Monday 23 June 2008

Oblomov

Oblomov-Ştoltz Aralığı’nda
Oynanan Oyun
Bahar Öcal Düzgören
13 Haziran-09 Temmuz 1997, İstanbul
Cogito 12. SAYI

Oblomov: Derebeyi, köle sahibi, rantiye... Zahar: Çulsuz uşak, köle, emekçi... Eğer Oblomov oblomovluğunu -1- yalnızca sınıfsal konumuna borçlu ise, Zahar oblomovluğunu neye borçlu?.. Ve eğer bir tek çalışmaksa yoran insanı, ikisi de çalışmayı bilmeyen, sevmeyen; ikisi de mümkün olduğunca az çalışıp mümkün olduğunca çok dinlenen efendi ile uşağın: Oblomov ile Zahar’ın ezelden ebede sürüp gider gibi görünen yorgunluklarının ve mutsuzluklarının gerekçesi ne?..
Türkçe çevirisinin -2-, altında imza bulunmamakla birlikte çevirmenleri tarafından yazılmış olduğu anlaşılan önsözünde, “Yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi sınıfının bir çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır; ama kendisi, köklerinden kopmuş bütün derebeyleri gibi, onları bir kahyaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınmıştır, ” sözcükleriyle tanımlanan İlya İlyiç Oblomov’un, “Klasik kahramanlar gibi genel bir tip...” olduğu söyleniyor ve şöyle devam ediliyor:

“Don Quichotte gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte zamanına, çevresine sıkıya sıkıya bağlı bir insandır -3-.”

Aşağıdaki görüşler de, İvan Gonçarov tarafından 1857 yılında, Marienbad’da bir ay süren bir çalışma sonucu yazılmış olan Oblomov adlı romanın Türkçe baskısının önsözünden alınma:

“Çok eskiden atalarının kazandığı mülke ve isme hiçbir şey eklemeden rahatça yaşamak imkanını bulan derebeyleri için mutluluk çalışmakta değil, işsizlikte; değer, çalışanda değil, çalışmayanda idi. Toplumun yeni gelişmesinde hiçbir rolü kalmayan derebeyleri, çocuklarını yeni hayata, Rusya’ya yeni giren endüstrinin yarattığı çalışma yollarına sokamıyorlardı...
“... Oblomovka’nın ve eski Rusya’nın yıkıntıları üstüne kurulmaya başlayan yeni hayatın temsilcisi Ştoltz’dur...
“... Gonçarov, Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski ve yeni Rusya’yı, doğuyla batıyı karşı karşıya koymuştur. Kardeş gibi sevişen bu iki çocukluk arkadaşı hiçbir zaman birbirini anlayamayacaktır...”
“... İşte... Oblomov’un romanını bir dram haline getiren bu iki ayrı insan, iki ayrı dünya karşılaşmasıdır -4-...”

Halbuki yine aynı önsözde, kaynakça belirtilmeden Lenin’in şu sözlerine de yer veriliyor:

“Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar, yalnızca derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir -5-.”

