer de kağıt peçete sıkıştırır. Buzdolabında, küçük karton kutular içinde birkaç meyve suyu hep vardır. Semra ne yapacağını bilir: Özge’nin sırt çantasını verecektir benim yanıma. Sandöviçler ile meyve suları üstte... Çantanın dibine, bir svetşört sokuşturacaktır. Ve yolda okuyacak birşeyler... Hatta belki volkmen ile birkaç kaset... O çanta hacimsiz görünür ama, epeyce eşya aldığı deneyle sabittir. Semra mutfaktan çıkıyor. Arka taraftaki yatak odalarına geçmeden bana sesleniyor:
-“Tam öğle sıcağında yolda olacaksın.”
-“Ee, ne yapalım?”
-“İstersen bir denize gir! Serin serin gidersin!”
Cevap verme zahmetine girmiyorum. Olabilir!... Daha vakit var!... Daha vakit var!.. Önce biraz kestirsem!... Zaten gözkapaklarım iyice ağırlaştı. Kapandı kapanacak. Sıcak da iyice bastırmaya başladı. Bilincim bir gidiyor, bir geliyor. Kanepede uyuklamaya başlıyorum.
Otobüs kalkmak üzere... Koltuk numaram yirmisekiz... Sağ taraf... Cam kenarı... Camlar geniş... Artık otobüslerde havalandırma düzeneği var ya, camlar açılmıyor (hoş havalandırma düzeneği yokken ve camlar açılır kapanır durumdayken de pencere açmak cinayet sayılırdı bu ülkede; insanlar sıcağı seviyorlar; hava almaktan pek de hoşlanmıyorlar). Görüntüyü bölen çerçeveler, kirişler, sürgüler filan yok!.. Al gözüm seyreyle yol boyunu!... Semra’nın elime tutuşturduğu sırt çantasını başımın üstündeki rafa yerleştirmeden önce, gazeteleri, dergileri, ilaveleri filan çıkartıp önümdeki koltuğun sırtına tutturulmuş olan file cebe tıkıştırıyorum. Meyve sularından birini de alsam mı acaba? Hayır!.. Gerekirse kalkar alırım; şimdilik canım çekmiyor. Koltuk araları dar: Uçak ya da tren gibi değil... Oturduğumda dizlerim öndeki koltuğu zorluyor. Çok rahatsızım... Koltuğumu biraz yatırsam... Dönüp arkama bakıyorum: Kimseyi rahatsız eder miyim? Arka koltukta ufak tefek gencecik bir kızcağız... Başımı öne çevirirken,
-“Koltuğumu biraz yatıracağım,” diyorum. Kızın cevabını duymuyorum. Dik oturmak yerine uzanır gibi oturmak biraz daha rahat... Böylece bacaklarımı da öndeki koltuğun altına doğru uzatabilirim. Evet!.. Şimdi iyi!.. Semra dışarda, arabanın hemen yanıbaşında dikilip durmakta... Kocaman kara gözlükleri yüzünün yarısını örtmüş. Kendi gözlüklerimi aranıyorum telaşla. Güneş gözlüğüm ince bir zincirle boynuma asılı (renkli plastik askılardan istemedim; Özge’nin ısrarlarına rağmen). Okuma gözlüğüm ise kılıfıyla göğüs cebimde... Harika!.. Semra’ya “Git artık, bekleme!” anlamına gelecek bir el işareti yapıyorum, Semra gülümsüyor. Bu işareti beklermiş gibi hemen dönüp arabaya biniyor; sol eliyle kapıyı çekerken sağ eli motor anahtarına uzanıyor. Otobüs hareket etmek üzere... Yanım boş... Derken, sevincim kursağımda kalıyor. Son anda bir yolcu... Adam, otururken,
-“Selamün aleyküm!..” diyor bana. Ben, içimden de geldiği halde “Ve aleyküm selam!” diyemiyorum. Sadece,
-“Selam!..” demekle yetiniyorum ve hemen başımı sağa çeviriyorum. Otobüs yola çıkmış bile... Semra ile araba, arkada kalmış... Bütün bedenimle sağa dönerek el sallıyorum. Semra’nın görüp görmediğini bilemiyorum.
Yol arkadaşım ter kokuyor. Ablak yüzlü, kalın enseli, tıknaz bir köylü... Yüzü ve kısa boynunun üstüne kat kat yığılmış olan traşlı ensesi kıpkırmızı... Saçları kumral... Ortaasya’dan yeni gelmiş sanki. Tatar değil ama, öyle bir şey işte... Şivesi iç Ege; E’ler yayvan, r’ler yuvarlak...
-“Yolculuk ne tarafa?” diye soruyor bana. Cevap vermeden önce bir süre susuyorum, Adamla sohbet etmek niyetinde değilim. Sonra kısaca,
-“İstanbul!..” derken önümdeki tomardan bir gazete çekip alıyorum, Cebimden yarım okuma gözlüğümü çıkartıp itinayla burnumun üstüne yerleştiriyorum, Yol arkadaşım mesajı alıyor:
-“Hayırlı yolculuklar olsun!” diyor ve susuyor.
“Size de!..” diyecekken dudaklarımı büzerek,
-“İyi yolculuklar, efendim!” demeyi tercih ediyorum ve elimdeki gazeteyi hışırdatarak açıp, okuyacağım sayfayı kitap boyuna indirinceye kadar katlıyorum. Aslında canım gazete okumak istemiyor ama, yanımdaki adamla yol boyu sürecek samimi bir sohbete girişmek düşüncesi, daha katlanılmaz geliyor. Şerler içinde ehven olanı seçiyorum. Okuduğum makale de hiç sarmıyor, Hafifçe iç geçirerek kendimi devam etmeye zorluyorum. Halbuki tek isteğim şu: Ellerimi kavuşturmak ve otobüsün yanından kayıp giden görüntüyü boş bakışlarla izlemek... Tıpkı... Tıpkı... Televizyon izler gibi... Ama, camdan dışarı arasıra kaçamak bakışlar fırlatmakla yetinmek zorundayım.
Herkesinki gibi benim yaşantım da raslantılardan oluşan bir yumak... Raslantılar: Rasgele, bağlantısız oluşumlar... Acaba gerçekten öyle mi?
Kışlık evdeki komşular sabah sabah aramasalardı, gündüz vakti yola çıkmam gerekmeyecekti. Yani, kışlık evde durup dururken bir su taşkını yaşanmasaydı, otobüse binmem hiç de sözkonusu olmayacaktı. Son zamanlarda kalbimle ilgili endişelere kapılmasaydım, canım bu kadar sıkılmayacaktı. Canım bu kadar sıkkın olmasa, gazeteyi bırakıp elime hemen hemen hiç okumadığım ilavelerle dergileri almayacaktım. İlavelerle dergileri karıştırmasaydım, koskoca bir süreci başlatacak yazıyla da karşılaşmayacaktım.
Herşey bu kadar basit olabilir mi? Bilmem!.. Galiba olabiliyor. Sözünü ettiğim yazının içinde bulunduğu dergi, aslında birkaç yıllıktı. Büfenin bir gözünde, birkaç kitabın altında duruyordu. Yolda okuma umuduyla, kitapları elime alıp tek tek bakmıştım: birkaçı pembe ya da beyaz, vb. dizi; iki ya da üç bestseller (ama aşk romanları; yoksa polisiye filan olsa, kesin alırdım yanıma) ve kendi kitaplarım... En altta duran derginin eski tarihli olduğunu anlayınca, daha sonra atarım diye düşünerek masanın üstüne bırakmış, ötekileri tekrar yerine kaldırmıştım. Galiba Semra, sırt çantasını hazırlarken, günlük gazeteleri getirip o derginin üstüne bırakıvermişti de dergi, çantaya bu yolla girmişti. Aksi taktirde, çöpe gidecekti.
Otobüste elime aldığım zaman, bu derginin o dergi olduğunu bilmiyorum. Dergiyi keyifsiz keyifsiz karıştırırken yazının başlığı gözüme çarpıyor: “Bir Hafta Sonra Ölebilirsiniz!” Allah kahretsin!.. Evet, biliyorum, ölebilirim. Bir süredir içimi kemiren korku bu değil mi zaten: Birkaç gün, bir hafta, bir ay, bir yıl, on yıl, x yıl içinde, başedemeyeceğim bir hastalık, bir kaza, ne bileyim işte, herhangi birşey yüzünden ölüp gidivermek!.. Yokolmak!.. Bir yandan dergiyi fırlatıp atmak geliyor içimden, bir yandan da bu uğursuz başlığın cazibesine kapılıyorum. Yazıyı okumaya başlıyorum. Yazar, ilk bölümde bir araştırmadan sözediyor: Birçok kişiye, bir hafta sonra öleceklerini bildikleri taktirde ne yapacakları sorulmuş. Herkesin verecek bir sürü cevabı var: Kimi, uzun zamandır görmediği kardeşini ararmış; kimi, dargın olduğu bir dostunun gönlünü almak istermiş; kimi, uçağa atlayıp hiç görmediği New York’a gitmeyi arzu edermiş, kimi, Afrika’da safari yapmayı; kiminin gönlünde yatan aslan, doğanın içinde, dağda, ormanda kamp kurmakmış, kimininki kentte bir günlüğüne limuzin kiralayıp dolaşmak; kimi, son günlerini lüks bir otelde geçirirmiş, kimi de bütün ailesini etrafına toplarmış. Yazının ikinci bölümünde ise yazar, bütün bu isteklerin çok kolay gerçekleşebileceğini; bunları gerçekleştirmek için insanın, öleceğini bilmesine gerek olmadığını savunuyor. “Bırakın işinizi gücünüzü, kardeşinizi arayın,” diyor, “İş-güç bekler; herşey bekler; kardeşinizi bulmak sizin için bu kadar önemliyse, arayın onu. Neden aramıyorsunuz? Küstürdüğünüz dostunuza bir telefon ediverin! Herhalde çok memnun olacaktır. Nedir sizi engelleyen? Neden yapmıyorsunuz istediklerinizi? Sizin de kendinize özgü istekleriniz olduğunu itiraf edebilmeniz için, mutlaka bir hafta sonra öleceğinizi bilmeniz mi gerek? Varsayın ki öleceksiniz! Öleceğinizi varsayın ve ne istiyorsanız yapın! Evet, NewYork’a gitmek, safariye çıkmak için para lazım!.. Ama para bulunur. Büyük paralar gerektirmez ki bunları yapmak!.. Hem bakarsınız yolda, ya da gittiğiniz yerde karşınıza öyle insanlar, öyle fırsatlar çıkar ki, tüm yaşantınız değişiverir! Unutmayın: Siz eşsiz bir insansınız. Teksiniz! Hiçbir yerde bir eşiniz yok!.. Benzeriniz yok!.. Hiçbir zaman da olmayacak!.. Bir tek yaşantınız var sizin: Yük beygiri gibi işten eve, evden işe gidip gelerek; kışlık ev, yazlık ev, araba üçgenlerinde tüketmeyin onu. Çok geç olmadan, gerçekte neyi istiyorsanız onu yapın!”
Yazıyı bir solukta okuyup bitiriyorum. Sonra yine başa dönüyorum. Bu kez biraz daha ağırdan alarak okuyorum. İkinci defa sona gelince, bir an bile duraksamadan dergiyi tekrar fileye sıkıştırıp gözlerimi yumarak arkama yaslanıyorum.
“Aptal bir yazı bu!..” diye düşünüyorum kızgın kızgın. Gözlerimi açıyor ve öne doğru kıvrılmış olan dergiyi elimle düzelterek kapağına bakıyorum. “Aptal bir kadın dergisinde aptal bir yazı işte!.. Kötü yazılmış... Çeviri... Kimbilir hangi yabancı dergiden arakladılar!”
Yine de, “Yük beygiri!..” diye geçiriyorum daha da içimden, “Kışlık ev, yazlık ev, araba üçgeni!..” diye geçiriyorum, “Evden işe, işten eve!..” diye geçiriyorum; iyice kızıyorum.
-“Allah kahretsin!..” Sözcükler, yüksek sesle dökülüyor ağzımdan. Otobüs, Balıkesir’i, Susurluk’u geçmiş, Mustafakemalpaşa yol ayrımına yaklaşıyor. Yol arkadaşım uykuya dalmış; beni duymuyor ya da belki duymazdan geliyor.
Bir süre kendi kendimle boğuşuyorum. Dergiyi küçümsüyorum, yazıyı küçümsüyorum, yazının ana fikrini küçümsüyorum, ne var ki alttan alta da kendi kendimle tartışmaktan da vazgeçmiyorum: “Tamam da, ya yazının içindeki gerçek?..” Bu tartışma beni iyice kızdırıyor. Ben, böyle bir dergideki böyle bir yazıdan etkilenecek adam mıyım? Ben.. Profesör Halil Fazıloğlu!.. İlkçağ tarihi uzmanı!.. Çağdaş, aydın, Atatürkçü, iyi aile babası, iyi vatandaş Profesör Halil Fazıloğlu!.. Etkileniyorum işte. Koşullar çok uygun, canım çok sıkkın: Çok etkileniyorum.
Oturduğum yerde huzursuzca kımıldıyorum. Yeni bir oturma konumuna girmek istiyor ve bacak bacak üstüne atıyorum ama, olmuyor. Sıkışıyorum. Bacaklarımı indirip koltuğumu dikleştiriyorum. Camdan dışarı, pek de görmeyen gözlerle bakarken, yüksek bir binanın önünden geçiyoruz. Camda kendi yüzümün yansıması!.. Okuma gözlüklerim burnumun ucunda... Gözlerim faltaşı gibi açık... Yüzüm, birkaç haftalık Ege güneşinin altında bakıra kesmiş... Kirpi gibi gür ve dimdik saçlarımın önünde beyaz bir perçem... Gençken saçlarımın (romanlardaki gibi) şakaklarımdan başlayarak kırlaşacağına (ve bütün gençkızların aklını başından alacağına) inanırdım. Yanılmışım.
Ah!.. Otobüsün camı sanki cam değil de, ayna; hayır, ayna değil de, tanrıça Athena’nın, Pegasus tarafından bir kılıç darbesiyle uçurulduktan sonra kendisine armağan edilmiş olan ve gören herkesi taşa çeviren yılan saçlı Medusa’nın başıyla süslü parlak kalkanı!.. Kendi çirkinliğimden kendim korkuyorum.
Ve birdenbire beynime, o uğursuz mektup, adeta satır satır akıyor; akmıyor da sızıyor:
“Profesör Halil Fazıloğlu’nun dikkatine!..
“Senin evinde ayna var mı merak ediyorum.
“Çünkü ben, kendisine bir fakültenin dekanlığı sıfatını yakıştıran bir insan, gerçek anlamda bilim yapmaktan başka bir hırsı olmayan ve bu uğurda her türlü baskıya direnen, her türlü tehlikeyi göze alan, üstelik bunları, tamamen iddiasız ve olabildiğince alçakgönüllü kalarak ve üç otuz paraya yapan, yakın olmasa da eski bir dostunu işten atarken, yüzüne karşı, ‘Kusura bakma, artık seninle çalışamayacağız!’ deme cesaretini bile gösteremiyorsa, satın aldığı aynalara nasıl bakar, anlamıyorum.”
“Çünkü ben, bir bilim insanını, noter kanalıyla evine tebligat yapmak ve böylece işten atıldığını bildirme sorumluluğunu da o bilim insanının karısına ya da çoluk çocuğuna devretmek gibi akıl almaz bir yönteme başvuran bir dekanı, kazandığı büyük (!) paralarla satın aldığı o aynalarda, kendi yüzünü görmeye nasıl dayanır; hiç mi hiç anlamıyorum.”
Salak karı!.. Serseri!.. Kadir de serserinin biriydi zaten (ama yakışıklı bir serseriydi; ne yazık ki). Ne de uymuşlar birbirlerine!.. Salak karı!.. Salak!.. Salak!..
Sinirlerimi yatıştırmak için zihnimi boşaltmaya çalışıyorum; olmuyor. Anılar, besin değeri olmasa dahi suya düşen her nesneye hücum eden irili ufaklı balıklar gibi üşüşüyorlar, dergideki o yazı ile ve Beyza’nın mektubu ile ilgili fikir kırıntılarının çevresine. Kırıntılar, tek tek anıları ve her anı, bir anılar zincirini çağrıştırıyor. Bu oluşumla başa çıkamıyorum. Kendimi kapıp koyveriyorum.
“... Amına koduğumun dünyası!.. Şu zillete bak!.. Karılar gibi yatakta ölüyorum!” Babamın, bilinçli son sözleri bunlar mıydı, yoksa ben mi yakıştırıyorum? Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Dersim İsyanı, İkinci Dünya Savaşı... Geç evlenmişti. “Eski toprak kırağı çalmaz!” diye diye erken öldü. “Kalp yetmezliği!..” dediydi doktorlar, “Amca, sigarayı bırakman gerek!..” Ner’de?.. “Siktirin gidin be!..” diye bağırmıştı babam, “Sigarayı da bırak! İçkiyi de bırak! Karı düzmeyi de bırak! Ot muyum ben, ulan? Gebersem de hepsini yapacağım. Başka ne var ki yapacak?” Ciğerleri ağzına gele gele can verdi, Annemin ağzı, çizgi gibi... Gidiyor, geliyor. Hayriye, kenarda köşede gizli gizli ağlıyor. Yüksek sesle ağlaması yasak!.. Annem istenmez yüksek sesle ağlanmasını da, gülünmesini de!.. Hayriye... Koltuk artık yırtık, beceriksiz Hayriye!.. Ablam... Kocası generalliğe terfi ettikten sonra, “Babam, eski İstanbul’un namlı tüccarlarından biridir!..” diye de övünmeye başlamış. Övünsün varsın! “Kendi yaptıklarıyla övünecek durumda olmayanlar, genellikle geçmişe sığınırlar. Geçmişte de sığınacak bir görkem yoksa, uydururlar!” İmza: Profesör Halil Fazıloğlu... Birisi, galiba bir asistan, “Hocam,” demişti, “Bu sözü, her ders yılında en az birkaç defa tekrarlıyorsunuz.” İyi ediyorum (ama Kadir alaylı alaylı gülmüştü söyleneni duyunca; ardından da, “Hoca, tarih gibi okkalı sözleri de pek sever!” dememiş miydi?).
Tarihi, ölüme meydan okumak için mi seçtim acaba? Yok canım, ben, ölümden korkmuyorum ki; ölmekten korkuyorum. Ölmekten, yokolmaktan, kendi varlığımın ortadan kalkmasından... Daha da önemlisi, acı çekmekten...
Ölümle ilgili anılar: Özer’in ölümü (liseden yeni mezun olmuştuk; yokuşun altındaki duvarın dibinde toplanmıştık Özer, duvara tırmanıyordu ki kamyon aniden çıkmıştı ortaya; hepimiz kaçışmıştık; kamyon bütün hızıyla duvara toslayınca, Özer paramparça olmuştu; anası nasıl da bağırmıştı)... Zeynep’in ölümü (çamaşır suyunu kaynatmış, kaynatmış; kalanı içmiş demişlerdi; intihar demişlerdi; hep babası yüzünden, vermedi sevdiği çocuğa demişlerdi; kan kustu demişlerdi)... Vecdi’nin ölümü (kalp kriziydi; Leyla, geceyarısı aramıştı; “Halil, Allah aşkına gel! Vecdi’ye birşeyler oluyor! Doktor getir!” Ağlıyordu; yetişememiştik; gittiğimizde Vecdi çoktan ölmüştü; yatakta bir ıslaklık... “Böyle olur!” demişti doktor, “Ama çok genç, değil mi?” diye sormuştum; “Genç yaşta gelen kalp krizleri genellikle öldürücü oluyor!”)... Ya orta yaşta gelenler?... Ellibeş, orta yaş sayılır, değil mi? Babam öldüğünde altmışı biraz geçmişti. O zamanlar babamı yaşlı sayardım (Özge de beni yaşlı sayıyordur).
Bilim yapmakmış da!.. Baskıyı göze almakmış da... Tehlikelere göğüs germekmiş de!.. Kadir, hiçbir zaman sorumluluk üstlenmedi ki!.. Hep, canı ne istiyorsa onu yaptı. Onun yerine başkaları acı çekti.
Ama ben... Ben, öyle miydim? Ben!.. “Halil, evladım, evimizin erkeği sensin artık!” diye buyurmuştu Mehlika hanım, o incecik sesiyle. İri yarı, kunt bir kadın olan annemden çıkan o ses, beni hala şaşırtıyor. Asistan maaşım, kiraya verilen dükkandan gelen birkaç kuruş... Babamın yatağının içine tıkıştırılmış arsa tapularıyla annemin çıkısındaki altınlar olmasa!... Ama Mehlika hanım, tapuları da, altınları da yıllarca çıkartmadı ortaya. Ne diye?.. Ben, sorumluluklarımı bileyim; ben, babam gibi olmayayım, maceraperest olmayayım, çekip gitmeyeyim diye!.. Bu uğurda, kendi rahatından bile fedakarlık etti kadıncağız. “Anne bunları niye sakladınız?” Annem, ağlamaktan da, gülmekten de nefret eden annem, hüngür hüngür... “Korktum! Kadınlarla yersin diye korktum! İçkiye, kumara yatırırsın diye korktum!” Teşekkür ederim. Ne ki, o güzelim ev de harabeye döndü bu sayede. Kuşyuvası!.. Kuyubaşında salkım söğüt!.. Çardakta mor salkım; az ötede katmerli leylaklar; taş, örme duvarlar üstünde ahşap; cumbaları kafesli... Bir fotoğrafı bile kalmadı geride. Mehlika hanım şimdi, laz müteahhitin yaptığı kutu gibi apartman dairelerinden birinde çile dolduruyor (ne ki kendisi, apartman dairesinden pek memnun). İşte böylece, sorumluluk sahibi bir adam olup çıktım. Sorumluluk sahibi bir bilim adamı!.. Hayır; Kadir’in deyişiyle, devlete karşı sorumlu bir memur!.. (“Bilim adamı, memur olur mu ağ’bi? Bilim adamı, yalnızca bilime karşı sorumludur! Bilim, devleti dengeleyen unsurlardan biri olmalı!..” Dilini eşşek arısı soksun e mi Kadir! O koca dilini!.. Tutamadın da, yaktın işte başını! “Ama hocam!..” diyor çocuklardan biri, “Bize hep resmi tarih anlatılıyor! Bir tek Kadir hoca var, bunu yapmayan!.. ” N’apalım!.. Bütün tarihler, resmi değil mi? Başka n’olacaktı ki!.. Kadir, salağın biri!..).
“Profesör Halil Fazıloğlu’nun dikkatine!..
“Senin evinde ayna var mı merak ediyorum.
“Çünkü ben, kendisine bir fakültenin dekanlığı sıfatını yakıştıran bir insan, gerçek anlamda bilim yapmaktan başka bir hırsı olmayan ve bu uğurda her türlü baskıya direnen, her türlü tehlikeyi göze alan, üstelik bunları, tamamen iddiasız ve olabildiğince alçakgönüllü kalarak ve üç otuz paraya yapan, yakın olmasa da eski bir dostunu işten atarken, yüzüne karşı, ‘Kusura bakma, artık seninle çalışamayacağız!’ deme cesaretini bile gösteremiyorsa, satın aldığı aynalara nasıl bakar, anlamıyorum.”
“Çünkü ben, bir bilim insanını, noter kanalıyla evine tebligat yapmak ve böylece işten atıldığını bildirme sorumluluğunu da o bilim insanının karısına ya da çoluk çocuğuna devretmek gibi akıl almaz bir yönteme başvuran bir yönetici, yani bir dekan, kazandığı büyük (!) paralarla satın aldığı o aynalarda, kendi yüzünü görmeye nasıl dayanır; hiç mi hiç anlamıyorum.
“Ve insan, kendi satın aldığı pahalı aynalarda kendi yüzüne bakamıyorsa; her çeşit veriden de anlaşıldığı gibi bilimselliğine hiçbir katkıda bulunmadığı bir fakültenin dekanı olmak ve öyle kalmak uğruna giriştiği bütün o zahmetler, bütün o çabalar; verdiği o tavizler ne işe yarar, bilemiyorum.”
Sorumlu bir evlat, sorumlu bir koca, sorumlu bir baba (“Oğlum diye söylemiyorum, çok iyi çocuktur. İçkisi yok, kumarı yok!.. Sabah sekizde evden çıkar, akşam yedi olmadan döner. Saat gibidir, benim evlatcığım!”)... Yaa!.. Sorumlu bir erkek kardeş (“Halil, bu hayat çekilmez oldu. Seni ve anneciğimizi düşünmesem, bu kıymetsiz hayatıma son vermekte bir an bile tereddüt etmem. Enişten, pek fena bir adammış. Her daim serhoş geziyor. Senden ricam, gelip beni bu adamdan kurtarmandır!”)... Hayriye!.. Siirt’ten yazmıştı. Üniversiteden izin almıştım. Haydarpaşa garında kara tren!.. Yolculuk günlerce sürmüştü. Bir yerlerde inmiştim trenden. Bir otobüsten ötekine aktara aktara... Cipten bozma dolmuşlarla... Hayriye, kapıyı gülerek açmıştı Siirt’te: Barışmışlar. Dönüş, ayrı macera!.. Annem, “Aferin oğluma!..” demişti, “Sen görevini yaptın!” Hayriye’de gık yok!.. Teşekkür bile etmemişti. Erkek kardeştim ben: Görevimdi).
Tam doktora tezimi hazırlarken, yaşlı profesör, “Arada şu kitabı da çevirmenizi reca ediyorum, Halil bey oğlum,” diyor, “Çok faideli bir eserdir. Eminim, sizin inkişaf etmenize de yardımcı olacaktır.” “Başüstüne hocam, emredersiniz!” “Zahmet olacak ama!..” “Aman hocam, estağfurullah! Ne zahmeti!.. Görevim!..” (alçak herif, çeviriyi olduğu gibi kendi kitabına almış, sonra da ne yazarından ne benden, tek kelimeyle sözetmemişti de hocanın kitabı yayımlandıktan sonra, Kadir, günlerce, bıyık altından gülerek dolaşmıştı etrafımda).
“Profesör Halil Fazıloğlu’nun dikkatine!..
“Senin evinde ayna var mı merak ediyorum.
“Çünkü ben, kendisine bir fakültenin dekanlığı sıfatını yakıştıran bir insan, gerçek anlamda bilim yapmaktan başka bir hırsı olmayan ve bu uğurda her türlü baskıya direnen, her türlü tehlikeyi göze alan, üstelik bunları, tamamen iddiasız ve olabildiğince alçakgönüllü kalarak ve üç otuz paraya yapan, yakın olmasa da eski bir dostunu işten atarken, yüzüne karşı, ‘Kusura bakma, artık seninle çalışamayacağız!’ deme cesaretini bile gösteremiyorsa, satın aldığı aynalara nasıl bakar, anlamıyorum.”
“Çünkü ben, bir bilim insanını, noter kanalıyla evine tebligat yapmak ve böylece işten atıldığını bildirme sorumluluğunu da o bilim insanının karısına ya da çoluk çocuğuna devretmek gibi akıl almaz bir yönteme başvuran bir dekanı, kazandığı büyük (1) paralarla satın aldığı o aynalarda, kendi yüzünü görmeye nasıl dayanır; hiç mi hiç anlamıyorum.
“Ve insan, kendi satın aldığı pahalı aynalarda kendi yüzüne bakamıyorsa; her çeşit veriden de anlaşıldığı gibi bilimselliğine hiçbir katkıda bulunmadığı bir fakültenin dekanı olmak ve öyle kalmak uğruna giriştiği bütün o zahmetler, bütün o çabalar; verdiği o tavizle ne işe yarar, bilemiyorum.
“Sana şunu söylemeyi de gerekli görüyorum: Eşi ve arkadaşı olarak ben, hem objektif hem de subjektif bağlamda, Kadir’le iftihar ediyorum. Kadir’e, böyle bir dekanın yönetimindeki bir fakülteden kovulduğunu bildirmek, benim için bir onur... Senin kovulmanı hiç istemem. Bundan böyle herhangi bir yerden kovulacağını da hiç sanmıyorum. Ama olur da devran değişir ve günün birinde başına böyle bir iş gelirse ve senin evine de noterin ulakları eliyle böyle bir tebligat ulaşırsa, dilerim senin için de, benim Kadir için söylediklerimi söyleyecek, hiç değilse bir kişi bulunur. Bir tek kişi!.. Tek bir kişi!.. Bir dost!.. Bir arkadaş!.. Bir sevgili!..”
Aşağılık karı!.. Manyak!.. Histerik!..
Semra, “Gitmen gerek!.. Hemen bugün gitmelisin! Sular, kapıdan taşmış!” diyor. “Niye ben?..” diyemiyorum. Gitmem gerek!.. Hemen bugün!.. Semra gidecek değil ya!.. Ya da Özge!.. Sorumluluk sahibi bir insanım ben. Komşulara karşı da sorumluluğum var!.. Bir tek kendime karşı sorumlu hissetmiyorum kendimi. Gitmek istiyor muyum? Yaptıklarımı yapmak istiyor muyum? Ne istiyorum? Bu soruları hiç sormuyorum kendime. Aslında gitmekle kalmak, yapmakla yapmamak arasında hiçbir fark görmüyorum artık. Tercih ettiğim herhangi bir durum ya da konum yok!.. İçimden bir nefret dalgası kabarıyor.
Şaşırıyorum. Nefret bir kerre su yüzüne çıkınca, azgınlaşıyor: Olduğum yerde köpürüyorum. Şu anda herşeyden nefret ediyorum: Sahip olmak için bir ömür tükettiğim ünvanlardan, maldan ve mülkten; memnun etmek için çırpındığım yakınlarımdan; ev gezmelerinden ve ahbaplarımdan ve o ahbaplarla yapılan manasız sohbetlerden; alışveriş ettiğim dükkanlardan ve gittiğim lokantalardan ve yediğim yemeklerden; giydiğim elbiselerden ve kullandığım bütün eşyalardan; işimden, öğrencilerimden, evle okul arasında gidip gelmekten, trafikten, trafik polislerinden, banka memurelerinden, televizyondaki haber programlarından, televizyondaki bütün programlardan ve gazetelerden ve dergilerden; kalabalıktan, gürültüden ve pislikten... Toplumdan nefret ediyorum.
Ne mene bir şey bu toplum?.. Somut, üstelik bir de otoriter bir kişiliği var sanki. Eline bir tebeşir alıp yere bir daire çizmiş: “Şurada otur! Şu işi yap! Şunları söyle! Şunları asla söyleme! Şunları giy! Şunları ye! Şuradan alışveriş et! Şunları al! Şuraya git! Şuraya gitme!” Dairenin dışına çıkamıyorum. Kimse çıkamıyor (Kadir çıktı: Çıkanı ezeriz, yokederiz!). Nefretten boğulacak gibiyim. Çevremde görünmez duvarlar... Bir döngüye mahkum olmuşum. Özgür iradem yok!.. Herkes ne yapıyorsa ve herkes benden ne yapmamı bekliyorsa, onu yapıyorum. Kendimi yaşamıyorum; taklit ediyorum. Herkes birbirini taklit ediyor (Kadir hariç!.. Beyza da hariç!..).
“Profesör Halil Fazıloğlu’nun dikkatine!..
“Senin evinde ayna var mı merak ediyorum.
“Çünkü ben, kendisine bir fakültenin dekanlığı sıfatını yakıştıran bir insan, gerçek anlamda bilim yapmaktan başka bir hırsı olmayan ve bu uğurda her türlü baskıya direnen, her türlü tehlikeyi göze alan, üstelik bunları, tamamen iddiasız ve olabildiğince alçakgönüllü kalarak ve üç otuz paraya yapan, yakın olmasa da eski bir dostunu işten atarken, yüzüne karşı, ‘Kusura bakma, artık seninle çalışamayacağız!’ deme cesaretini bile gösteremiyorsa, satın aldığı aynalara nasıl bakar, anlamıyorum.”
“Çünkü ben, bir bilim insanını, noter kanalıyla evine tebligat yapmak ve böylece işten atıldığını bildirme sorumluluğunu da o bilim insanının karısına ya da çoluk çocuğuna devretmek gibi akıl almaz bir yönteme başvuran bir dekanı, kazandığı büyük (!) paralarla satın aldığı o aynalarda, kendi yüzünü görmeye nasıl dayanır; hiç mi hiç anlamıyorum.
“Ve insan, kendi satın aldığı pahalı aynalarda kendi yüzüne bakamıyorsa; her çeşit veriden de anlaşıldığı gibi bilimselliğine hiçbir katkıda bulunmadığı bir fakültenin dekanı olmak ve öyle kalmak uğruna giriştiği bütün o zahmetler, bütün o çabalar; verdiği o tavizle ne işe yarar, bilemiyorum.
“Sana şunu söylemeyi de gerekli görüyorum: Eşi ve arkadaşı olarak ben, hem objektif hem de subjektif bağlamda, Kadir’le iftihar ediyorum. Kadir’e, böyle bir dekanın yönetimindeki bir fakülteden kovulduğunu bildirmek, benim için bir onur... Senin kovulmanı hiç istemem. Bundan böyle herhangi bir yerden kovulacağını da hiç sanmıyorum. Ama olur da devran değişir ve günün birinde başına böyle bir iş gelirse ve senin evine de noterin ulakları eliyle böyle bir tebligat ulaşırsa, dilerim senin için de, benim Kadir için söylediklerimi söyleyecek, hiç değilse bir kişi bulunur. Bir tek kişi!.. Tek bir kişi!.. Bir dost!.. Bir arkadaş!.. Bir sevgili!..
“Şimdi düşünüyorum da; kimbilir, belki de senin evin, baştan aşağı aynalarla donanmıştır. Gerçeğin ve gerçekliğin arkasından yas bile tutulmamış mekanlarda, dekorun biraz olsun derinlik kazanabilmesi için, imajların yapay olarak çoğaltılması kaçınılmaz bir zorunluluk olsa gerek, değil mi?
“Başarılarının böylece devam etmesini, yürekten diliyorum.
“Beyza R. Özgür”
Neyine güvendi de çekti bu faksı bana o karı?.. Yalnız bana mı?.. Rektöre, bütün dekanlara, bütün profesörlere, doçentlere, hatta asistanlara... Öğrenciler, ele geçirip duvarlara yapıştırmışlar. Neyine güvendi?.. Güzelliğine desen, güzel değil!.. Ününe desen, ünlü değil!.. Zenginliğine desen, zengin değil!.. Çulsuz Kadir’in çulsuz karısı!.. Neyine güvendi?..
Bir dost!.. Bir arkadaş!.. Bir sevgili!.. Bir tek kişi!.. Tek bir kişi!.. Cavide olsaydı!.. Cavide’yle elele tutuşup... Ah!.. Cavide’yle elele tutuşup koşuyoruz (ağır çekim). Mekan?.. Ne önemi var?.. Yuşa tepesi... Büyükada... Çamlıca... Bebek korusu... Cavide’nin kloş eteği havalanıyor. Cavide’nin upuzun, tombul, bembeyaz bacakları!.. Hayır!.. Cavide’nin bacakları yok!.. O zaman da yoktu, şimdi bile yok!.. Otların üstüne uzanıyoruz. Cavide’nin gözleri kapalı... Dokunmaya kıyamıyorum. Buraya kadar!.. Başa sarıyorum: Cavide’yle elele tutuşup koşuyoruz (ağır çekim). Bir kerecik elini tutabilseydim! Bir kerecik öpebilseydim! İlk aşkım (yoksa ikinci miydi?)!.. Menekşe rengi gözleri (gerçekten de menekşe rengi miydi?)!.. Simsiyah, parlak bukleleri!.. Solgun çehresi!.. Ne kadar da güzeldi! Paşa torunu!.. Mahallenin gözbebeği!.. Yalının biricik prensesi!.. Annem nasıl da hırslanırdı yalıdakilere: “Önceleri padişah beslemesiymiş şimdi de Menderes beslemesi ayol bunlar! Ner’den geliyor bu servet, huuu? Biz, padişahlığı devirmedik mi? Paşa çocuğuysalar, n’olmuş? Düpedüz savaş vurguncusu hepsi de!.. Hırsız, yani!.. Saçı bitmedik yetimlerin hakkı var yedikleri parada! Allah belalarını versin! Göze gelsinler, inşaallah!” Cavide, uzaktan el sallıyor: “Halil ağ’bi!..” Gülümsemekle yetiniyorum. İçimde fırtınalar!.. Seni seviyorum Cavide. Cavide, sana tapıyorum. Benimle evlenir misin Cavide? Birden Semra... Bembeyaz gelinliği... Yüzünde, ancak köy gelinlerine yaraşacak ağır bir makyaj... Gözleri yerde... Heyecandan yanakları al al (yoksa o da mı makyaj?)... Titrek sesle, “Evet!” diyor. Nikah dairesindeki salonun havası bunaltıcı... Tekrar Cavide... Yalıda hareket var: Cavide evleniyormuş. Adana’ya gelin gidiyormuş. Damat, toprak ağasıymış. Yeni zengin... Cavide’yi mücevherler, kürkler içinde yaşatacak. Ben de zengin olmalıyım! Ünlü bir yazar olmalıyım! Hayır; uzaya ilk giden Türk olmalıyım! Petrol bulmalıyım! Altın madeni!.. Film artisti olmalıyım! Zengin olmalıyım! Cavide’yi kaçırmalıyım! Altımda, son model bir şevrole... Beyaz!.. Üstü açılır cinsten!.. Yalının önünde fren gıcırtıları... Cavide kaçıyor. Çığlıklar!.. Yine Semra: El öpüyor. Bıkmadan usanmadan, salondaki herkesin elini öpüyor tek tek. “Çok akıllı, uslu bir kız bu. Evladım!.. Allah bağışlasın!.. Bir yastıkta kocasınlar!..” Halalar, teyzeler fısıldaşıyorlar.