Derebeyler, köylüler, burjuvalar, aydınlar, işçiler!.. Ayrı ayrı dünyalar ve ayrı ayrı insanlar!.. Bölünen, gruplandırılan, etiketlendirilen, sınıflandırılan insanlar!.. Ama insan ne?.. İnsanla insanı birbirinden ayıran ne; ya birleştiren?.. Filozoflar ve bilim insanları da dahil ve fakat (pembe, beyaz, kara, vb. diziler çerçevesinde seri üretim yapanlar bir tarafa) öykücülerle romancılar hariç hemen hemen herkesin, sanki ayrıntıları görmezden gelen birkaç ayıraç, birkaç kaba parametre ile tanımlanabilirmiş gibi; sanki atalarından miras aldığı özellikleri tarihin başından itibaren değişmezmiş ve bundan sonra da hiç değişmeyecekmiş gibi ve ana rahmine düştüğü andan öldüğü ana kadar da bizzat değişmeye devam etmezmiş gibi, hakkında rahat rahat genellemeler yaptığı ve bu çelimsiz temel üstüne koskoca kuramlar inşa ettiği bu yaratık gerçekte neyin nesi?..
Mümkün mü, tek bir insanı bile bütünüyle; bütün geçmişi ve hali ve geleceğiyle, saplantılarıyla ve değişkenliğiyle, bütün açmazları ve bütün yetenekleriyle; içgüdüleri ya da duygularıyla; bütün düşünceleri ve sezgileriyle tanımlamak?.. Herşeyiyle, her an; an be an değişeyazarken her insan, mümkün mü?.. İnsan, başkaları bir yana, kendi kendisini bile tam olarak anlayamazken; kendi kendisinin yalnız gelecekte değil, şimdiki halin içinde bile çoğu zaman, neye göre ve nasıl davranacağını kestiremezken, mümkün mü?.. Ve mümkün mü, tek bir insanı bile bütünüyle tanımlayamazken, ne idüğü belirsiz bir ‘ortalama insan’ ı baz alarak, insanın bizzat kendisi gibi insan toplulukları, toplumlar, kısaca insanlık hakkında genellemeler yapmak?.. Mümkün mü?..
Ama bu sorular, tam tersinden de sorulabilen sorular... Ve bu soruların tam tersinden de sorulması gerekiyor: İnsan hakkında ve insan toplulukları, insanlık hakkında genelleme yapmak hiç mi mümkün değil?.. İnsan, hiçbir biçimde tanımlamaz mı gerçekten? Ve toplulukları, toplumları, insanlığın tamamını oluşturan insanlar hiç mi benzemezler birbirlerine? Hiçbir kurala uymazlar mı? Hiçbir yasa yok mu, insanı ve insan topluluklarını bağlayan ve birbirleriyle ilişkilendiren?..
Yoksa eğer; her insan ayrı bir dünyaysa, diğerleriyle paylaştığı hiçbir şey bulunmuyorsa, o zaman, öyküler nasıl yazılıyor; hele hele Oblomov türünden romanlar? Daha önemlisi: Neden okunuyorlar? Hem de yazıldıkları uzamın ve zamanın epeyce ötesinde yerlerde ve zamanlarda... Neden?..
Genelleme yapmak tabii ki mümkün... Her insan belli bir biyolojik türün üyesi olduğuna göre nasıl mümkün olmaz? Efendi olsun, uşak olsun her insan, biyolojik türdeşleriyle bir takım özellikleri, elbette paylaşıyor. Ve milyonlarca yıl süren bir biyolojik evrim süreci boyunca ağır ağır kazanılmış olan bu özellikler, kırkaltı tane kromozoma yerleşmiş sayısız gen yardımıyla, zaman zaman mutasyon/değşinim geçirip evrim yolunu da hep açık tutarak, bir kuşaktan diğerine aktarılıp duruyorlar. Hatta insan, yalnız biyolojik türdeşleriyle değil; muhtemelen, ucu, bilinen sınırlar çerçevesinde taa Büyük Patlama’ya kadar uzanan bir sanal çizgi boyunca, bütün atalarıyla da bir takım özellikleri paylaşıyor; aynı kurallara uyuyor ve ucu taa Büyük Çatırtı’ya kadar uzanan bir sanal çizgi boyunca muhtemelen bütün torunlarıyla da bir takım özellikleri paylaşacak ve aynı kurallara uyacak; uymak zorunda kalacak -6-.
İşte bu yüzdendir ki, hangi çağda yaşarsa yaşasın; teninin, saçının, gözünün rengi ne ve hangi cinse, sınıfa, yaş, gelir ya da kültür grubuna mensup ve hangi öğrenimi görmüş olursa olsun; ya da mesela hangi dili hangi lehçeyle konuşursa konuşsun her insanın, kendi eliyle oluşturdukları da dahil olmak üzere evrendeki tüm yapılar gibi belli bir kaderi var: Evrendeki diğer bütün yapılarla aynı biçimde tek tek her insan, seçmediği bir zamana ve uzama doğuyor, her an ölme olasılığı da olmakla birlikte, belli süreçlerden geçerek büyüyor, yaşlanıyor ve intihar etmediği taktirde, seçmediği bir uzamda ve zamanda ölüyor. Hatta, evrim sürecinde ortaya çıkmış olan cansız/canlı bütün yapılar ve bütün sistemler gibi evrenin bizzat kendisi de bu kaderi paylaşıyor (kader aynı kader de tanımlamada farklılık var: Diğer canlılar gibi insan için de kullanılan ‘doğmak,’ ‘büyümek,’ ‘yaşlanmak’ ve ‘ölmek’ sözcüklerinin yerine, cansız nesneler sözkonusu olduğunda daha çok ‘üremek ya da ortaya çıkmak’, ‘gelişmek’, ‘eskimek’ ve ‘tükenmek, yokolmak ya da ıskartaya çıkmak’ gibi sözcükler kullanılıyor). Ve bu da, Oblomov’un önsözünde değinildiği gibi yalnızca Avrupalılar’ı değil, doğulu da olsa batılı da olsa tek tek her insanı, istese de istemese de ve farkına varsa da varmasa da, potansiyel bir tür trajedi kahramanı haline getiriyor. Çünkü her insanda, sonunda mutlaka öleceğini bile bile, sonsuza kadar yaşayacakmış gibi kendi kendisini aşmaya çalışma; ‘kadere karşı savaşma potansiyeli’ bulunuyor.