Cavide için ne dedikodular çıkmıştı. Beverli ağlıyor; “Halil!.. Halil!.. Halil!.. I love you, can’t you see? I love you Halil, I need you!” Beverli, Cavide’nin ikiz kardeşiydi sanki. Beverli’yi alıp Afrika’ya gidiyorum. Bir araştırma gezisi... İkimizin de üstünde safari kılıkları... Önemli bir buluş yapıyoruz. Bütün dünya bize alkış tutuyor. Genç bilim adamı ve sevgilisi!.. Beverli, melekler gibi gülümsüyor: “Buluşun bütün onuru Halil’e aittir. Ben, yalnızca ona yardım ettim. Çok mutluyum.” Beverli çok mutlu... Beverli’yi mutlu eden, benim. Ellerim, Beverli’nin çıplak bedenini okşuyor. Semra!.. Ellerim, Semra’nın göğüslerinde... Ellerim, henüz acemi... Semra, ağlamaklı... Viskansin üniversitesinde doktora yapacağım. Semra’yı Amerika’ya götüremiyorum. Aldığım para, ancak bana yetiyor!.. Semra İstanbul’da kalıyor. İşe girdi, çalışıyor. Viskansin’de, gece gündüz Beverli ile birlikteyim. Çalışıyoruz, gülüşüyoruz, sabahlara kadar konuşuyoruz. Ama yatamıyoruz. Beverli ağlıyor. Ben de ağlıyorum: Karıma karşı sorumluluklarım var... Semra, uzun mektuplar yazıyor: “Ne zaman döneceksin? Seni özledim,” diyor, “Oralarda çapkınlık yapmadığını umuyorum,” diyor. Beverli hep ağlıyor. “Hindistan’a gidiyorum. Böyle fırsat bir daha çıkmaz karşımıza. Ne olur, sen de gel! Yalvarıyorum. Seni seviyorum. I love you,” diyor. Bir kerhane bulup orospunun biriyle yatıyorum. Okulun güllerinden birkaçıyla da yatıyorum. Beverli’yle bir kere bile yatamıyorum. Beverli’ye saygım var. Karıma da saygım var. Orospulara yok!..
Beverli’yi saçlarından kavrıyorum; Cavide’yi öpüyorum; Beverli’nin dudakları kanıyor. Beverli mutlu... Yedi-sekiz tane dili (hayır, daha çok), ana dilim gibi konuşuyorum: Sanskritçe, Çince, İbranice, Arapça, Rusça, Afrika dillerinden birkaçı, lehçeler... Eski kutsal metinlerin, dünya tarihine ilişkin birçok gizi içlerinde barındırdıklarını düşünüyorum. Bu metinlerin çözümlemesini yapıyorum; birbirleriyle karşılaştırıyorum. Dünya, ayağa kalkıyor. Beverli, Amerika’dan koşup geliyor: “Biliyordum, “ diyor, “Halil, senin, günün birinde müthiş işler yapacağını biliyordum. Seni hala seviyorum,” diyor. Cavide ipekliler içinde... “Kocam bana elini bile süremedi. İzin vermedim. Ben, seninim Halil. Al beni!..” diyor. Ömer, “Kerhaneye gitmeden erkek olunmaz oğlum!” diye ahkam kesiyor. Kadının göğüsleri, aklın almayacağı kadar iri, sesi incecik (kiminki gibi?)... “Al beni!.. Sik beni!..” diye inliyor (yalancıktan). Cavide’nin bacakları yok; göğüsleri de yok!.. Ömer, sinemacı olmak istiyor. “Milyoner olacağım,” diye geriniyor, “Yılda yüz film!.. Hepsini ihraç edeceğim. Sen de yönetmen olursun!” diyor. Ben, yönetmen oluyorum (Fellini gibi bir yönetmen ya da, neydi adı; İngmar Bergman gibi)...
Olamıyorum. Ben okula gidiyorum. Tam o sıra, tahkikat komisyonları kuruluyor. Vatan Cephesi’ne üye olanların listesi, hergün radyodan okunuyor. Üniversitede hergün, toplantı üstüne toplantı... Çıkıp konuşuyorum: “Atatürk...” diyorum, “Kurtuluş Savaşı...” diyorum, “Kimse bu vatanı...” diye coşuyorum: Gençlik lideri oluyorum. Hemen ardından genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en genç başbakanı!.. Türkiye, iki yılda kalkınıyor. Yaşlı profesörüm gelip ellerime sarılıyor: “Beni emekliye sevkettiler. Beni de 147’lere kattılar. Halil, evladım, beni ancak zatıaliniz kurtarabilirsiniz. Kerem buy’run!” Beverli göz kırpıyor: “Kırkını aşmış bütün moruklar tutucudur!” Başımı kazıtıyorum. Budist rahibi oluyorum (sarı renkli sariler ve deri sandaletler, elimde bir tahta kap; günlük yemeğimi dileniyorum). Bir bidon benzini başımdan aşağıya boca ediveriyorum. Kendimi yakıyorum. Bütün savaşlar sona eriyor. Amerika’da zenciler, bütün üniversitelere kabul ediliyorlar. Kruşçev’le Kenedi el sıkışıyorlar. Benim için muazzam bir cenaze töreni düzenleniyor. Her ülkede bir heykelim... Küllerim, bir uçakla, bütün dünyayı geziyor. Osman, “Küçük bir uçak yapalım; bütün dünyayı dolaşalım,” diyor. Ben, “Büyük olsun!” diye cevap veriyorum. O zamanlar uçağa binmekten korkmuyorum. Uçağa binmem gerektiğinde, ecel terleri dökmüyorum. Baykara’nın, Yıldırım Kaptan’ın, Süpermen’in en yakın arkadaşıyım. Zaman içinde yolculuk ediyorum. Sırtıma taktığım küçük roketlerle uçuyorum. Roketsiz uçuyorum. Marslılar, Yıldırım Kaptan’ın ardısıra dünyaya geliyorlar. Kedi kılıklı, yeşil gözlü Marslılar... İnsanları ipnotize ediyorlar. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Ağırlaşıyor. Ağırlaşıyor.
Silkinip açılıyorum. Otobüs ağır ağır hız kesmiş olmalı; yumuşakça duruyor. Bursa’yı geçmişiz. Mola zamanı... Sönmez tesisleri... Saatime bakıyorum; yola çıkalı dört saate yakın olmuş. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Komşum yerinde yok... Ne zaman indi acaba (bana neyse)? Ayağa kalkıyorum, sırt çantasını elime alıp arka tarafa doğru ilerliyorum. Ben kendime gelene kadar otobüs boşalmış bile. İki şoför ile muavin, sağ arka lastiği kontrol ediyorlar. Terliyorum. Hava çok sıcak... Nem oranı çok yüksek olsa gerek... Birden bir benzin kokusu... Telaşla etrafıma bakınıyorum. Az ilerdeki benzin pompalarının dördü de harıl harıl çalışmakta... Sabahtan beri sigara içmedim ya, burnum kokulara karşı hassaslaşmış olmalı. Elimi sırt çantasına atıyorum; Sigara paketi öndeki fermuarlı küçük cepte (Dunhill). Çakmakla birlikte (çakmak da Dunhill marka)... Paketin jelatinini yırtıyorum. Kapağı açıp, içerdeki yaldızlardan sağ tarafta olanı söküp alıyorum. Günün ilk sigarasını dudaklarımın arasına yerleştiriyorum ve yakıyorum. Elimde sigara, hafifçe başım dönerek yürümeye koyuluyorum. Birkaç basamak yukarı... Plastik tentenin altı gölge, ama serin değil... İçeri giriyorum. İçersi serin... Tuvaletler karşıda, sağda... Çantayı sırtıma geçirerek ilerliyorum. Önce elimi yüzümü yıkıyorum (Beverli derdi ki, “Erkekler bir tuhaftır; ellerini işedikten sonra değil de işemeden önce yıkarlar!”), sonra pisuvarın önüne dikiliyorum. Ardından (Beverli’ye inat) ellerimi bir kere daha yıkıyorum ve salona dönüyorum. Bir masaya oturacakken lokantanın selfservis olduğunu hatırlıyorum. Yemek yemeğe niyetim yok... Yalnızca soğuk bir meşrubat (Semra’nın çantaya koydukları iyice ısınmıştır şimdi)... Diyet kola?.. Yok!.. N’apalım, diyet olmasın!.. Soğuk olsun da!.. Tekrar masalara doğru yöneliyorum. Bütün masalar sarı-yeşil... Bütün iskemleler de... İlk boş yere çöküyorum. Kola, elimin altında soğuk soğuk terliyor. Sırt çantamı, yandaki iskemleye bırakıyorum. Semra’nın hazırladığı alüminyum paketlerden birini elime alıyorum. Ne yediğim umurumda bile değil!..
Bursa’dan sonrası çiftyol... Otobüs uçar gibi gidiyor. Orhangazi ile Yalova arasından hala ürküyorum. Yıllar evvel, Yalova’ya ulaşmadan önceki son yokuşta, bir turist otobüsünün yardan aşağıya yuvarlandığına tanık olmuştum. Fren patlamış... Otobüs, lüzümsuz bir hızla girdiği virajı alamayınca... Ben, başka bir otobüsün içindeydim. Yol tıkanmıştı. Aşağıya inip bakmamıştım (bakamamıştım), ama bakanlar geri gelip anlatmışlardı... Çığlıklar duyuluyormuş; inlemeler, haykırışlar, dualar!..
Birden kendimi toparlıyorum. Artık öyle anıların ve hayallerin akışına kapılıp gitmek yok!.. Şimdi, bilim adamına yaraşır bir ciddiyetle düşünme zamanı!.. Sorun... Çözüm önerileri... Ve karar!... Sorun apaçık: Ömrümün sonuna yaklaşıyorum (yaklaşıyor muyum sahiden de; hayır, olamaz). Bugüne kadar yaptıklarımdan, yaşadıklarımdan pek de hoşnut değilim (kim: Ben mi?). Kendi yaşantımı kendi isteklerim (hangi isteklermiş onlar?) doğrultusunda biçimlendirememişim (yok canım!).
Olmuyor, olmuyor!.. Sorun bu değil... Sorun, dergide okuduğum o saçma yazı!.. Ya da...
“Profesör Halil Fazıloğlu’nun dikkatine!..
“Senin evinde ayna var mı merak ediyorum.
Çünkü ben, kendisine bir fakültenin dekanlığı sıfatını yakıştıran bir insan, gerçek anlamda bilim yapmaktan başka bir hırsı olmayan ve bu uğurda her türlü baskıya direnen, her türlü tehlikeyi göze alan, üstelik bunları, tamamen iddiasız ve olabildiğince alçakgönüllü kalarak ve üç otuz paraya yapan, yakın olmasa da eski bir dostunu işten atarken, yüzüne karşı, ‘Kusura bakma, artık seninle çalışamayacağız!’ deme cesaretini bile gösteremiyorsa, satın aldığı aynalara nasıl bakar, anlamıyorum.”
“Çünkü ben, bir bilim insanını, noter kanalıyla evine tebligat yapmak ve böylece işten atıldığını bildirme sorumluluğunu da o bilim insanının karısına ya da çoluk çocuğuna devretmek gibi akıl almaz bir yönteme başvuran bir dekanı, kazandığı büyük (1) paralarla satın aldığı o aynalarda, kendi yüzünü görmeye nasıl dayanır; hiç mi hiç anlamıyorum.
“Ve insan, kendi satın aldığı pahalı aynalarda kendi yüzüne bakamıyorsa; her çeşit veriden de anlaşıldığı gibi bilimselliğine hiçbir katkıda bulunmadığı bir fakültenin dekanı olmak ve öyle kalmak uğruna giriştiği bütün o zahmetler, bütün o çabalar; verdiği o tavizle ne işe yarar, bilemiyorum.
Sana şunu söylemeyi de gerekli görüyorum: Eşi ve arkadaşı olarak ben, hem objektif hem de subjektif bağlamda, Kadir’le iftihar ediyorum. Kadir’e, böyle bir dekanın yönetimindeki bir fakülteden kovulduğunu bildirmek, benim için bir onur... Senin kovulmanı hiç istemem. Bundan böyle herhangi bir yerden kovulacağını da hiç sanmıyorum. Ama olur da devran değişir ve günün birinde başına böyle bir iş gelirse ve senin evine de noterin ulakları eliyle böyle bir tebligat ulaşırsa, dilerim senin için de, benim Kadir için söylediklerimi söyleyecek, hiç değilse bir kişi bulunur. Bir tek kişi!.. Tek bir kişi!.. Bir dost!.. Bir arkadaş!.. Bir sevgili!..
“Şimdi düşünüyorum da; kimbilir, belki de senin evin, baştan aşağı aynalarla donanmıştır. Gerçeğin ve gerçekliğin arkasından yas bile tutulmamış mekanlarda, dekorun biraz olsun derinlik kazanabilmesi için, imajların yapay olarak çoğaltılması kaçınılmaz bir zorunluluk olsa gerek, değil mi?
“Başarılarının böylece devam etmesini, yürekten diliyorum.
“Beyza R. Özgür
“27.07.19../İstanbul
“Önemli not: Bu mesajı sana iletmekte biraz geciktim. Zira, son yıllarda kendini içine hapsettiğin düşünsel sığlıkta, mesajın içeriğini kavramana yetecek kadar bir birikim kalıp kalmadığı konusunda tereddüte düştüm. Bu durumda, bu mesajı yollamak bile sana, “gereksiz yere iltifat etmek” anlamına gelecekti. Öyle ya, iletişim, eşitler arasında kurulur. Düşünen bir insan, bir entellektüel, bir papağana mesaj iletmeye kalkışır mı hiç: Ne münasebet!.. Mümkün değil!.. Zaten gerekli de değil!.. Ama sonunda, seninle ilgili olarak, bu riski göze almaya karar verdim: Çok da uzak olmayan geçmişinden kalma düşünce kırıntılarının, yeterli olmasa da hala, içeriği iyi-kötü kavramana yardımcı olabileceğini zannediyorum. İnsan, ciddiye alınması mümkün olmayan sahte bir erk, bir iktidar imajı uğruna, kendi bireyselliğinden bu kadar da kopamaz ya! Dahası, sen kavrayamasan bile, belki, şurada burada, böyle bir mesajın içeriğini kavrayarak sana anlatacak birileri bulunur diye umuyorum.”
Sızıntıyı bu defa önleyemiyorum. Beyza karısının metni, metnin tamamı, satır satır, kelime kelime beliriyor gözlerimin önünde. Canım acıyor (acımıyor). Ben, bunu hak edecek ne yaptım ki? Kadir’in kovulması gerektiğine ben karar vermedim. Emri tebellüğ etmediğinde, noter kanalıyla evine yollanmasına karar veren de ben değildim (emir,yüksek yerden demişlerdi). Ben yalnızca o lanet olasıca emri imzaladım (başka ne yapabilirdim; istifa mı edecektim; Kadir’in sorumsuz tavırlarının, sorumsuz sözlerinin cezasını ben mi çekecektim, çoluğuma çocuğuma da çektirecektim?).
Hayır efendim, sorun bu da değil... Sorun, kalbimde hissettiğim sıkıntılar, ağrılar... Sorun, can sıkıntısı... Ömrümün sonuna yaklaştığım filan yok... Hem belki kalbim hasta bile değil... Belki psikosomatiktir bütün bu belirtiler... Belki de sorun hiç yok!.. Başarılı bir adamım ben. Hoş bir karım; güzel, cici bir kızım var... Para sıkıntılarını geride bırakmışım. Toplum içinde saygın bir yer, bir ad edinmişim. Sorun filan yok!.. Ne sorunu?..
Elimde olmadan on yıl, diye düşünüyorum; erkekler kadınlardan yaklaşık on yıl önce ölüyor. Hemen ardından, Türkiye’de de insan ömrü uzamış, diye düşünüyorum; erkekler için ortalama ömür, altmışyedi yıl (daha çok var); gazeteler yazdı. Bir an duraksıyorum. Gazetede her yazılana inanma!.. Ama bu istatistik!.. İstatistiklere hiç inanma!..
Bir hafta sonra ölebilirsiniz! Evet, ölebiliriz!.. N’apalım yani?.. Ölürsek ölürüz! Televizyonlara haber oluruz. Profesör Halil Fazıloğlu... 1936 yılında İstanbul’da doğdu. Babası, kolağası (sonra aktar) Rafet Bey (doğumu ?, ölümü 1960); annesi Mehlika hanım (doğumu 1907, ölümü ?). Üniversiteyi 1958 yılında bitirdi. Aynı yıl, bitirdiği fakülteye asistan olarak girdi. Doktorasını, 1965 yılında, Amerika Birleşik Devletleri, Viskansin üniversitesinde tamamladı. 1969’da doçent, 1974’de profesör oldu. Önemli bir uzman olan Profesör Fazıloğlu’nun yirmiye yakın yayımlanmış eseri bulunmaktadır (çoğu çeviri; çeviri ne yazık ki). Evli ve bir çocuk babası olan Fazıloğlu, İngilizce ve Almanca biliyordu. Fazıloğlu’nun cenazesi ,yarın, Teşvikiye camisinde yapılacak törenin ardından Zincirlikuyu’da toprağa verilecek (ekranda, siyah-beyaz, yadırgı bir fotoğraf).
Yok canım!.. Ben İstiklal Savaşı gazisi ya da eniştem gibi general filan değilim ki, ölüm haberimi uzun uzun versinler! “Ama sen de devlet memurusun ağ’bi!” Ah Kadir!.. Devlet memuruyum, evet! O halde, hiç değilse devlet televizyonlarının haber bültenlerinde...
İster istemez gözümde bir takım sahneler canlanıyor: Semra, gözünde gözlükleri, başında kara ipek bir başörtüsü; ayılıp bayılıyor. Mehlika hanım bembeyaz... Bastonuna dayanmış ayakta duruyor ve dik dik gelinine bakıyor. Özge... Özge ağlar mı? Özge’nin kimseyi, hiçbir şeyi taktığı yok!.. Kimbilir, belki cenazeye bile gelmez. Gelir!.. Bana ne yahu, ister gelsin ister gelmesin!
Yine hayallere kaçıyor zihnim: Uzun saçlıymışım; ayağımda şalvar, sırtımda kaymış bir tişört, ayağımda kaba deriden mokasenler, kulağımda (hangisiydi: Sağ mı, sol mu?) küpe... Saçlar ensede, esnek bantla toplanacak. Ben, motorsiklette olacağım (Harley-Davidson). Kollarımda hevi-metal takılar; belimde kabaralı kemer; sırtımda siyah deri ceket (hepsini birbirine karıştırdım). Marjinal bir Halil!.. Özgür takılıyorum (free). Saçmalık!..
Hayaller sürüyor: Otobüsten indiğimde bir taksiye atlayacağım, doğru Swiss Otel’e... Hayır, dur; daha iyisi Çırağan’a!.. Kral dairesi... “Bavullarınız, beyefendi?..” Bavullarım, uçakta kaybolmuş. Buradan birşeyler alacağım. Fena mı, değişiklik olur! “Buyrun efendim, komi sizi dairenize çıkartsın!”
Bu hayal sarıyor beni. Kral dairesinde, Boğaz’a karşı, soğuk bir duş... Ardından oda servisi... Yoo, dairenin buzdolabında mutlaka vardır: Whisky on the rocks!.. 12 yıllık bir şey... Resepsiyona telefon: Otelde alışveriş edebileceğim butik var mı? Acele bir-iki şeye ihtiyacım var da... Malları odaya yolluyorlar (kral dairesi bu, boru mu!). Birkaç değişik renk tişört (Tom Hilfinger), iç çamaşırı, mayo, diş fırçası... Görevli uyarıyor: “Bur’da bazı salonlara kravatsız girilmiyor, beyefendi!” Tabii... İki kravat, iki gömlek (hepsi ipek: İtalyan)... Yeter!.. Giyinip bara iniyorum. Viskiye devam... Bar loş... hafif bir sigara kokusu... Yanımdaki tabureye esmer bir kadın oturuyor. Otururken bana, başıyla yumuşacık bir selam veriyor; dudaklarının ucunda uçuşan esrarengiz bir gülücük... Hanımefendi, size bir içki ısmarlayabilir miyim? “Burada mı?..” Ya, nerede?.. Hanımefendi, bu gece çılgınca eğlenmek istiyormuş da... Hesabı ödüyorum, birlikte çıkıyoruz. Önce yemek, ardından diskotek; sabahın üçüne dördüne kadar dans (Özge çatlasın!)... Sonunda Bebek parkı... Kısa bir yürüyüş... Öpüşüyoruz. Bir taksi, çabuk bir taksi... Otel!.. Kadını daireme çıkartıyorum. Kadın küçük küçük çığlıklar atıyor; pencerenin önünde soyunuyor (hiç utanması yok). Beni, tuttuğu gibi yatağa sürüklüyor. Eee sonra?.. Sonra sevişiyoruz. Sonra sabah oluyor. Sonra kadın giyinip gidiyor. Sonra ben de giyiniyorum. Bütün gün ne yapacağım? Kral dairesinde oturup televizyon mu seyredeceğim? Akşama?.. Akşama ya aynı kadın ya başkası... Saçmalık!.. Saçmalık!..
Başka bir hayal: Otobüsten iniyorum, yine bir taksi; dosdoğru havaalanı... Hindistan’a bir bilet!.. Tesadüf bu ya, birazdan kalkacak uçakta boş yer var... Pasaportum cebimde... Vize?.. Birinci dereceden devlet memuruna vize ne gerek!.. Koşturarak uçağa yetişiyorum. Uçak havalanıyor. Hostesin anonsu... Ardından kaptan!.. Servis başlıyor. Uçak 3 bin metreye tırmandı. Kalbimi tutuyorum. Bıçak gibi bir ağrı!.. Bir ağrı daha!.. Ama bu defaki çok şiddetli!.. Yanımdaki, yöremdeki yolcular telaşlanıyorlar. Biri oksijen maskesini yerinden çıkrtmaya uğraşıyor. Çok geç!.. Hostes yanıma varmadan, son nefesimi vermiş oluyorum. Saçmalık!.. Saçmalık!.. Saçmalık!..
Hayal kuruyorum: Beverli’yi arıyorum (hakikatli kızdır; her yılbaşında mutlaka bir kart atar; adres eski adres olduğundan kartlar Mehlika hanımın eline ulaşır; Semra görmez). Floransa’da buluşmaya karar veriyoruz (Beverli, Floransa’ya aşıktı). Çoşku içindeyim. Bunca yıl sonra... Bu yaşta, entelektüel birlikteliğe eşlik eden cinselliğin kendine özgü, bambaşka bir tadı olmalı... Otelde heyecanla sevgilimi bekliyorum. Yanında genç bir oğlanla çıkageliyor. “En iyi öğrencim!..” diye tanıtıyor bana oğlanı. Oğlan, salak salak sırıtıyor, Beverli, ner’deyse oğlanın ağzına girecek. Ne yapıyor?.. Bana nispet mi veriyor? Saçmalık!.. Saçmalık işte!.. Saçmalık!.. Saçmalık!..
Hayal kuruyorum: Adana’da kapı kapı dolaşarak Cavide’yi aramaktayım. Sonunda, koskoca bir çiftlik evini gösteriyorlar uzaktan (Adana’ya hiç gitmedim; ev, bu yüzden olacak ki, İngiliz malikanelerine benziyor biraz). Çekinerek yaklaşıyorum (çakıllı yolda ayak sesleri). Kapıyı azametli bir uşak açıyor. Beni kütüphaneye buyur ediyorlar (abarttın ama). Biraz sonra Cavide, küçük bir kız çocuğunu peşisıra sürükleyerek içeri giriyor: Bin kilo olmuş. Saçlar bembeyaz.... Küçük kız, yirmiyedi torunundan bir tanesiymiş. Toprak ağasına tam oniki çocuk doğurmuş. Aptal aptal bakışıyoruz. Saçmalık!..
Hayal kuruyorum: Osman’ı bulmuşum. Osman, babası hapse girince okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Babası neden hapse girmişti ki?.. Kendi halinde bir devlet memuruydu adamcağız.. “Rüşvet!..” demişlerdi galiba. Osman’ı buluyorum. Osman kabadayı olmuş; eski mahallenin haracını yiyor. Baba olmuş Osman; yanında goriller olmadan şuradan şuraya gitmiyor.
Hayal kuruyorum: Hayriye’ye bir telefon... Ah Hayriye!.. Herzamanki gibi kocasından yakınır, çocuklarından yakınır, oturduğu evden yakınır, hastalıklarından yakınır, benden yakınır, annemden yakınır, Semra’dan, Özge’den yakınır. Hiç mutlu olamadı. Koltukaltı yırtık, pasaklı Hayriye!.. Bir sökük bile dikemez.
Hayal kuruyorum: Ömer’i aramışım. En son ne zaman aramıştım? Yazlığa gitmeden birkaç gün önce mi?.. Ömer’in keyfi yerinde... Sinemacı olamadı ama büyük tüccar oldu. Ömer’in hayatında düşlere hiç yer yok!..
Hayal kuruyorum: Kadir’i kovmak istedikleri zaman karşı çıkmışım. Kadir bana müteşekkir... Bütün öğrenciler bana alkış tutuyorlar (Beyza, ne yapardı o zaman? Ne yazardı? Bir şey yazar mıydı?)... Bütün öğrenciler... Elimde çantayla amfiye giriyorum. Derin bir sessizlik... Kürsüye ilerlerken duyduğum, yalnızca kendi ayak seslerim... Bütün o genç çocuklar saygıyla beni izliyorlar. Çantamı yere bırakıp kürsünün önünde dikiliyorum. Kendimi tanıtmama gerek yok!.. Hepsi tanıyorlar. Doğrudan tarihin önemini anlatmaya başlıyorum. Bir an geliyor, duraksıyorum ve elimi kürsüye vurarak,
-“Tarihin tamamı gözönüne alındığında tek bir insanın hayatı nedir ki? Hiçbir şey!.. Aç parantez, kapa parantez!.. Hepsi o kadar!..” diyorum.
Arkalardan bir yerden, geçen yıldan beri ilgimi çeken ve her nedense hep arkada oturan o küçük, o güzel kız ayağa kalkıyor,
-“Ama hocam,” diyor, “Tarih dediğiniz oluşum, o tek tek insanlar sayesinde gerçekleşmiyor mu?”
Hayal kurmaktan vazgeçiyorum. Keşke arabayla çıksaydım yola, diye düşünüyorum; eğer öyle yapsaydım, herzamanki gibi Bandırma’dan karşıya feribotla geçerdim ve böyle salak salak hayaller kurmak yerine, uyurdum. Uyurdum.
Otobüs, hızla İstanbul’a doğru koşturuyor. Gün, ağır ağır akşama dönüyor. Yanımdaki boş koltuğun üstüne bırakmış olduğum çantadan bir alüminyum paket daha çıkartıyorum. Muavine seslenerek bir şişe de soğuk su istiyorum.
Evin kapısından içeri adımımı atar atmaz telefon... Koşup nefes nefese açıyorum.
-“Merak ettim,” diyor Semra.
-“Şimdi girdim kapıdan içeri.”
-“N’oldu ki?..”
-“Topçular’da yol tıkandı. Arabalı vapur yüzünden... Kimse, Körfez’i dolaşmak istemiyor artık, anlaşılan. Yüzlerce araba yığılmış.
-“Bugün de Pazar!..”
-“Yaa!..”
-“Hiç düşünemedik!..” diyor Semra.
-“Düşünsek n’olacaktı?”
-“Ne bileyim!.. Daha erken çıkardın yola belki...”
-“Ya da daha geç!... Dönüşte gece otobüsüne bineceğim Semra. Gündüz vakti, bu kadar saat yolculuk çok sıkı oluyor. Uyuyamıyorum da...”
-“Sen bilirsin!.. Ama ne yapacaksın bütün gün or’da?..”
-“Bulurum birşeyler...”
-“İyi!..”
-“Eve bakma fırsatım olmadı daha, ama görünürde bir hasar yok gibi... En azından salona gelmemiş sular.”
Semra seviniyor:
-“Ah, sahi mi?.. Halılar battı diye çok üzülüyordum.”
-“Yok canım!.. Salonda hiçbir şey yok!..”
-“Kapıdan akmış, dedilerdi...”
-“Akıp gitmiş demek ki!.. Salona erişememiş.”
-“Çok sevindim.”
-“Ben de... İş çıkacaktı başımıza...”
-“N’apacaksın şimdi?..”
-“Evi kontrol edeceğim. Ne yapmak gerekiyorsa yapacağım işte. Sen n’apıyorsun?”
-“İyiyim, oturuyorum.”
-“Özge yok mu?”
-“Yok!. Uyanıp da gittiğini duyunca çok şaşırdı. Haberi olaymış o da gelirmiş seninle!”
-“Allah Allah!.. hangi dağda kurt ölmüş?..”
-“Bilmem ki!..”
-“Ha’di, öpüyorum!..”
-“Ben de!.. Hoşça kal!.. Kendini çok yorma!”
-“Oldu!..”
Telefon sehpasının yanıbaşındaki kanepeye çöküyorum. Yol yorgunuyum. Hayır, daha ziyade düş yorgunuyum. Dergiyi, otobüsten indikten sonra karşıma çıkan ilk çöp kutusuna attım (ama gazeteleri eve kadar taşıdım; gece okuyacağım). Şimdi, kendimi, o yazıya (ve Beyza’nın manasız faksına) nasıl olup da o ölçüde kaptırabildiğime hayret ediyorum.
Telefon sehpası iki bölümlü... Üstte telsiz telefon; altta rehberler ve Semra’yla ortak kullandığımız telefon defteri... Yerimden kalkmadan eğilip defteri elime alıyorum. Bir-iki karıştırıyorum. Aklımdan geçen, Selim’i aramak... Selim’i aramak zorundayım. Burada olacaktı: Hayır, değil!.. Hangi cehennemde bu?.. S... Salim... Sabahat... Selim... İşte!.. Başımı defterden kaldırıyorum. Gözlerimi tam karşıya dikiyorum. Oturduğum yerin tam karşısında büfe var... Büfenin üstünde çerçeveli fotoğraflar... Bu kadar uzaktan fotoğraflarda kimin olduğunu seçmek mümkün değil... Ama ben biliyorum: Büyük, gümüş çerçevede babamın büyütülmüş vesikalık resmi... Pembe porselen çerçevede (Semra, bunu Paris’ten almıştı) Özge, Semra ve ben; bu evin balkonunda... Siyah çerçevede annem; yakın gözlüklerinin üstünden objektife dik dik bakıyor (Mehlika hanım, bu fotoğraftan nefret ediyor); küçük, pirinç çerçevede Hayriye ile eniştemiz; üniformalı... Semra’nın annesiyle babası ve iki kızkardeşi emay çerçevede (pembeden sonra en çok bu çerçeveyi sever). Küçük yaşta ölmüş olan ağ’bisi de küçük gümüş çerçevede... Herşey ne kadar sıralı, ne kadar belirgin... Daha önce hiç dikkat etmemişim.
Selim’in telefonunu çeviriyorum. Selim bu; karıyı yazlığa yollayınca geceleri evde oturur mu! Karşımda telesekreter: “Sinyal sesinden sonra mesajınızı...”
Sinyal sesini bekleyip kükrüyorum:
-“Ben Halil... Bugün Pazar...Nerelerdesin eşşeoğlusu? Seninle görüşmem lazım... İstanbul’dayım. Evdeyim. Döner dönmez, saat kaç olursa olsun, beni ara!”
Selim, geceyarısını biraz geçe arıyor (gözümü açtığımda, başucumdaki fosforlu saat pırıl pırıl).
-“Eşşeoğlusu, sensin!..
-“Ha?..”
-“Halil!.. Benim ‘lan, Selim!.. Ara demişsin aradık, ne var?”
-“Selim!..”
-“Uyuyor muydun?”
-“Ha, evet!..”
-“Bu dünyaya hıyar geldin hıyar gideceksin! Bu saatte uyunur mu ‘lan?”
Gülüyorum:
-“Hangi cehennemdeydin sen?”
-“Söylemem! Çok istiyorsan,yarın seni de götüreyim!”
-“İstemem!.. Yarın dönüyorum.”
-“Yazlığa mı?..”
-“Ya nereye olacak?..”
-“Kılıbık!.. Hemen dönmezsen Semra döver seni, değil mi? E peki, niye geldin?”
-“Uzun hikaye!.. Ama yarın bir ara seni de görmem gerekiyor.”
Selim bir an susuyor. Tekrar konuştuğunda sesine daha ciddi bir ton katılmış gibi (belki de bana öyle geliyor).
-“Korkutma insanı ‘lan! Ne var? Bir şey mi oldu?”
-“Kalbim...”
-“Ulan ulan!.. Ne soğuk herifsin sen be!.. Laflar ağzından dirhemle çıkıyor. Ne varmış kalbinde?”
-“Bilmiyorum. Ağrı var... Sıkışıyor. Bir baksan diyorum.”
-“Bakarız. Sabah gelebilir misin? Hastaneye gel!.. Belki elektro filan gerekir. Çabucak yaptırırız.”
-“Gelirim.” Çok kısa bir süre karşılıklı susuyoruz. Sonra Selim çabuk çabuk konuşuyor:
-“Merak etme!.. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum. Ama yine de bir bakalım.”
-“Ben de öyle düşünmüştüm (yalan)!”
Vedalaşıyoruz. Telsiz telefonu yere bırakıveriyorum ve tekrar uyku durumuna geçiyorum.
Sabah, gözlerimi araladığımda saat yine tam karşımda: Sekizi onyedi geçiyor. Eyvah!.. Geç kaldım. Gerçi evde yapacak işim kalmadı, ama... Yataktan fırlıyorum. Gecenin, üstüme yapışmış terini atmak için ılık bir duş... Mümkün değil!.. Sular kesik ya!.. Dişlerimi mutfakta bulduğum sürahideki iyi suyla fırçalıyorum (aynaya bakmadan). Islattığım sağ elimi şöyle bir saçlarımın arasından geçiriyorum; taramaya lüzum yok!.. Pis bedenimi, Semra’nın makyaj pamuklarına döktüğüm kolonyayla biraz ovuşturup temiz çamaşır giyiyorum. Temiz bir tişört, ütülü pantolon... Eve şöyle bir göz atıyorum: Herşey yolunda sayılır. Sandığım kadar iş çıkmadı başıma. Ana vanadan suyu kestim, o kadar! Banyonun, koridorun, mutfağın ve antrenin yer döşemesi (afyon şekeri; pembe mermer) nemli... Olsun!.. Odalara gerçekten de hiç su girmemiş. Semra eve dönünce, nasıl olsa genel bir temizlik yapılır. Sigara tablasını ve dünden artan alüminyum sandöviç paketlerini bir naylon torbaya boşaltıyorum. Giderken, kapının önüne bırakacağım. Sırt çantasını elime alıp çıkıyorum. Kapıyı sıkıca çekiyorum. Emniyet kilidini üç kez çeviriyorum (ihmalim yüzünden Semra’nın sitemlerini dinlemek niyetinde değilim). Her nasılsa, asansör, katta... Aşağıda kapıcıyı görüyorum. Bizim dairenin ana vanasını kapadığımı söylüyorum. Kapıcı memnun; apartmanın ana vanasını açmaya koşuyor. Yaz günü susuz kalmak çekilir iş değil!..
Sokağa çıkıyorum: Cehennem sıcağı!.. İlk geçen boş taksiye el ediyorum. Kapısını açıp içeri girerken hastanenin bulunduğu semtin adını söylüyorum. Şoför başını sallıyor. Hareket ediyoruz.
Şehir, hatırladığım ölçüde kalabalık değil; ama tümüyle boşalmış da sayılmaz. Trafik, çok hızlı olmasa da akıyor. Evleri, sokak ve caddeleri, dükkanları, insanları seyrediyorum. Böylece düşünmemeyi başarıyorum.
Taksiyi hastanenin dış kapısında durduruyorum. Bundan sonrasını yaya olarak almak, daha akılcı... Taksimetrede yazan para miktarını görünce şaşırıyorum: Ne kadar çok!.. Taksilere alışık değilim. Hemen hemen her yere arabayla gidiyorum. Parayı ödeyip Selim’in bulunduğu binaya doğru yürürken, iyi ki Semra’ya araba almışız, diye düşünüyorum (aldık ama, yazlığa götürmedik; yazlıkta iki araba biraz fazla). Bu yıl da araba sırası Özge’de...
Binanın girişinde devlet hastanesinin uykulu yüzlü, traşlı, yaz sıcağına rağmen pelerinli hademeleri (sabahın neminden mi korunuyorlar, uykusuzluktan mı üşüyorlar, yoksa pelerinler kendilerine bir üstünlük duygusu mu veriyor bütün üniformalar gibi?) yolumu kesiyorlar. En dekan halimi takınarak adamları atlatmayı başarıyorum. Selim’in odası kaçıncı kattaydı? Buraya gelmeyeli çok uzun zaman olmuş! Doktor mu, laborant mı, hastabakıcı ya da hademe mi oldukları anlaşılmayan birkaç görevliye yol sormak zorunda kalıyorum. Herkes iyi niyetle tarifler yapıyor (içeri girmeyi başarmışsan, mesele yok; demek ki düşman değil dostsun). Sonunda, işte: Bej rengi duvarlar, mavi bir kapı... İçeri giriyorum. Sekreter odası... Kıza, Selim’i göreceğimi söylüyorum. Sekreter odasına açılan üç kapı var... Hatırlıyorum: Girişe göre soldaki Selim’inki... Hemen telefona saldıran kız,
-“Buyrun!” diye cıvıldıyor, “Sizi bekliyor.”