Ve işte, Büyük Patlama’dan bu yana evrende yürürlükte bulundukları ve şu son kısacık beş-altı yüz yıl içinde kısmen belirlenmiş olsalar da henüz bir bütünlük içinde kavranamadıkları sezilen yasalar -7- ya da belki kozmos ile kaos arasındaki ilişki sayesinde belirlenen o kader bağlamında, her insan, dış görünüş itibariyle de, iç organları ve sistemleri itibariyle de belli sınırlar içinde, üç aşağı beş yukarı diğerlerine, yani türdeşlerine benziyor.
Tıpkı Oblomov gibi: “Otuziki, otuzüç yaşlarında bir adam... Orta boylu, düzgün yapılı, hoş görünüşlü... Teni ne pembe ne esmer ne de soluk... Rengi yok gibi ya da yüz adaleleri, yaşına uygun olmayan bir gevşeklik yüzünden renksiz.... Boynunun dümdüz ve bembeyaz derisi, küçük yumuşak elleri, düşük omuzları bir erkekte az görülür incelikte... Hareketleri çekingen ve nazik -8-...” Gonçarov, İlya İlyiç’in fizyolojik özelliklerini böyle tanımlıyor.
Ne var ki kilo, boy, saç rengi, göz rengi gibi fizyolojik özellikler, insanın tanımlanması açısından olsa olsa ikincil bir rol üslenebiliyorlar. Ve bu ikincil özelliklerden yola çıkıldığında bile, genel ya da ortalama bir insan tanımı yapmak zor... Çünkü mesela hiçbir insan, bütün ömrü boyunca aynı kiloda kalmıyor. Normal olarak insanlar 3 kilonun biraz altında, biraz üstünde bir ağırlıkla doğuyor; giderek kilolanıyor ve eğer yeterince uzun yaşarlarsa sonlara doğru, doğum sırasında olduğu kadar olmasa da yine küçülüp zayıflıyorlar. Bu, şu anlama geliyor: Bir insanın ağırlığı, doğumundan ölümüne kadar yıl yıl saptansa ve bu veriler grafiğe geçirilse ortaya bir eğri çıkacak. Ve bu eğri, bir çan eğrisi olacak.
Ama şunu da akılda tutmak gerekiyor: Bütün insanlar bu norma uyuyor değiller... Ve norma uygun bir başlangıç yaptıkları halde, zaman içinde, irade kullanarak ya da bir dış etki altında kalarak veya içsel bir nedenle istemsiz olarak kilo verenler de; romanda zaman ilerlerken kendini hareketsizliğe iyice kaptırıp gözünde arpacıklar çıkara çıkara şişmanlayan Oblomov gibi kilo alanlar da oluyor. Veya başlangıçta norma uymadıkları halde sonradan ya irade kullanarak ya da içsel bir nedenle istemsiz olarak veya bir dış etkiyle normalleşenler... Ayrıca cinsler arasında da kilo farklılıkları sözkonusu oluyor. Dolayısıyla, her bir insanın zaman bağıntılı çan eğrisi, diğer bütün insanların çan eğrileriyle örtüşür diye bir sonuca varmak sözkonusu değil...
Tabii bir de şu var: En şişman insanla en zayıf insan arasında herhalde birkaç yüz kiloya varan yaklaşan bir farktan sözetmek mümkün... Çünkü bilinen birkaç çok aşırı istisna dışında, en şişman insanın kilosu olsa olsa 2 yüzü biraz aşıyor; yaşayabilen en zayıf bebek ise, hiç değilse 1 kiloya yakın bir ağırlıkla doğuyor. Öte yandan, kilosu 2 yüzü aşanlar gibi 1 kiloluk bebekler de, büyük çoğunluğun içinde, normallerin yanında azınlıkta kalıyorlar. Zira, küçük topluluklar için bunu söylemek çok kolay olmasa da, büyük sayılar için geçerli olduğu bilinen olasılık kurallarının işlemeye başladığı büyükçe topluluklarda, aynı yaştaki ve aynı cinsten insanlar da, kilo itibariyle, muhtemelen çan eğrisi -9- biçiminde bir dağılım gösteriyorlar: Sözgelimi, 2 yüze yakın ve üstü kiloya sahip olan az sayıda ortayaşlılar bir uçta, ortaya doğru aşamalı bir yığılma, ortadan zayıflara doğru yine aşamalı bir azalma ve az sayıda aşırı zayıflar diğer uçta... Ya da sözgelimi, 1 kilonun altında bir ağırlıkla doğan az sayıda bebekler bir uçta, 3 - 3,5 kiloya doğru aşamalı bir yığılma, 3 - 3,5 kilodan 5 - 6 kiloluklara doğru aşamalı bir azalma ve az sayıda 6 kiloluk tosuncuklar diğer uçta...