Kapıyı tıklatmadan içeri dalıyorum. Selim yerinden kalkmış, kapıya doğru geliyor. İçeri girip kapıyı arkamdan kapatıyorum. Sarılıp öpüşüyoruz. Selim herzamanki gibi: Şişman, nefes nefese ve pis!.. Ağzının sağ yanından bir sigara sarkıyor. Sağ gözünü, dumandan sakınmak için kısmış... Öpüşürken sigarayı sol eline alıyor; sonra tekrar yerine koyuyor. Beni, masasının önüne yerleştirilmiş, maroken taklidi iki koltuktan birine buyur ediyor. Hemen sorgulamaya girişiyor. Uzun uzun anlatıyorum. Ağrılar, hissettiklerim... O da uzun uzun soruyor. Sonunda hiçbir açıklama yapmadan telefona uzanıyor:
-“Bana Hale hanımı bul!..” diye emir veriyor birine (herhalde sekretere). Ardından bana dönüp Hale hanımın asistanı olduğunu söylüyor. Birkaç tahlil (kan, idrar) ve elektro istiyormuş. Hale hanım, yardımcı olacakmış. O daha sözünü bitirmeden kapı açılıyor; içeriye önce nefis bir parfüm kokusu, sonra da Hale hanım giriyor. Hale hanım, dünya güzeli... Selim çaktırmadan bana göz kırpıyor. Gülümsüyorum. Hale hanımla birlikte çıkıyoruz. Selim arkamızdan bağırıyor:
-“İşler biter bitmez buraya dönün!”
Hale hanım yanımda olunca, işler fevkalade kolay yürüyor. Birkaç merdiven inip birkaç merdiven çıkıyor ve bir laboratuvara ulaşıyoruz. Hale hanım yolboyu, Selim’in olağanüstü bir kalp uzmanı olduğunu anlatıyor. Teşhiste de, tedavide de bir numaraymış! Bilirim, iyidir!.. Laboratuvarda kanı, koskoca bir iğneyle kolumdan alıyorlar. Azıcık midem bulanır gibi oluyor. İdrar için elime cam bir kavanoz tutuşturuyorlar. Hale hanım, başıyla tuvaleti işaret ediyor. Tuvalet oldukça temiz... İdrarı zorlanmadan yapıyorum. Şişe yarısına kadar doluyor. Biraz utanarak, çıkışta bekleyen Hale hanıma teslim ediyorum kavanozu. Yine birkaç merdiven çıkıp birkaç merdiven iniyoruz. Bu defa bir muayene odası... Elektro alınacak. Hazırlıkları ve kaydı bizzat Hale hanım yapıyor. O, kağıdı aygıdın üstünden koparıp eline alırken, ben de, az önce üstümden sıyırıp atmış olduğum tişörtü, bir parça kağıt havluyla alelusul silindikten sonra, (malum; elektrotların bağlandığı yere yıvışık ve soğuk birşey, galiba vazelin sürdüler) tekrar giyiyorum. Hale hanım, koridorda önüm sıra yürüyerek beni götürüp Selim’e teslim ediyor ve elektro sonucu elinde, çekip gidiyor.
Selim’in neşesi yerinde... Semra’dan ve Özge’den haber soruyor. Sonra kendi karısını, çocuklarını, kendi yazlık evini anlatıyor (onun yazlığı İstanbul’a bizimkinden daha yakın; daha doğrusu, Selim’in boş vakit bulduğunda kolayca gidebileceği kadar yakın da, karısının, her aklına estiğinde öyle hemencecik kalkıp gelmeyi göze alamayacağı kadar da uzak). Bu arada, sabah kahvaltı edip etmediğimi merak ediyor. Etmediğimi öğrenince, sekretere iki çay (büyük), iki de çift kaşarlı tost ısmarlıyor. Çaylar ve tostlar çabucak geliyor. Çay fena değil ama, tost hiç pişmemiş. Ben söylenirken, o gülüyor. Tam o sırada telefon çalıyor. Selim açıyor;
-“Peki, ben geliyorum,” diyor ve elime birkaç gazete tutuşturarak herhangi bir açıklama yapmadan odadan çıkıyor.
Kapı Selim’in ardından kapanınca donup kalıyorum. Yüzde yüz eminim: Gelen telefon benimle ilgili... Haberin kötü olduğunu düşünüyorum. Selim’in böyle telaş içinde, lafı yarıda kesip gitmesini başka neye yorabilirim? Selim’in elime tutuşturuverdiği gazete yığınını, iki koltuğun arasındaki sehpaya (Türk Malları Ofisi: Formika kaplı, çelik ayaklı) bırakıyorum. Bırakırken de ellerimin titrediğini farkediyorum. Sinirleniyorum. Hafifçe doğrulup ellerimi pantolon ceplerime sokuyor ve koltuğa iyice yaslanıyorum. Başımı arkaya dayıyorum. Öleceğim. Semra’ya ve Özge’ye bunu söylemek zorundayım. Özge... Oyedi yaş, babasız kalmak için çok erken... Evlendikten sonra on yıl çocuk yapmadık; sonra da epeyce uğraşmamız gerekti. Hata etmişiz. Özge, şimdi otuz yaşında olabilirdi. O zaman belki daha kolay olurdu.
Birdenbire algıladığım bir gerçekliğin su yüzüne çıkmasıyla, düşüncelerimin akışı küt diye kesiliveriyor: İçimi saran bir sevinç dalgası var; bir zafer hissi... Nasıl tanımlayacağımı bilemediğim bir huzur... Sanki ölmekten korkmuyorum. Sanki öleceğimi bilmek, beni mutlu ediyor. Nasıl olur?.. Nasıl?.. Neden?..
Kafam karışıyor. Kendimi tanıyamıyorum. Bu sevincin, bu huzurun, bu zafer hissinin gerekçesini kestiremiyorum. Şaşkınım.
Ben şaşkınlık içinde bocalarken Selim burnundan soluyarak odaya dalıyor. Önlüğünün beyaz etekleri havada uçuşmakta... Tam karşımdaki koltuğa çöküp sövmeye koyuluyor: Bu hastaneden de bıkmış, bürokrasiden de bıkmış, orospu çocuklarından da bıkmış. Sövdükçe açılıyor, açıldıkça sövüyor. O söverken kapı açılıyor. Hale hanım... Gülümseyerek giriyor içeri.
-“Sonuçları getirdim, hocam.”
Selim kaparcasına alıyor dosyayı kızın elinden. Bir eliyle onu savarken diğer eliyle dosyayı karıştırıyor. Nefesimi tutarak bekliyorum.
-“İyi!.. İyi!..” diye gürlüyor birden Selim, “Evham yapmışsın azizim, önemli hiçbir şey yok!..” O teknik terimler kullanarak, coşku içinde, bana bulguları yorumlarken, ben gözlerimi kaçırıyorum ondan. Çevreme bakınıyorum. Küçücük bir oda... Ne kadar da sevimsiz!... Yerler muşamba kaplı (muşamba mı kaldı artık?)... Koltuklar ve masa, odaya oranla çok iri... Duvarlar griye boyanmış (koridordaki bej bile bundan iyiydi). Masanın sol yanında bir kütüphane, sağda çift kapaklı bir dolap (yine TMO; bu kez çelik ve cam)... Masanın tam arkasında, açık duran bir balkon kapısı... Kapının perdesi yok ama, tavanda perde rayı var... Tuhaf; balkon kapısı sağa değil de sola doğru açılıyor. Önde küçücük, pis bir balkon... O küçük ve pis balkonda, birbirinden perişan iki saksı... Herikisinin de sağından solundan yabani otlar fışkırmış...
Artık Selim’in sesini duymuyorum. Yavaşça doğrulup ayağa kalkıyorum. Selim’in yanından geçerek masanın arkasına dolanıyorum. Sırtım odaya dönük... Sağ kolumu, gergin, öne doğru uzatıyor ve elimin ayasını, balkon kapısının sağ pervazına dayıyorum. Beden ağırlığım sağ kolumla sağ bacağım tarafından dengelenince sol yanım serbest kalıyor: Elim pantalonumun cebinde, bacağım, dizimden hafifçe geriye doğru bükük; ayağımı, arkadan sağ bacağımı kaşır gibi bir aşağı bir yukarı hareket ettiriyorum. Başım, sağa doğru garip bir açı yapıyor (biliyorum; çünkü, aynalara bakmayı hiç sevmem ama, camdan yapılma bütün nesneler gibi ardında sır yerine geçecek bir duvar, bir nesne, bir karanlık olduğunda aynalaşan cam kapıda, kendi aksimi, arada bir, yan gözle süzmekten kaçınmam da mümkün olamıyor her nedense).
Ve şunu da biliyorum: Dikkatli bir gözün sahibini acıma duygularıyla dolduracak bir hal var üstümde. Boynu bükük duruşumdan mı, yüzümdeki ifadeden mi?.. Çok acınası bir hal!..

VIII.ÖYKÜ
ÖTEKİ

Aynasız ev olur mu hiç? Olmaz tabii!.. Nitekim, ilk evlendiğim günden itibaren benim evimde de hep aynalar oldu. Salondaki büfe, aynalıydı mesela. Üstelik yemek masasında, büfenin karşısında duran iskemleye hep ben otururdum. Salon duvarlarının birinde, düğün hediyesi, sırtı işlemeli gümüşten minder aynaları... Şömine rafında yine düğünümde hediye olarak gelen, rafüstü tabir ettiklerinden; çerçevesi pirinç ayna... Giriş kapısının tam karşısındaki ayakkabılığın üstüne asılı olan, sedef taklidi plastik kakmalı, tahta çerçeveli duvar aynası... Tuvalet masasının aynası da var... Banyoda lavabonun üstündeki ayna; sonra, yatak odası ile banyonun açıldığı koridorda duran şifonyerin üstünde muhafaza ettiğim saplı dev aynası; el çantalarımda küçük küçük muhtelif el aynaları... Ne var ki, evlendikten bir süre sonra aynalara gençkızlığımdaki kadar bakmaz oldum herhalde. Ya da bakardım bakardım da, kendimi bir bütün olarak mı görmez olmuştum, neydi! Aynaya bakmadan olur mu? İnsan saçını ayna karşısında tarar. Makyajını ayna karşısında yapar. Dişlerini yıkarsın, temiz olmuş mu diye bakarsın; karşıdan bakıp çoraplarını gözden geçirirsin, kaçık mı; eteğine bakarsın, sarkıyor mu diye... Kuaföre gittiğinde ayna karşısına oturturlar insanı mutlaka. Asansörlerde çoğunlukla ayna vardır. Dükkanlarda vardır. Vitrin camları bile ayna gibidir çoğu zaman. Ve durgun sular...
Ama galiba yaşlandıkça, hatta yaşlanmaya bile gerek yok; hayat bir düzene girince; ister istemez sıkı ve sıkıcı bir düzene; insan, kendisini aynalarda bir bütün olarak görmemeye başlıyor. Saçını tarıyorsa, yalnızca saçına bakıyor; dişini fırçalıyorsa, dişine... Parça parça bakıyor. Parçalara bakıp bütünü algılamaz oluyor. Bütünü unutuyor. Şey gibi... Hani Boğaz’a bakan evlerde oturan insanlar vardır... Ki benim de vardı öyle bir arkadaşım; evine her gittiğimde içimi çekerdim: “Allah’ım, bu manzara ne kadar da güzel!.. Olağanüstü!.. İnsan, bakmaya doyamıyor! Bakmaya kıyamıyor.” Gençken saf saf bunu ona söylerdim de. Başlangıçta o da saf saf bana hak verirdi. Ya da hak verirmiş gibi görünürdü. Sonra günün birinde, “Aman Ayşe, insan bir süre sonra bakmıyor bile manzaraya... Alışıyor. Kanıksıyor,” deyivermişti. Deyivermişti de şaşıp kalmıştım. İşte, tıpkı onun gibi: Hayat düzene girince; gençkızlığa özgü havailik yerini çoluklu çocuklu, yemekli temizlikli bir disipline bırakınca; hele bir de çalışıyorsa insan, aynalara öyle eskisi gibi bakmaz oluyor herhalde. Bu düzen içinde kendisini unutuyor. Unutmaya çalışıyor. Kanıksıyor. Ya da belki, başkaları böyle değil de; ben, yalnızca ben bakmaz oldum aynalara. Ta ki aradan yıllar geçip de o boy aynasını satın alıncaya kadar...
Şimdi sorsalar bilemem: Acaba, yıllardır için için bir endam aynası istiyordum da o yüzden mi görür görmez satın alıp evime getirdim o aynayı, yoksa ayna gerçekten hem çok güzel hem de çok ucuz olduğu için mi ille de sahipleneyim istedim? Yani kendimi bir bütün olarak görme ihtiyacı içinde miydim aslında, yoksa ayna mı bende o duyguyu uyandırdı: Bilmiyorum! Bu sorunun cevabını bilmiyorum ben. Ama şunu biliyorum: Aynayı eve getirip de yatak odasına yerleştirdikten sonra içimi bir huzursuzluk kapladı. Çektim yatak odasındaki küçük koltuklardan birini karşısına, oturdum ve uzun uzun aynaya baktım. Evet evet; aynaya baktım. Baktığım, önce aynanın bizzat kendisiydi. Bronzdan oymalı çerçevesine baktım. Çerçeveyi tutan bronz kollarına baktım. Aslan pençesi biçiminde olan, yine bronzdan ayaklarına baktım. Bizote kenarlarına baktım. Işıltısına baktım. Uzun bir süre bunlarla oyalandım. Sonra aynanın aksettirdiği eşyalara baktım: Yatağın bir parçası...Gardolabın bir parçası... Tuvalet masasının bir parçası... Tuvalet masasının üstündeki parfüm şişeleri, krem kutuları, saç tokaları, vesaire... Duvarda asılı bir-iki resim... Altın işlemeli mor kadifeden torbası içinde anneannemden kalma Kuran-ı Kerim... Aynada kendimle gözgöze gelebilmem için uzun bir zaman geçmesi gerekti: Saatler filan değil, resmen günler, hatta haftalar... Kendime de tepeden tırnağa öyle hemencecik bakamadım tabii. Alışık olduğum gibi önce bir gözüme baktım, sonra ötekine... Saçlarıma baktım. Kaşlarıma baktım. Bacaklarıma baktım. Ellerime baktım. Sonra ayağa kalkıp belime, karnıma baktım. Arkamı dönüp belimi tutarak geriye doğru yarım bir kıvrılışla kalçama baktım. Başlangıçta yine parça parça baktım. Kendimi bütün olarak algılamam için günlerce ayna önünde çabalamam gerekti. Ama sonunda başardım. Zaten panik de o noktada başladı.
Tabii insan, önce neye uğradığını şaşırıyor. Panikliyor. Korkuyor. “Böyle bir şey olamaz! Mümkün değil!” diye düşünüyor. Sonra yavaş yavaş... Alışıyor mu, kendini inandırmayı mı başarıyor, dedim ya; bilmiyorum. Bilemiyorum.
Bildiğim şu: Aynada bir bütün olarak gördüğüm kişi, yıllar sonra bir bütün olarak algılamayı başardığım kişi, aynadaki o kadın, o, ben değilim.
Bunun yaşlanmakla filan bir ilgisi yok!.. Tabii yaşlandım. Evlendiğimden bu yana aradan otuziki yıl geçti. Çalışmaya başlayalı yirmisekiz yıl oldu. Üç yıldır emekliyim. Oğlum otuzunu aştı; o bile evleneli neredeyse beş yıl olacak. Beş yıl olacak ama, hala çocuğu yok!.. Evlenir evlenmez çocuk yapsa, torunum şimdi dört yaşında olurdu. Onunla konuşurduk belki... Kimseyle konuşamadıklarımı, torunumla konuşabilir miydim sahiden de? Dinler miydi beni? Cevap verir miydi? Neden olmasın? Yok canım!.. Olacak şey mi? Ben ki, öz be öz oğlumla ve canımdan bir parça olan kızımla dahi başaramıyorum konuşmayı!.. Ben ki, emekli olduğumdan beri evin içinde bütün gün, böyle yapayalnız, böyle hayalet gibi, böyle amaçsız dolanmaktayım!.. Hiç gerekmediği halde hemen hemen her gün alışverişe çıkmak için yırtınmaktayım!.. Kapıcı zili çalsın da birkaç laf edeyim; Nazife haftada bir temizliğe gelsin de pas tutmak üzere olan dilim biraz açılsın diye kapı ardında nöbet tutmaktayım!.. Telefon çaldığında sevinçten kalkıp oynayasım gelmekte!.. Yanlışlıkla bizimkine bağlanmış olan telefonları bile kapamamak için uğraşmaktayım! İnci’nin keyfi olsun ki arasıra da olsa birbirimize gelelim gidelim diye ne diller dökmekteyim, ne taklalar atmakta!.. Neden?.. Çünkü, ah, hele emekli oldum olalı, tek bir insan bile yok, kalmadı, bir derdimi, bir sevincimi paylaşabileceğim.
Sevgili kızımın, büyüsün de arkadaş olalım diye yıllarca gün saymış olduğum biricik kızımın boyu benimkini çoktan aştı. Büyüdü; yaşı kemale de erdi. N’olacak ki, Haluk’tan, ağabeyinden topu topu beş yaş küçüktür. Büyüdü ya, büyüdü ve sonra da çekip gitti. Hem de evlenmeden... Mürüvvetini bile göstermeden... Kaç yıl oluyor? İki mi, üç mü?.. Hoş gitmese ne farkederdi? Kaç yıldır, sabahları yüzümüze bile bakmadan bir “Günaydın, millet!..” ve geceleri, homur homur bir “Hemen yatıyorum, iyi uykular!..” İş yerine telefon etsen, sinirlenir. Haftasonu ne yapacağını sorsan, kızar. “Birlikte alışverişe çıkalım mı? Dışarda bir yemek yiyelim mi?” filan desen, tuhaf tuhaf bakar. Ne arkadaşı?.. Bana, kala kala bir Mustafa kaldı işte. Mustafa benim gibi yapmadı tabii. Emekli olmadı. Hala çalışıyor. Sabah işe gidiyor, akşam eve geliyor. Gelmeden önce mutlaka bir yerlere takılıyor: Bar mı, meyhane mi, artık her ne haltsa!.. Birileriyle mutlaka birkaç kadeh deviriyor. Ve eve gelir gelmez çöküyor televizyonun başına; hani bir film filan seyretse, birşey demeyeceğim; hayır ama: Ya maç olacak ya bir spor programı ya da bir haber programı... Hepsi birbirinden sıkıcı... Üstelik onu bile sonuna kadar izleyemez. Uzaktan kumanda elinde, oturduğu yerde uyuyakalır. Gözünü açar gibi olduğunda da, “Kalk haydi, yatalım!..” Bensiz de yatamaz bir türlü... Sanki yıllardır, çok uzun yıllardır elini sürdüğü varmış gibi... Zaten artık sürse de istemem!
Yaşlanmaz olur muyum? Elbette yaşlandım! Aynada gördüğüm de zaten, yaşlıca bir kadın... Belki yaşlı değil; ama genç hiç değil!.. Hayır, orta yaşlı bile değil: Yaşlıca!.. Ama insan kendisine benzeyerek yaşlanır, değil mi? Kendisinden bu kadar da farklı biri olarak yaşlanmaz ki!.. İnsanın içi, düşünceleri, duyguları belki zamanla değişir ama, dışı, yüzü, çehresi, hatları, bedeni tamamen değişmez ki!..
Ben kendimi bilmez miyim: Hafif kemerli ve irice bir burun... Birbirinden oldukça uzak, yine hafifçe çekik, ela gözler.. Geniş bir alın... İrice, ama başa tamamen yapışık kulaklar.. Oval, azıcık dışa doğru bir çene.. İnce dudaklar... Gençkızlığımda bu görüntüyü ezberlemiştim adeta. Aynada gördüğüm kadının ise yassı bir burnu var. Gözleri iri, ama birbirine yakın ve koyu kahverengi... Alnı dar... Kulakları küçük... Çenesi geniş ve düz... Alt dudağı epeyce kalın...Yalnız yüzüm değil ki, bedenim de farklıydı benim. Aynadaki kadının uzun bir boynu, daracık düşük omuzları ve büyük memeleri var. Benimse boynum kısa, omuzlarım geniş, memelerim küçüktü. Aynadaki kadının kalçaları yüksek, ama bacakları kısa... Benimse kalçalarım düşüktü, ama bacaklarım upuzundu.
O gün; o tuhaf, o olmadık gün, uzun uzun baktım aynadaki kadına. Uzun uzun... Dakikalar, belki saatler boyunca... Ve silik, belli belirsiz bir izlenim dışında, aynadaki o kadında bana tanıdık gelen tek bir nokta bile bulamadım. Sonra kendimi yatağa attım. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken uyuyakalmışım.
Tuhaf rüyalar görmüş olmalıyım ki ter içinde uyandım. Rüyalardan aklımda kalan tek bir görüntü vardı: Otel gibi, lokanta gibi, gece kulübü gibi bir yerin genel tuvaletinde, tanımadığım bir kadınla bir ayna önünde yanyana dikiliyoruz ve aynanın içinde gözgöze geliyoruz. Birbirimize bakmadığımıza göre nasıl gözgöze gelebilmiştik, bilmiyorum. Gözgöze gelenler kimdi? Bendim ve onun aynadaki hayaliydi. Ama aynı zamanda oydu ve benim aynadaki hayalimdi. Gerçek olanla zahiri olan... Gerçek bir insanla bir hayal... Gerçek bir başka insanla bir başka hayal... Ortada iki gerçek insan ve iki hayal var ama, gözgöze gelenler, gerçek olanlar değil!.. Hayal olanlar da değil!.. Gerçekle hayal birarada... Gerçekle hayal birbirine karışıyor. Gerçek bir insanla bir hayal, nasıl gözgöze gelebiliyorlar ki? Hem... Hem, eğer iki gerçek insan ve iki hayal varsa, nasıl oluyor da tek bir gözgöze gelişten bahsedilebiliyor?
Uyandıktan sonra bir daha aynaya bakmak istemedim. Rüyayı hatırlamaktan kaçındığım gibi, yatak odasındaki boy aynasında gördüklerimin de bir yanılsama olduğunu kendime kabul ettirmeye çalıştım. Akşam oluyordu. Mustafa az sonra gelirdi. Alelacele evi toparladım. Televizyonu açtım. Yalan Rüzgarı’nı seyretmeye koyuldum.
Gece, Mustafa’ya hiçbir şey söylemedim tabii. Yalnızca yatmaya hazırlanırken,
- “Son zamanlarda bende bir değişiklik görüyor musun sen?” diye sordum. O ise, bana bakma zahmetine bile katlanmadan,
- “Kilo mu verdin?” diye sordu.
- “Yoo! Hem onu sormuyorum ki ben,” dedim.
- “Saçını yeni bir renge mi boyattın?” diye sorarken ışığı da kapatıverdi.
- “Hayır, onu da sormuyorum!” dedim.
- “Neyi soruyorsun öyleyse?” dedi karanlıkta.
- “Ne bileyim işte, yüzümde vücudumda belirgin bir değişiklik...”
- “Hasta mısın?” diye sordu bu sefer.
- “Değilim,” dedim.
- “E, yüzün, vücudun niye değişsin ki?” dedi.
- “Değişmez, değil mi?” dedim.
- “Değişmez!” dedi.
Ertesi sabah, Mustafa’yı işe uğurladıktan sonra telefonun başına çöktüm. İnci’nin numarasını çevirirken bir sigara tellendirdim.
“- Erkencisin bakıyorum bu sabah, Ayşe abla,” dedi İnci.
“- Gelsene!..” dedim.
“- Daha giyinmedim bile,” dedi.
“- Olsun, ben de giyinmedim. Sabahlığını geçiriver üstüne!” dedim. İnci, bitişikte oturan komşumdu. Ve bizim katta zaten yalnızca iki daire vardı.
- “Olur mu öyle şey, canım!” dedi.
Olmaz!.. İnci, böyle şeylere gelemez. İnci’nin kuralları vardır. Ama İnci’nin zaafları da vardır.
- “Dün çok güzel bir pasta yaptım. Sana bir tattırayım istiyorum,” dedim.
Nazlandı:
- “Ah Ayşe abla, sen bana kilo aldırıyorsun. Pastalar, kekler... İşin mi yok Allah aşkına?” Kısa bir duralama... Ardından pat diye sordu:
- “Biri mi vardı dün?”
- “Kimse yoktu vallahi! Aslına bakarsan bunu senin için yaptım.”
- “Yok canım!.. Sahi mi?..”
- “E gel de gör, olduğu gibi duruyor. Mustafa’ya bile yedirmedim. Hani geçen gün birşey tarif etmiştin ya, işte o... Kayısılı...”
Bu kadarına dayanamadı. İçini çekerek,
“- Tamam, geliyorum,” dedi.
“- Cezveyi ocağa koyuyorum,” dedim. Duymadı; telefonu kapatmıştı.
Kahveyi pişirirken konuyu İnci’ye açıp açmamayı bir kez daha düşündüm. İnsanın İnci gibi dostu varsa, düşman edinmesine hiç gerek kalmıyor. İnci’nin iki temel özelliği vardır: Hayata dümdüz bakması ve neredeyse kabalık ölçüsündeki doğrusözlülüğü... İnci için hayatta sır, giz, gizem gibi şeyler varolmazlar. İnci’ye göre gerçekliği olan şeyler, açıklanabilir şeylerdir. Açıklanamayan şeyler ise gerçek olamazlar; o halde üstünde konuşmaya, hele hele düşünmeye hiç gerek yoktur. Böyle bir insana, uzun yıllar sonrasında ilk kez, bir boy aynasında yeniden bir bütün olarak algılamayı başardığım kadının ben olmadığım hissine kapıldığımı nasıl anlatacaktım ki? Kahveyi ocaktan alırken İnci’yi çağırdığıma pişman olmuştum bile. Tam o sırada kapı çaldı. Kapıyı açtım ama, açtıktan sonra, yana çekilmeyerek içeri girmesini engelledim. Önünde durup yüzüne baktım. Bunun üzerine İnci de beni tepeden tırnağa şöyle bir süzdü.
- “Hayrola,” dedi, “Beni içeri almayacak mısın?”
Gülümsedim. Birşey söylemedim. Yüzüme hayretle bakıyordu.
- “N’oluyor Allah aşkına? Biri mi geldi? İçeri girmemi istemiyor musun?”
- “Aşkolsun İnci,” dedim yüksek sesle ve içimden “Sen de amma kuşkucusun, haa!” diye geçirdim ve geçmesi için yol vererek,
- “Bir an dondum kaldım işte. Sana hiç olmaz mı? Bir an gelir, ne yaptığını ne yapacağını, ne dediğini ne diyeceğini unutursun. Bir andır; gelir geçer. Kusura bakma!.. Haydi gel, kahveler hazır; pastayı da dolaptan çıkarttım,” diye mırıldandım.
İnci, ağzının içinden kendi kendine birşeyler söylenerek içeri girdi. Beni tepeden tırnağa süzmüş, yüzüme dikkatlice bakmış, ama hiçbir tepki vermemişti: Herhangi bir değişiklik algılamadığı açıktı. İnci’ye kaç yıldır tanıştığımızı düşündüm. Bu evi satın alalı herhalde on yılı aşmıştı. Demek ki aşağı yukarı on yıldır tanışıyorduk. İnci, bir insanda bir değişiklik, hele böyle temelli bir değişiklik görüp de sessiz kalacak kadınlardan değildi. Anında tepki verirdi. O halde, ben gerçekten değişmişsem eğer, bu eve taşınmadan değişmiş olmalıydım.
O anda içimden, “Keşke annem sağ olsaydı!” diye geçirdim. Değişip değişmediğimi annemden iyi kim bilebilirdi? Ve şu da vardı: Annem beş yıl önce ölmüştü ve eğer ben on yıl önce değişmişsem, annem ölmeden önce bendeki bu değişimi izlemiş olmalıydı. Peki o zaman, neden bana hiçbir şey söylememişti? Bu keşif içimi rahatlattı. Bir anne, kızının tepeden tırnağa değiştiğini görüp de suskun kalabilir mi? “Demek ki böyle bir değişim sözkonusu değil... Demek ki ben abartıyorum. Demek ki aynada gördüğüm o kadın bir yanılsamadan ibaretti. Hem zaten öyle saçma şey olur mu?” diye düşündüm.
İnci’yle, her zaman yaptığımız gibi kahvelerimizi höpürdeterek havadan sudan, kocalardan komşulardan, çocuklardan ve eşlerinden ya da sevgililerinden, kapıcıdan hizmetçilerden ve politikacılar ile diğer ünlü kişilerden, rasgele konuşurken için için tekrar huzursuzlanmaya başladım. Kocam değişmediğimi söylemişti söylemesine; komşum hiçbir şeyin farkında değildi; annem değişmiş olduğuma dair bir ipucu vermeden ölmüştü filan ama, bir de şu gerçek vardı ki ben, sayesinde yıllar sonra kendimi bir bütün olarak algılayabildiğim bir boy aynasının yansıttığı görüntüye bakmış ve bir yabancıyla karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Yanılmış mıydım? Pastadan ikinci dilimi silip süpürmekte olan İnci’nin lafını keserek birden ayağa fırladım ve yatak odasına koştum. Oradaydı: Kollarının üstünde hafifçe geriye yatmış, ince ve uzun endamıyla sanki gelişimi bekler gibiydi ayna. Karşısına geçtim. Gözlerimi faltaşı gibi açtım ve baktım. Hayır, yanılmamıştım: Beni yansıtmıyordu. Bambaşka bir kadının, gözlerini faltaşı gibi açmış, yabancı bir kadının görüntüsüydü bu aynadan yansıyan. Sabahlık benimdi, içindeki gecelik benimdi; ama geceliğin de içindeki beden, yüz, saçlar benim değildi. Değildi!..
Hıçkırarak tekrar salona koştum. Somurtmuş beni beklemekte olan İnci’yi kolundan tuttuğum gibi kaldırdım yerinden.
“ -Gel!..” diye bağırdım.
- “Dur!.. Nereye?.. N’oluyorsun böyle canım?”
- “Delireceğim!”
- “Neden ki?.. Dursana Ayşe abla!.. Çekiştirme beni! Kolumu acıtıyorsun! Dur!..”
Duramazdım. Niyetim onu yatak odasındaki aynanın karşısına götürmekti. İnci de bir baksındı bakalım kendine. Baksındı da şaşsındı!.. Ben, o aynada kendimden başka birini görüyorsam eğer, İnci’nin de başka birini görmesi lazımdı.
- “İşte!..” diye haykırdım aynanın karşısına diktikten sonra kolunu salıvererek, “İşte, buyur sen de bak bakalım!..”
- “Neye bakacağım?”
- “Aynaya tabii, neye olacak!..”
- “Ne var ki aynada?”
Sesinde gerçek bir şaşkınlık vardı.
- “Bir şey yok mu?” diye sordum usulca.
- “Yok tabii!.. Ne olacaktı ki?..”
- “Hiçbir şey mi?”
- “Hiçbir şey...”
Ellerimle yüzümü kapayarak yatağa çöktüm. Bir süre öylece kaldım. Başımı kaldırıp İnci’nin yüzüne baktığımda aradan ne kadar zaman geçmişti, bilemiyorum. İnci olduğu yerde duruyor ve kuşkulu kuşkulu beni süzüyordu.
- “Sen iyi misin?”
- “İyiyim!”
- “Bir doktora görünsen, fena olmayacak!”
- “Doktor mu?.. Ne doktoru?..”
- “Bilmem!..”
Bilmezmiş!.. Bir psikiyatriste görünmem gerektiği fikrini, önce Mustafa’nın, sonra Haluk’la Melda’nın aklına, eminim, o cadı soktu. Ama kabahat bende tabii: İnci’den insana dost olur mu? İnci’ye dert anlatılabilir mi? İnci’yle ancak boş boş çene yapılır, dedikodu yapılır! İnci’nin keyfi yerinde tabii: Güya üniversite filan da bitirmiş ama, hiç çalışmamış; yormamış kendisini hiç. İnatla abla diyor olsa da yaşı bana yakın, ama çocukları benimkilerden küçük... Doğum yapmak için bile yıllarca nazlanmış yani. Kocası üstüne titrer. Çocukları üstüne titrer; “Anne’cim, anne’cim!..” diye çevresinde dönerler. Yaşadıkları ne varsa gelip İnci’yle paylaşırlar. Birlikte güler, birlikte ağlarlar. Kocası, hiç aramadığı zaman günde üç kere arıyor cadıyı, işinden. Kayınvaldesi, kayınpederi hakeza... Hem annesi hala sağ onun. Bir sürü de akrabası var: Halalar, teyzeler, yeğenler, kuzenler... Her gün arayıp sorarlar birbirlerini. Gelip giderler. Üstelik burada doğmuş İnci; burada büyümüş... Benim gibi bir başka, bir uzak kentte bırakıp gelmemiş çocukluğunu ve gençliğini. Bütün anılarını... Bütün akrabalarını... Bütün çocukluk ve gençlik arkadaşlarını... İnci’nin keyfi yerinde: Onun bir yığın eşi dostu, akrabası, çocukları ve meşguliyetleri var... Ben evin geçimine katkıda bulunacağım diye bankada dirsek paralarken o ne yapmış: Okul arkadaşlarıyla çay partileri, komşularıyla konken partileri, kocasının iş arkadaşlarının ya da okul arkadaşlarının karılarıyla gezmeler, eğlenmeler... Ve bugün ben, sudan çıkmış şaşkaloz bir balık gibi ne yapacağımı bilmez bir haldeyken ve işte böyle, bankadan emekli ve iki çocuk anası ve kocalı bir kadın olmama rağmen yalnız ve bu yalnızlıkla yaşamaya çalışırken, o, arkamdan iş çevirmeyi marifet sayıyor. Kocama ve çocuklarıma deli olduğum fikrini aşılamaya uğraşıyor.
Çalışırken iyiydi. Çalışırken kendimi yalnız hissetmiyordum hiç. Hiç sıkılmıyordum. Şimdilerde bunu söyleyecek olsam, Mustafa benimle alay ediyor, “Durmadan sızlanırdın sen çalışırken,” diyor. Sızlanırmışım! Olabilir! Kolay mı: Hem dışarda çalış hem gel evde çalış!.. Alışveriş yap; yemek, temizlik, bulaşık, çamaşır, ütü... Kolay mı?.. Zor olmasına zordu ama, yine de iyiydi. Sıkılmıyordum. Sıkılmak ne kelime; saatlerin nasıl geçtiğini, günün, haftanın, ayın nasıl bittiğini anlamıyordum. Bir koşturmaca içinde... Nefes nefese... Evden işe, işten eve... Ve ev işlerinin ağır olanlarını haftasonuna sıkıştırmaya çalışarak... Zaten o yüzden yalnızım bugün bu kadar. Herkes akşamları, hiç değilse haftasonları ailece gezer tozar, eğlenirken, ben ev işi yapmak zorunda kalmasaydım eğer, benim de ahbaplarım, can dostlarım olmaz mıydı? Ve Mustafa, dostlarını eve davet edebilseydi haftasonlarında ya da akşamları ve çocuklar, eve arkadaş getirebilselerdi ne vakit isteseler, şimdi benden bu kadar uzak olurlar mıydı?
Ama benim evim hep tertipliydi. Çalıştığım halde, çalışmayan İnci’ninki gibi dağınık bir evde yaşatmadım ben ailemi. Sandım ki onlar da benim gibi düzenden, temizlikten hoşlanırlar. Sandım ki onların da asıl istediği budur. Sandım ki benim nasıl vaktim olmuyor idiyse nefes almaya, onların da yoktur ve ihtiyaç duydukları şey, temiz ve düzenli bir evde soluklanmaktır. Akşamları masada birkaç kap sıcak yemek bulmaktır. Öyle sandım. Kendimi nasıl da hırpaladım.
“Gençken de böyle miydim ben?” diye düşünüyorum da, “Evet, böyleydim!” diyemiyorum. Yeni evliyken, henüz çocuklar küçükken; annem de sağ ve çocuklara bakacak kadar sağlıklıyken, biz de gezmelere gider, biz de evde misafir ağırlardık. Biz de birlikte güler, birlikte ağlardık. O zamanlar Mustafa ev işlerinde bana yardım bile ederdi. Ederdi ya!.. Ta ki... Ta ki...
O gece!..
O geceye kadar!..
Evet ya!.. O gece!..
Rüya... Rüyada gördüğüm kadın... O gece görmüştüm onu ben. O gece gözgöze gelmiştim onun aynadaki hayaliyle. O gece değişti herşey. Ne olduysa o gece oldu.
Ve o geceden sonra başladım ben ev işlerinde kendimi paralamaya. Ve o geceden sonra kocamla konuşamadım bir daha, doğru dürüst ve içtenlikle. Ve o geceden sonra uzaklaştılar çocuklarım benden. Ve o geceden sonra hiç yakın arkadaşım olmadı benim. Hayatıma bir sır katıldı. Kimseyle paylaşılamayacak bir sır... Aynadaki sır...
Ve kendi kendime bile bir daha hiç düşünmedim o geceyi. Yaşadım, unuttum. Mustafa’yı hiç sorgulamadım o geceye ilişkin olarak. O da hiçbir şey anlatmadı. Boşanmayı da hiç getirmedim aklıma. “Kaderim buymuş!” dedim, katlandım. Nedense, Mustafa’nın da olmadı. boşanmak gibi bir talebi. Yaşadığı her ne ise, yaşadı ve bitti ya da bitmedi. Ama biz, o geceden sonra hep beraber, yeni bir yaşama düzenine geçmiş olduk.
İçim daralıyor. Kalbim sıkışıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. İnci, Mustafa’ya, benim deli olduğumu söyleyeliberi, Haluk her gün arıyor. Karısı ise, en az haftada iki kez... Dün Melda bile aradı. Artık “Doktora git!” demiyorlar; doğrudan doğruya “Sen bir psikiyatriste görünmelisin!” diyorlar. Psikiyatriste görüneceğim de ne olacak acaba? Psikiyatriste o geceyi nasıl anlatacağım? O gecenin hayalkırıklıklarını, mutsuzluklarını... Ve aynayı... Ve aynanın içindeki hayali... O geceki aynanın ve bugünkü aynanın içindeki hayali... Ben ona bakmamış olsam bile yıllar geçtikçe benimle birlikte yaşlanmış olduğu anlaşılan o hayali... Hem gerçekle hayalin hem hayalle gerçeğin tek bir anda ve tek bir mekanda gözgöze geldiği o anı nasıl anlatacağım?