Kuşkusuz, aynı yaştaki ve aynı cinsten çok sayıda insanın ağırlık değerlerinin uzam içindeki değişkenliğini gösteren çan eğrisi, ayrıca geniş zaman içinde de sabit değil, hareketli... Sabit olamaz, çünkü bütün dünyada hiç değilse bir süredir izlenen bir olgu var: İnsan boyları az az da olsa giderek uzuyor; boyla birlikte kilolar da artıyor. Sabit olamaz, çünkü bir süredir bu işe, beslenmeyi ya da ağırlığı denetim altında tutmaya da çalışan tıp teknolojisi karışmakta... Sabit olamaz, çünkü bütün dünyada zayıflık-şişmanlık konusundaki modalar değişiyor. Bütün bunlar da şu demek oluyor: Sözkonusu aralığın, bugün bir kilo ile 2 yüz kilo olarak tanımlanan sınırları, yarın 5 yüz gramla yüzelli kilo ya da 1,5 kiloyla 2 yüzelli kilo, hatta 5 yüz gramla 2 yüzelli kilo ya da 1,5 kiloyla yüzelli kilo olabileceği gibi, kilo konusundaki eğilimlerin, dolayısıyla ortalama değerin mesela altmıştan yetmişe ya da tam tersine, yetmişten altmışa, vb. değişmesi olasılığı da var...
Sözün özü ise şu: İnsanlar için kilo bazında bir eşitlik, bir tektiplik kesinlikle yok... Bütün insanlar asla aynı kiloda değiller ve muhtemelen asla olmayacaklar. Öte yandan, bir memesi yerde bir memesi gökte arap bacılar da, iğne deliğinden geçebilen sıskalar da yalnızca masallarda yaşıyorlar. Yani, insan sözkonusu olduğunda, tek bir kilo değeriyle tanımlama yapmak hiç mümkün değil ama, insan iradesiyle belirlenmemiş yine de insanca sınırları olan iki kutuplu bir aralıktan sözetmek pekala mümkün... Hem de olduğu gibi ileri ya da geri hareket etme, hatta daralıp genişleme olasılığı da bulunan bir aralıktan...
Demek ki içinde yaşadığımız bu değişken evrende kozmos ile kaos; yani düzen ile düzensizlik ya da rasgelelik; yani yasalar ile hiç değilse bir ilkesi olan belirsizlik -10- ve ilkesi dahi olmayan ya da hiç bilinemeyecek olan çeşit çeşit tekillik -11- arasında varolan gerilim, tıpkı kuvantum mekaniğine konu olan tanecikler gibi insan için de fizyolojik özellikler konusunda değişik olasılıkları içeren bir aralık ve bu aralığı tanımlayan, bu aralığı belirleyen, birbirine zıt uçlarda sınır noktaları yaratıyor. Ve aralığın dışında, sınır noktalarının ötesinde varolmak olası olsa bile, varoluşu sürdürmek olası olamıyor. Dolayısıyla bu aralığın dışındaki varoluşlar, ancak fantezilere konu olabiliyorlar.
Durum bu iken, insandan sözaçmak gerektiğinde, kilo gibi fevkalade basit, fizyolojik ve ölçümü kolay bir konuda bile nasıl genelleme yapılabilir ? Her insanın kilosu, belli sınırlar içinde bile olsa diğerlerinden farklıyken ve kendi yaşama süresi içinde de farklılık gösteriyorken, çan eğrilerini hesaba katmadan ya da tek bir bir çan eğrisinin ortalarındaki tek bir değerden sözederek ve bu değerin de zamanla bağlı olduğunu, yani zaman içinde değişebileceğini ve insanlığın tamamı ya da büyükçe bir topluluk için kısa vadede bu değişimin yönünü ve miktarını kestirmek sözkonusu olsa bile, tek tek insanlar için böyle bir kesinlemenin asla yapılamayacağını gözardı ederek, bu ortalamadan yola çıkıp insanı tanımlamak, genel ve sabit bir insan tanımı yapmak, nasıl mümkün olabilir?
Dahası da var: Kilo, boy, saç rengi, göz rengi gibi somut fizyolojik özelliklere ilişkin olasılıkları, hiç olmazsa gerçekleştiklerinde anında tanımak ve ölçmek mümkün... Altı milyar insan için bu ölçümleri yapmak zor olsa bile, rasgele örnekleme, vb. istatiksel yollarla yine de mümkün... Dolayısıyla fizyolojik özelliklere ilişkin çan eğrileri nispeten kolayca çizilebilir ve bu eğriler sayesinde, tek bir insan için değilse bile insan toplulukları ya da insanlığın tamamı için geçmişe ve şimdiki hale ilişkin kuramlar oluşturulup geleceğe ilişkin tahminler yapılabilir. Ama psikolojik, hatta sosyopsikolojik özelliklere ilişkin böylesi ölçümler yapmak hemen hemen hiç mümkün değil... Çünkü insanoğlunun yapısı buna izin vermiyor.
İnsanoğlunun yapısı... Aslına bakılırsa buna, insanoğlunun beyin yapısı demek gerekiyor. Çünkü şairler ve kahramanlar öylesini yeğlese de, insanoğlunun yaptığı içgüdüsel, duygusal ya da düşünsel tercihlerle, ciğerleri, midesi ya da pankreası kadar yüreğinin de pek bir ilgisi yok... İnsanoğlu, psikolojik ya da sosyopsikolojik tercihlerini yüreğiyle değil, beyniyle yapıyor. Evrimin kanıtı sayılan o çok katmanlı ve dünya yüzünde eşi benzeri olmayan beyniyle...
Çünkü artık bilinen o ki, her insan, kafatasının içinde, yalnızca insana özgü bir beyin (beyin kabuğu, korteks) değil, aynı zamanda bir memeliye özgü bir beyin (memeli beyni) ve yetmezmiş gibi bir de bir sürüngene özgü bir beyin (R kompleks) taşıyor -12-. Üstüne üstlük korteks de iki ayrı bölümden oluşuyor. Marshall McLuhan, Yerküresel Köy’de bu olguyu şöyle açıklıyor:

“Korteksin sol-yarıküresindeki Broca ve Wernicke alanları, konuşma, işitme ve yazma, dolayısıyla idrak ve dil konusundaki anlatımıza aracılık etme kapasitelerine merkez oluştururlar. Sol-yarıküre, hiyerarşilerin ve kategorilerin, çizgisel olanın, matematiğin ve ardışık olanın mahallidir. Sol beynin düzene sokma duyusu niceldir: Okuma, yazma, önem sırasının algılanması çerçevesinde adlandırma.
“...Sol-yarıküre bedenin sağ yanının üstünde hüküm sürer; sağ-yarıküre ise sol yanı üstüne egemendir...Kuşkusuz, sağ beyin nitel olanın alanıdır: Uzamsal-dokunsal olanın, müziksel olanın ve işitsel olanın. Bu bölüme beynin dilsiz bölümü adı verilir; çünkü dil yetenekleri en alt düzeydedir ama, sağ bölümün, konfigürasyon ve metafor yoluyla çözümleme yaptığına dair dikkate değer ölçüde kanıt bulunmaktadır. Ardışık olarak düşünmekten ziyade, çevrenin benzer olmayan bölümleri arasındaki ilişkiyi kavrayacak biçimde düşünür. Sağ beyin, bir nesnenin özünü biçimine bakarak algılar ve sınıflandırmayla adlandırmak yerine ‘hisseder’ -13-.”