Artık çok iyi hatırlıyorum. İstanbul’un ünlü otellerinden birinin, tuhaf bir adı olan bir yemek salonundaydık. Camların ardında yağmur vardı. Karşıda İstanbul’un soluk ışıkları... Orkestra, hafif müzik çalıyordu. Onüçüncü evlilik yıldönümümüzdü. Tesadüf bu ya, Mustafa da birkaç gün önce terfi etmişti. Çocuklar, okuldan çıkınca, düğünümüzün ardından peşimiz sıra İstanbul’a gelen ve hemen yakınımızdaki bir eve yerleşen anneme gitmişlerdi doğruca. Bense işten çıkıp bir koşu berbere uğramış; saçımı yaptırdıktan sonra kendimi eve atarak, o gün için özel olarak diktirmiş olduğum siyah kadife elbiseyi giymiş ve oturup Mustafa’yı beklemiştim. O da eve gelecek ve üstünü değiştirecekti. Yeni arabamıza kurulup otele gidecektik. Evliliğimizin onüçüncü yılını ve Mustafa’nın terfisini kutlayacaktık. İçimde kelebekler uçuşuyordu.
Ve Mustafa geldi: Söz verdiği saatten tam üç saat sonra... Yarı sarhoş... Ben, meraktan yarı deli... Kelebekler çoktan uçup gitmişler. Berber tarafından özenle kabartılmış olan saçlarım, sanki banyodan yeni çıkmışım gibi nemli ve süklüm püklüm... Kadife elbisem üstümden dökülüyor... Geldi Mustafa. Başı göğe ermiş gibiydi. Bir özür bile dilemedi. Üstünü filan da değişmedi.
- “Haydi!..” dedi bana,
- “Ner’deydin?” diye sorduğumu duymamış gibi...
- “Ne ha’disi?..”
- “Araba aşağıda... Yemeğe gitmeyecek miyiz?”
- “Bu saatten sonra mı?..”
- “Ne varmış saatte?..”
- “Senin saatten haberin var mı ki?”
- “Var!.. N’olmuş yani!..”
Ağlamaya başladım. Öylece baktı bana. Sonra,
- “Kes sesini!..” dedi. Sesi değişmiş, sertleşmişti. Yabancı gibiydi. Sustum. Korkmuştum.
- “Ne zırlıyorsun öyle?”
- “Seni merak ettim!” diye kekeleyecek gibi oldum.
- “Ne merak ediyorsun? Geldik ya işte! Geldik!.. Evlilik yıldönümümüzü kutlamaya geldik! Terfimizi kutlamaya geldik! Öyle buyurmamış mıydın? İşte biz de geldik. Biraz geç kaldıysak ne olmuş, ha?..”
O güne kadar hiç kavga etmemiş değildik Mustafa’yla. Ama o gün sesinde, tavrında öyle birşey vardı ki kavga etmeyi dahi anlamsızlaştırıyordu. Kavgayı sürdüremedim. İçimde birşeyin kırılıp parça parça olduğunu hissettim; bir şeylerin kopup gittiğini. Ne yapacağımı bilemediğim için kalkıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Makyajımı tazeledim. Saçımı düzeltmeye çalıştım. Kendi yüzümü en son o gün göreceğimi bilemediğim için, bir süredir hep yaptığım gibi, bütüne hiç bakmadan yaptım bütün bunları. İçimde parçalanmış, kopmuş olan şey, her neyse, bir robot gibi kesik kesik hareket etmeme sebep oluyordu zaten.
Evden hiç konuşmadan çıktık. Arabada hiç konuşmadan yanyana oturduk. Otelde bizi bekleyen masaya yerleştikten sonra da hiç konuşmadık. Mustafa tekdüze bir sesle ve bana danışmadan verdi siparişi. Garson içkileri, tereyağ ile kızarmış ekmeği, ardından bir bir yemekleri getirip önümüze bıraktıkça, konuşmadan içtik ve konuşmadan yedik. Konuşmadığımız gibi birbirimize de bakmıyorduk. Mustafa karşımda oturuyor; gözleri, tabağıyla pencere arasında gidip geliyor ve kimbilir neyi ya da kimi düşünüyordu. Ben de ona bakmamaya çalıştığım için, başımı kaldırdığımda, gözlerimle daha çok çevreyi tarıyordum. Ve en çok da hemen Mustafa’nın arkasındaki masada oturan insanlara bakıyordum. O masada da siyah kadife elbiseli bir kadın ile bir erkek vardı. Kadının sırtı bana dönüktü, dolayısıyla onun yüzünü göremiyordum. Yüzünü açık seçik gördüğüm o adam ise tıpkı Mustafa’ya benziyordu: Hafif sarhoş, dalgın, masadan ve kadından kilometrelerce uzakta...
Eminim ki Mustafa, tuvalete gitmek için yerimden kalktığımı bile farketmemiştir. Bense, masaların arasından kapıya doğru yürürken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ve durmadan, “İşim bittiğinde yanına gitmesem, çekip eve ya da daha iyisi, bambaşka bir yere gitsem! Ah, ama o bunu da farketmez!..” diye geçiriyordum aklımdan. İşte zihnim tam o anda, yemekte karşımdaki masada oturan çifte kaydı. “Şimdi o kadın da kalksa yerinden,” diye düşündüğümü hatırlıyorum, “Tuvalete gelse benim gibi ve biz dönüşte yanlış masalara otursak, ne Mustafa farkına varır yanlışlığın ne de o adam!”
Tuvaletten çıkıp ellerimi yıkamak için lavabonun önünde eğildiğimde yanımda kimse olmadığını da hatırlıyorum. Ama doğrulduğumda, siyah kadife elbiseli ikinci bir kadın, aynanın içinden bana bakıyordu. Yassı burunlu bir kadın... Gözleri iri, ama birbirine yakın ve koyu kahverengi... Alnı dar... Kulakları küçük... Çenesi geniş ve düz... Alt dudağı epeyce kalın... Uzun bir boynu, daracık düşük omuzları ve büyük memeleri vardı; kalçaları yüksek, ama bacakları kısaydı.
Aynanın içinde gözgöze geldik. Gerçek ben ile onun hayali... Ya da gerçek o ile benim hayalim... Veya her ikisi birden...
İkimizin gözbebeklerinde de aynı hayalkırıklığı... Dudaklarımız hiç oynamadı, yüz kaslarımız hiç gerilmedi ama gözlerimiz birbirine gülümsedi. Konuşmadan anlaşmıştık. İkimizin gözbebeklerinde de aynı arzu: Geriye, o iki masada bizi bekleyen o iki adama geri dönmeme arzusu... İkimizin gözbebeklerinde de aynı çaresizlik: Dönmeyeceksin de ne yapacaksın? Nereye gideceksin? Gidebileceğin hiçbir yer yok!.. Üstelik çocukların var!.. Ailen var!.. Tanıdıklar var!.. Ne yaparlar?.. Ne derler?..
Psikiyatriste gidecekmişim!.. Ne yapacak ki bana psikiyatrist? Ne yapacağını biliyorum: Yıllar önce hayalimi, bir otelin tuvaletindeki bir aynanın içinde, benim gibi herşeyi bırakıp kaçma arzusuna kapılmış olan, ama gerçek hayatta bunu asla beceremeyeceğini de adı gibi bilen bir başka kadınla değiştokuş etmiş olamayacağıma inandırmaya çalışacak beni. Çok uğraşırsa belki bunu başaracak da... Ama o boy aynası var ya o boy aynası, hani o yeni satın aldığım bronz kollu ve bronz ayaklı boy aynası, o varolduğu ve bana o kadının hayalini kendi hayalimmiş gibi yansıttığı sürece, benim kimin tarafından neye inandırıldığımın ne önemi olabilir?

IX.ÖYKÜ
KEFARET

Bir o, bir ben, bir de altın varaklı kristal ayna... Geçmişten geriye yalnızca bunlar kaldı. O; hakkında ne söyleyebilirim ki? Ben; bir harabe... Altın varaklı ayna ise; ah zor, anlatması çok zor!..
Gözyaşlarım sayesinde, yüzümün derisi, yıllardır hiç kurumuyor. Oysa, o da az çekmedi ama annemin cildi, benim yaşlarımdayken parşömen kağıdı gibiydi: Buruş buruş; sanki dokunsan elinin altında ufalanacak! Öyle iyi hatırlıyorum ki!.. Hele hele anneanneminkiyse, annem kadar ve benim kadar uzun yaşayamamış olduğu halde, onun daha da beteriydi. Büyürken önce birine, sonra ötekine bakardım bakardım da, korkardım: “Ben de mi böyle olacağım, ey güzel Allah’ım?” Dualar ederdim: “Beni, bu kadar uzun yaşatma!.. Ne olur, beni alemin maskarası etme!..” Yaşattı!.. Benim korktuğum gibi gelin, damat elinde değilse bile maskara da etti!.. Yaşlılık neresinden baksan rezillik zaten, ama, güzel Allah’ım bana en kötüsünü reva gördü.
Diyorlar ki, “Allah, sevdiği kullarını, erken yaşta yanına, cennete alırmış!” Belli ki beni hiç sevmiyor. Kendimi bildim bileli beni ateşle sınıyor. Tabii, “Sevdiklerini sınar!” diyenler de var... Var ama, bu nasıl bir sevgidir böyle? Sınıyor, sınıyor da, hiç mi tatmin olmuyor?.. Neden?.. Ne yaptım, hangi ağır günahları işledim ki ben, herkes, hiç değilse yaşlılık günlerini rahat rahat ve huzur içinde geçirirken, ben böyle, doğacak her günü korku içinde beklemekteyim? “Allah’ım şükürler olsun, bu sabah da yaşıyorum!” diye dua edecek yerde, “Ah, yeni bir gün daha mı: Günahlarımın kefaretini hala mı ödemedim ben?” diye sormaktayım?..
Günahsa, evet, günahkarım. Kim değil ki?.. Hem günahlar, insanlar için değil mi?.. Ve eğer öyleyse, eğer herkes günahkarsa ve günahlar insanlar içinse, bir aynanın içinde cehennemin kapısını aralayıp da çaresiz, yaşamaktan zaten bitap düşmüş, yaşlı bir kadını korkutmanın gereği var mı? Bu, Allah’ın büyüklüğüne yakışır mı?
Beni affet Allah’ım; çektiğim acı o kadar büyük ki ve korkum; bazen ne dediğimi bilmez hale geliyorum. Abuk sabuk konuşuyorum işte! Affet beni, bağışla!.. Bağışlamak, büyüklüğünün şanındandır.
Kim derdi ki Rafet Bey ölecek de, Sezgin sanki bunu bekliyormuş gibi aniden karısıyla kızını alıp çalışmak ve bütün bütüne yerleşmek üzere Avusturalya’ya gidecek de, onlar daha gidecekleri yere varmadan, evimiz ve bütün eşyalarımız yangında kül olup geriye bir tek altın varaklı kristal ayna kalacak da, ben “Evyah ki eyvah, ne olacak halimiz!” diye dövünürken, o, bir gecede bu evi buluverecek ve ertesi sabah, o ve ben, yanımızda bu Allah’ın cezası ayna, sanki hiçbir şey olmamış gibi; sanki yıllardır burada ve böyle yaşıyormuşuz gibi, hiç konuşmayarak ve birbirimize hiç bakmayarak kahvaltı edeceğiz ve bir daha ne Rafet Bey’in ne evin ne eşyaların sözünü edeceğiz? Kim derdi?..
Rafet Bey’i hiç sevmemiş olmak mıydı benim günahım? Çocuk yaşta evlendirilmiş olduğum Rafet Bey’i ve evlendikten uzun yıllar sonra ona ilk doğurduğum çocuğu, Sezgin’i hiç sevmemiş olmak mıydı?.. İnsan, hem de kadın olacak da, anne olacak da, aylarca karnında taşıyıp o kadar acılar çeke çeke doğurduğu, ne kadar büyürse büyüsün kendisinden bir parça olarak görmekten asla vazgeçemediği çocuğunu sevmeyecek!.. Olacak iş mi?.. Kendisi belki anlayamadı ama ben, Sezgin’i severim!.. Belki ona sevgimi gösteremedim ama, ben, iki çocuğumu da severim. Hem de nasıl!.. Burnumun direği kırılacak gibi olur; kalbim yerinden fırlayacak gibi olur; soluk alıp veremez olurum, tüylerim ürperir onları düşündüğümde; öyle severim. Sezgin, bana hep sitem etmiştir:
- “Siz beni hiç sevmediniz anne. Siz, bütün sevginizi o’na verdiniz.”
Beni burada bırakıp giderken yüreğini öyle ferah tutabildiyse, bu, benim kendisini hiç sevmediğime inandığındandır. Uçağa binmeden bir gün önce, son bir veda için karısıyla kızını alıp o, ertesi değil, daha ertesi gün yanan eve, baba ocağına geldiğinde,
- “Siz babamı da hiç sevmemiştiniz zaten! Varsa yoksa, o!..” demeyi de ihmal etmedi ki geride kapanmamış hiçbir hesap bırakmasın! Geceydi: "O," dediği kardeşi, evde yoktu. Sezgin de bunu bilerek veda ziyaretini geceye bırakmıştı herhalde. Kardeşine bir selam bile söylemeden elimi öptü ve gitti. Benimle, herhangi bir yabancıyla dahi teati edilmesi adetten olan nezaket cümleleri dışında hemen hemen hiç konuşmayan karısıyla kızı; yani biricik gelinimle biricik torunum elimi öpmeye de tenezzül etmediler. “Yolları açık olsun!” diye dua ettim, içimden. Ama ağzımdan dökülen beddua sözcükleriydi. Sezgin gülümsüyordu. Kapıyı arkasından güm diye çekti. İçi iyice rahat etmiş olmalı! Sonunda tamamen silip atmıştı beni defterinden.
Nasıl yandı o ev?.. Gündüz vakti, ben bankadayken; o, uyuyormuş da birden uyanmış; canı sigara istediği için bakkala gitmiş. Bakkalda aradığı sigarayı bulamayınca Beyoğlu’na çıkmış. Dönmüş ki pencerelerden alevler fışkırıyor. Ben döndüğümdeyse alev malev kalmamıştı. Kömürleşmiş duvarlar, kül haline gelmiş eşyalar... Son yıllarda artarda dikilen yüksek apartmanların arasına sıkışıp kalmış olan küçük bahçenin altı üstüne gelmiş. Çamur... İtfaiyenin sıktığı su, küllü bir çamur olmuş; çimlerin ve çiçeklerin ve ağaçların ve taşların; canlı ya da cansız herşeyin üstünü örtmüş. O ise, altın varaklı kristal ayna yanıbaşında, kuyunun isten iyice kararmış olan bilezik taşında öylece oturuyordu. Hiç de üzülmüş gibi görünmüyordu.
Hiçbir zaman üzülmüş gibi görünmez zaten. Rafet Bey küfürler ederek, evire çevire dövdüğünde; güya, gittiği yoldan dönsün diye öldüresiye patakladığında bile, o meleklere benzeyen yüzünün tek bir kası bile oynamazdı yerinden. Onu bırakır, bana,
- “Sen yaptın bunu böyle!” diye haykırırdı Rafet Bey; “Senin yüzünden oldu!..”
Ne olmuştu? Ben nasıl yapmış olabilirdim? Çıldırmış gibi bağırırdı Rafet Bey:
- “Kız gibi giydirdin! Saçını uzattın! Bukleler yaptın! Kucağından indirmedin! Okşaya okşaya alıştırdın! Senin marifetin!.. Adı bile, kız adı!..”
Evet, bunları yaptım. Bir kız çocuğum olsun istemiştim hep. İkinci doğumdan sonra doktor bana bir daha doğum yapamayacağımı söylemişti. Evet, ikinci çocuğumu, küçük oğlumu, bebekken kız gibi giydiren, süsleyen bendim. Saçını da uzattım, bukleler de yaptım, evet! Evet, büyükdedesinin adını kullanmadım da daha güzel bir adla çağırdım çocuğumu. Evet, çok sevdim, çok okşadım; sarılıp sarılıp öptüm. Kendimi avutuyordum herhalde; bir kız çocuğu doğuramayacak olmanın acısını çıkartıyordum. Bu muydu günahım? Ama o zamanlar bunu pek çok kadın yapardı; bir ben değildim ki!.. Ve hepsinin çocuğu da böyle olmadı ki!.. Üstelik sonradan kimse hatırlamadı ama, ben bunları, Sezgin’e de yapmıştım. Hem de tıpatıp aynısını yapmıştım: Sezgin’i de dedesinin adıyla çağırmamıştım; Sezgin’in de vardı uzun bukleleri; Sezgin’in bebeklik giysileri de süslü püslüydü; Sezgin’i de okşardım; başımı boynuna gömer gömer mis gibi bebek kokusunu, o güzelim süt kokusunu içime çekerdim. Çünkü ben, o ilk doğumda da bir kızım olsun istemiştim aslında. Yaptım da ne oldu?.. Biri böyle oldu, biri öyle... Benim ne kabahatim var? Takdir-i ilahi işte!.. Onu da Allah yaratıyor, bunu da... Allah’ın hikmetinden sual olur mu?
Rafet Bey bana dayak atarken, ben de hiç sesimi çıkartmazdım. Ve ben onu asla suçlamazdım:
- “Sizin için kulamparadır, oğlancıdır diyorlar beyefendi! Genç ve güzel oğlanları, onlarla hamamda oynaşmayı pek sever, diyorlar. Oğlanlara koca bir servet harcamıştır, diyorlar. Bu kadar geç evlenmesi; küçücüksün; ne kalçan var ne göğsün ve ve ailende de hiç erkek yok ya, seni alması hep bu yüzdendir, diyorlar,” diyemezdim ya! Dişlerimi sıkar ve susardım. Susardım ama, büyük bir nefret birikirdi yüreciğimde.
Babam yaşındaydı. Çok hoyrattı. Kocamdır diye zoraki bir saygı gösterir, büyüğümdür diye her sözüne boyun eğerdim. Hiç sevmezdim, evet!.. Nefret ederdim. O da benden nefret etti hep. Belki sırrını bildiğimi biliyordu. Ya da belki tam tersi, sırrını bilmediğimi zannettiği için, böyle bir sırrı benim gibi zayıf, kişiliksiz bir insandan bile saklamak zorunda kaldığı için nefret ediyordu benden. Kimbilir!.. Aslında iyi bir insanmış da benim haberim yokmuş: Cenazesi kalkarken anladım. Geçmişte neymiş, bilemem ama, ben gördüm göreli öyle pek zengin bir adam sayılamayacağı halde, meğer bir yığın çocuk okutmuşmuş, dul kadınlara destek olmuşmuş; bir sürü eşi dostu varmış ve zorda kalana ilk yardım eden o olurmuş. İçim acıdı. Bunları bileydim belki ben de ona daha iyi davranırdım. Öyle ya, ben de insanım; kendisine hiç başkaldırmadım ama, kabalıktan, hoyratlıktan başka birşey görmediğimden olacak içimde biriktirdiğim nefret öyle yoğundu ki herhangi bir tür sevgiye, içten bir ilgiye, soğuk ve zoraki bir nezaket dışında herhangi bir insanca davranışa da hiç mi hiç yer bırakmıyordu.
Herhalde bana çok beddua etmiştir Rafet Bey! Özellikle de yatalak olduğu yıllar boyunca... Belki de onun bedduasıdır o altın varaklı kristal aynanın o gün o yangından kurtulan, hem de en ufak bir çizik bile almaksızın kurtulan tek eşya olmasına ve şimdi bana cehennemin kapısını aralıyor olmasına yolaçan. Ama şu da var: Anneannemle annem de, Rafet Bey’e çok beddua ettiler. Kırdığı yalnız ben değildim ki: Genç yaşta dul kalıp tek kızını tek başına büyütmüş olan anneannemi ve kaderin tuhaf bir cilvesiyle, yine genç yaşta dul kalıp tek kızını, beni, çiçekler gibi yetiştirmiş ve titreyen elleriyle kendisine teslim etmiş olan annemi de kırmıştı. İkisi de gözleri arkada kalarak gittiler öbür dünyaya. Gözlerini kör edene dek ağlaya ağlaya gittiler. Rafet Bey’e tek bir çıkış bile yapamadan, ama beddualar ede ede...
Ne özelliği vardı ki bu aynanın? Yanan evde, çocukların, henüz çocuk oldukları; Rafet Bey’e rağmen henüz daha neşelenmeyi, koşup oynamayı, birbirleriyle konuşmayı becerebildikleri sıralar antre tabir etmekten pek hoşlandıkları giriş holünde, biri salona biri mutfağa açılan iki kapı arasındaki duvara dayanmış olan eski püskü tırnağın üstünde asılı dururdu. Tırnağın varakları çoktan dökülmüştü; alttan tahtası sırıtmaktaydı. Yıllar var ki o aynada bir kere bile kendime bakmamıştım. Her temizlikte yalap şap onun tozunu da alırdım elbette. O zamanlar tırnağın varaklarının döküldüğüne dikkat etmiştim ama, aynanın varaklarının olduğu gibi kaldığı hiç dikkatimi çekmemiş nedense. Arasıra, “Bunları buradan atmalı, yerine yeni usül bir portmanto, bir ayakkabılık almalı!” gibisinden birşeyler düşünür, ama günlük gaile içinde hemen unuturdum. Unutmasam ne olacaktı ki? Evden eşya atmak, eve eşya almak Rafet Bey’in işiydi; böyle şeylere ben karışamazdım. Rafet Bey’e inme inip de yataklara düştüğünde ve evin idaresi ister istemez bana geçtiğinde ise, artık hiçbir şeye hevesim kalmamıştı ki uğraşayım.
Nasıl kurtuldu ki bu ayna o yangından?.. Sanki yanan bir evin içinden çıkmamış da tepeden tırnağa elden geçirildiği bir varak atelyesinden yeni alınmış gibi, nasıl?.. Herşey küllü çamura bulanmıştı ama o, üstünde tek bir toz zerresi bile yokmuşcasına pırıl pırıl parlıyordu. Bilezik taşına dayalı, öylece duruyordu. Eminim, daha o gün gördüm ben onun içinde cehennemin beni çağıran alevlerini; daha o gün gördüm beni cehenneme davet eden girdabın burgusunu. Şimdi artık yüzde yüz eminim. Halbuki o gün, bankadan dönüp de evimi yanmış bulduğum o uğursuz gün, gördüğümü, başımın dönmesine vermiştim.
Gidip gidip elimi sürüyorum: Kristal camın buz gibi soğuk sathı değiyor elime. Gözümü dikip bakıyorum: Kara bir delik, bir burgaç, bir girdap!.. Döne döne derinleşiyor. Beni içine çekmek istiyor. Beni yutmak istiyor.
Bir kere bütün bunlardan sözedecek oldum, o,
- “Hiç öyle şey olur mu anne! Siz yaşlandınız artık; gözleriniz bozulmuş olmalı. Bir doktora gidin!” dedi ilgisizce ve her zamanki gibi uykulu uykulu. Bütün gün uyursa insan ve bütün gece evde olmazsa, sabah gelirse ancak, işte böyle uykulu uykulu konuşur tabii.
- “Ne yapıyorsun oğlum, bütün gece sokaklarda?”
- “Sokaklarda değilim.”
- “İyi de ner’desin? Ne yapıyorsun?”
- “Çalışıyorum!”
Allah’ım, sen benim aklımı koru!.. Çalışıyormuş. Ne çalışıyor bütün gece? Nerede çalışıyor?
- “Gündüz çalışabileceğin bir iş bulsan!..”
- “Siz benim işlerimle ilgilenmeyin anne!”
Peki, olur!.. Komşular sorduklarında ne diyeyim? Ama tabii, komşular sorduklarında verecek cevabım yoksa, komşularla görüşmem olur biter! Rafet Bey olsa böyle derdi. Annem de olsa böyle derdi. Kapıcı zili her çaldığında pis pis sırıtıyorsa,
- “Ben kendi alışverişimi kendim yapıyorum; senin günde iki kere kapı çalmana gerek yok!.. Çöpü bırakırım, alırsın; o kadarı yeter!” derim, kurtulurum. Temizliğe de bu yaşta kendim sıvanırım ki hem oyalanayım hem de meraklı kadının birine, onunla ilgili olarak hesap vermek zorunda kalmayayım! Zaten temizlenecek doğru dürüst bir ev mi var, temizlenecek eşya mı kaldı! İki odada iki yatak; onun salon diye adlandırmakta ısar ettiği koca mutfakta buzdolabı, ocak, bir masa, iki sandalye ve birkaç ıvır zıvır ile bir de altın varaklı kristal ayna... İyi ki gelenimiz gidenimiz yok. Olsa nerede ağırlayacağız?.. Nasıl ağırlayacağız?.. Nasıl açıklayacağız evimizin bu acıklı halini?..
Ölsem de kurtulsam diyorum, ama ölmüyorum. Herşeye rağmen can tatlı geliyor herhalde; kendimi öldürmeyi hiç düşünmediğimi iddia edemem ama, beceremiyorum diyelim... Nasıl becereceğim ki? Kendimi camdan atsam, burası üçüncü kat, ya ölmez de sakat kalırsam!.. Tabanca, tüfek yok ki elimin altında, kendimi vurayım!.. Zaten silah kullanmayı bile bilmem. İlaçlardan da anlamam; içip ölmemek, sonra rezil olmak da var!.. Boğaz Köprüsü’nde cambazlık yapacak yaşta da değilim. Benim yapacağım tek şey, Allah’a sığınmak!.. Ve Allah beni kurtarmıyor da adeta benimle eğleniyor.
İşimi bitirdikten sonra soluklanmak için mutfaktaki sandalyelerden birine çöktüğümde, karşımda altın varaklı kristal ayna... Aynanın içinde önce küçük bir delik... Sonra bu delik, bu uğursuz delik giderek büyüyor; öyle ki sonunda koskocaman bir girdaba dönüşüyor. Girdap, fırın gibi ağzını açmış, beni içine çekmeye uğraşan bir canavar aslında... O içe doğru burgaçlandıkça, bu hareketin yarattığı kasırga gelip eteklerimi yalamaya başlıyor. Ve eteklerimin ucuna tutunmayı bir kez başarınca daha da fazlasını istiyor. Yanımdaki küçük masayı sıkı sıkıya kavrıyorum. Kasırga giderek şiddetleniyor. Eteklerimden yukarıya doğru, bedenime doğru, başıma doğru tırmanıyor. Bir an usul usul sarıp sarmalıyorsa her yanımı, bir an sonra da şiddetle yerimden sökmeye çabalıyor. Direniyorum, direniyorum ama, gözlerimi o dipsiz burgaçtan alamıyorum. Ben gözlerimi ondan alamadıkça o güçleniyor. Her seferinde tam girdaba kapılıp gidecekken ne yapıp yapıp başka yana bakmayı başarmam bir mucize mi, yoksa bu cezayı tekrar tekrar çekmem, bu cehennem azabını tekrar tekrar yaşamam için Allah tarafından bilerek yapılan bir müdahale mi, bilemiyorum.
Nuzülden sonra yatalak olan Rafet Bey ölmeden önce çok çekti diye yıllar boyu için için sevinmedim desem yalan olacak. Ama Rafet Bey’in çekmiş olabilecekleri, benim bu çektiğimin yanında solda sıfır kalmaz mı? Rafet Bey şimdi cennetten halime bakıp kahkahalarla gülmüyor mudur? Cennetten ya!.. Onca iyilik etmiş adam!.. Zaten son yıllarda namazına niyazına da iyice düşkün olmuştu. Günde beş vakit namaz; hem de evde de değil, en yakın camide kılmacasına... Tığ örgü, işlemeli, beyaz takkeler... Elde tesbih... Kuran-ı Kerim hatmetmeler... Divanda bağdaş kurup gözler kapalı, öne arkaya sallana sallana dualar mırıldanmalar... Evimize artık kimse gelip gitmez olduğu için ancak kapı aralığından ya da alışverişte görebildiğim eski komşular; daha doğrusu eski komşulardan geride kalmış olanlar,
- “Tövbe etmiş olmalı! Allah affetsin!..” diyorlardı. Gerçekten cennette, tövbe etmiş kulamparalara da yer var mıdır acaba? Tövbe etmiş kulamparalara bile yer varsa, o’na, küçük oğluma da bir yer olabilir mi? Ya bana?.. Evet, ben Rafet Bey kadar olamadım: Benim kimseye iyilik ettiğim yok, Allah’a sığınmayı da beceremedim, ama hayatım boyunca hiç kimseye hiçbir kötülük de etmedim, değil mi? Aslına bakılırsa benim en büyük kusurum, en büyük günahım, ne o ne bu: Zaman zaman Allah’a isyan etmek!.. Ama, bir insanın payına düşebilecek sıkıntılardan çok fazlasını çektim de ondan... Zayıflığımdan... Yoksa inançsızlığımdan değil!.. Güzel Allah’ım bunu bilmez mi?..
Peki ama, bu ayna neyin nesi?.. Daha sağken, yaşarken cehennemdeyim ben; öldüğümde cennete nasıl gideceğim?
- “Atalım bunu!” dedim bir gün.
Güler gibi büküldü dudakları:
- “Geçmişinizle aranızdaki tek bağ bu... Gerçekten atmak istiyor musunuz?”
Düşündüm kaldım. Geçmişimle aramdaki tek bağ... Geçmişimle aramda bir bağ olmasını istiyor muyum ki ben? Peki ya o?.. O, istiyor mu? Ayna benim geçmişime ait birşey gibi görünüyor demek ki ona, peki ya kendi geçmişi?.. Kendi geçmişiyle onun arasındaki tek bağ da benim aslında. Ben aynayı atmak istiyor olduğuma göre, acaba o da beni atmak istiyor olabilir mi? O da bana baktığında burgaçlar, cehennemler görüyor olabilir mi? O da benden kaçmak, kurtulmak istiyor olabilir mi? Sezgin gibi...
Avusturalya’ya gitti gideli Sezgin’den hiç haber çıkmadı. Kendimi, “Şimdi bulunduğumuz yerde bizi bulmasına imkan yok!.. Yazıyordur da, mektupları yanan eve gidiyordur. Şimdi orada bir inşaat yapılıyormuş. Postacı inşaata bırakır mı hiç mektupları; adresinde bulunamadı diye iade eder. Biz de Avusturalya’daki adresini bilmiyoruz ki yazıp başımıza gelenleri haber verelim; yeni evin adresini bildirelim,” diye avutuyorum.
Oğullarım... Benim oğullarım... Rafet Bey’in oğulları... Eskiden birbirlerini de severlerdi, beni de severlerdi, ama en çok da babalarını; Rafet Bey’i severlerdi. Dayak yeseler bile severlerdi. Erkekler bir tuhaf oluyorlar. Dayak yemeyi ve dayak atmayı günlük hayatın bir parçası, normal, erkeksi bir iş gibi görüyorlar. Hayat mücadelesinin bir uzantısı gibi, belki... Rafet Bey, oğullarının sokakta, okulda başka erkek çocuklarla dövüşmesini hep teşvik etmiştir.
- “Dayak yediğinizi görürsem ya da duyarsam, gebertirim sizi! Dövüşten kaçınmayacaksınız! Ama yenen hep siz olacaksınız!”
Sezgin, özellikle ortaokuldayken, her akşam okuldan eve, yüzü gözü kan içinde, gömleği, ceketi parça parça, ama yüzünde muzaffer, kendini beğenmiş bir ifadeyle dönerdi.
- “Siz bir de öbür çocuğun halini görseniz!..” diye teselli etmeye çalışırdı beni.
Lisede durulmuş gibiydi; ama üniversitede yine azdı. Bir grubu vardı ki evlere şenlik!.. Silahı da vardı: Koskocaman, kara renkli bir tabanca... Kimi zaman, benim bulamayacağımı zannettiği yerlerde bir naylon torba içinde saklardı tabancasını... Ama çoğu zaman, üstünde gezdirirdi. Rafet Bey’e çıtlatacak gibi olduydum da azar işittiydim: - “Erkek adamın tabancası da olur, tüfeği de!.. Sana ne!.. Elini sürmeyeceksin! Bırak ne istiyorsa yapsın! Benim oğlum, vatanını sever. Öyle yetiştirdim ben onu: Tam bir erkek gibi... Benim oğlum ne yapıyorsa vatanı için yapıyor! Elinin hamuruyla karışma sen erkek işine!..”
Karışmadım. Yüreğim ağzımda bekledim. Ne zaman ölüm haberi gelecek diye... Daha da kötüsü, ne zaman muhtemelen kendi yaşıtı birinin katili olarak yakalanacak diye... Ölmedi. Yakalanmadı da... Ne yalan söyleyeyim, sevindim. Sevindim. O dönemde Sezgin’in birini, hatta belki birden çok kişiyi öldürmüş olduğuna adım gibi eminim. Ama yakalanmadı işte ve ben de buna sevindim. Benim gibi bir ananın, hatta belki benim gibi birden çok ananın bir yerlerde ağlamakta olduğunu bile bile sevindim.
Öteki, küçüğüm, o, işte bu dönemde bütün bütüne düştü Rafet Bey’in ve Sezgin’in gözünden. Onun, kavgayla gürültüyle, silahla külahla işi yoktu. Narindi. Usluydu. Ne oğlanlarla kavga eder ne kızlarla gezerdi. Yüzünde hüzün vardı. Çok küçük yaştan beri hüzün vardı. Çok sevdiği ve çok saydığı babasının gözüne asla giremeyeceğini anladıktan sonra, hüznü iyice derinleşmişti. İyice içine kapandı. Sezgin, Rafet Bey’in kendini bilmeden yattığı yatağın başucunda,
- “Senin yüzünden oldu! Senin yüzünden inme indi adama. Rezil ettin bizi!.. Rezil ettin!.. Ahlaksız ibne!.. Puşt!..” diye yırtınırken o, yüzünde yine tek bir kas bile kıpırdamaksızın, sessiz sessiz ağlıyordu. Öyle zannediyorum ki Sezgin’i iyice çileden çıkartan da bu oldu.
- “Öyle ağlanmaz ulan, böyle ağlanır!” diye çullandı kardeşinin üstüne. Altalta üstüste dövüştüler. Aslına bakılırsa buna dövüşmek denebilir mi bilmem: Kendini savunmayı bile beceremedi küçüğüm. Debelendi durdu. Sonunda da bir kenara yığılıp kaldı.
- “Yapmayın! Kardeş kardeşe vurur mu? Yapmayın, Allah aşkına yapmayın!” diye bağırmaktan sesim kısılmıştı. Beni duymadılar. Bana bakmadılar bile. Birbirlerine de bakmadılar. Sezgin,
- “Böyle kardeş olmaz olsun! Benim kardeşim filan yok!..” diyerek vurdu kapıyı çıktı evden. Biz başbaşa kaldık: Yatalak Rafet Bey, ben ve o... Yıllarca böyle yaşadık. Rafet bey ölene, Sezgin Avusturalya’ya göç edene ve ev yanana kadar; yıllarca...
Yanmış evin arsasını satan da, o... Sattı ve parayı olduğu gibi bana getirdi. Bir akşam evden çıkmadan önce mutfaktaki masanın üstüne yığdı ve bana,
- “Siz nasıl uygun görürsünüz bilmiyorum ama, bence bunun yarısını Sezgin’in banka hesabına vadeli yatıralım; diğer yarısıyla da size bu oturduğumuz evi satın alalım!” dedi. Benden ses çıkmayınca da çabuk çabuk,
- “Burası bir arkadaşımındır. O da evini satacak birini arıyordu,” diye ekledi.
Biraz düşündükten sonra,
- “Olur!” dedim, “Ya sen?..” diye sormadım. Sorsam, alacağım cevabı bilmiyor muyum!
Geçmiş, onun için, benim için olduğundan da ağır bir yük... Sezgin’le, Rafet Bey’in yatağının başucunda kavga ettikleri günden sonra hiç konuşmadılar. Sezgin, beni ve babasını arasıra aramadı değil; aramasına hep aradı ama, hiçbir şey söylemedi. Konuştu, ama hiçbir şey anlatmadı. Sorular sordu ama, kardeşini hiç sormadı.
O ise, hiç bir yere gitmedi. Gece işi dediği şey her neyse, ona da, hemen o kavgayı izleyen günlerde başladı.
Geçmiş onun için, hepimiz için olduğundan çok daha ağır bir yük... Ama Sezgin çekti gitti, o kaldı. Sabahleyin yorgun argın gelir eve; yatar uyur; akşam olunca uyanır, sessizce giyinip çıkar gider. Ev nasıl yandı hala bilmiyorum; ama o, ev yandıktan sonra da beni ortada bırakmadı. Evden kurtulduysa bile benden kurtulmaya çalışmadı. Ben, onun geçmişiyle arasındaki tek bağım. Kurtulmak istese kurtulurdu. “Geçmişle arasındaki bu son bağı korumaya çalışıyor!” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Belki de bu yüzdendir ki, altın varaklı kristal aynanın içindeki girdaba düşmekten ne yapıp edip son anda hep kurtuluyorum. Ama her gün gücüm biraz daha tükeniyor. Sabah o geldiğinde güleryüzle karşılıyorum; gündüz uyurken haberi olmadan üstünü örtüyorum; gece giderken hiç bir şey sormadan uğurluyorum. Yine de geçmişimizden başka paylaşacak hiçbir şeyimiz yok işte! Ve geçmişi, ancak susarak paylaşabiliyoruz. Benim gücümse giderek tükeniyor.
Bir gün gözümü bu altın varaklı uğursuz kristal aynadan ayırmayacağım. Bir gün o korkunç girdabın beni kapıp götürmesine izin vereceğim. İster cennet ister cehennem!.. Nereye olursa götürmesini... O günü bekliyorum. Öylece bekliyorum. Bekliyorum: Bir yandan sabretmeye çalışarak, bir yandan sabırsızlıkla...