Bütün bunlar da kısaca şu demek oluyor: Her insanın beyninde hem bir insan hem de atalarından miras bir memeli ile bir sürüngen var... Üstelik, anlaşıldığı kadarıyla, insana özgü olan çizgisel düşüncelerine korteksinin sol, yine insana özgü olan bütüncül sezgilerine sağ yarıküresi; duygularına memeli beyni, içgüdülerine de sürüngen beyni hükmediyor. Ve hayata en ilkel beyin olan sürüngen beynine özgü içgüdülerin egemen olduğu bir id/altbenlik duruşuyla başlayan insanoğlu, büyüme sürecinde, ilk önce, biraz daha gelişkin bir beyin olan memeli beyninin de devreye girmesiyle duyguların egemen olduğu bir ego/benlik aşamasına; ardından da en gelişkin beyin bölümü olan korteksin uyanışı ve bilgi birikiminin belli bir düzeye gelmesiyle birlikte düşüncelerin ve sezgilerin de devreye girmeye başladığı bir süperego/üstbenlik aşamasına giriyor -14-. Bu gelişmenin tamamlanmasından sonradır ki, bu beyinler arasında, adı ilk kez Freud tarafından konmuş; ama teknik olarak, gerek yaşamı gerekse ürünleriyle hala tartışma konusu olsa bile L.Ron Hubbard -15- tarafından tanımlanmış ve Aldous Huxley -16- sayesinde aynı teknik çerçevesinde edebiyat boyutunda da değerlendirilmiş olan süreğen bir gerilim de yaşanmaya başlıyor.
İnsan beynine ilişkin bu bilgiler, bir yapının yalnızca bizzat kendisinin değil, sözkonusu yapıyı oluşturan birimlerin de evrimleştiğini göstermesi açısından da önemli... Ama belki de asıl önemli yanı, tek tek her insanın tek tek bütün tutum ve davranışlarının, beynin sözkonusu üç katmanı ve korteksin iki yarıküresi tarafından ortaklaşa belirleniyor olması gerektiğini ortaya çıkarması... Beynin bu katmanlı yapısının, benzer bilgilerle donanmış olsalar dahi (ki bu da pek sözkonusu değil -17-) tek tek her insanda farklı tutum ve davranışlara yol açıyor olması çok mümkün... Her bir katmanın ve korteks yarıkürelerinin, tek tek her bir insanın tutum ve davranışlarına ne ölçüde egemen olduğunu saptamak ise pek mümkün değil... Üç ayrı katman ve üçüncü katmanda iki ayrı yarıküre olduğuna göre, her bir tutum ve her bir davranışa ilişkin pek çok orantılı egemenlik kombinasyonundan sözedilebilir. Her bir insanın beyninde R kompleks şu ya da bu ölçüde, memeli beyni şu ya da bu ölçüde ve korteksin sol yarıküresi şu, sağ yarıküresi bu ölçüde egemenlik kurmuş olabilir; yani her insanın hayatında içgüdüler şu, duygular bu, düşünce ve sezgiler ise şu ya da bu oranda ağırlık taşıyor olabilir. Dahası, farklı konularda farklı egemenlik kombinasyonları devreye giriyor da olabilir. Üstelik hangi insanın tutum ve davranışlarında, hangi zamanda, hangi beyin katmanı ya da korteks bölümü egemenlik kurmuş olursa olsun, bu katmanla diğerleri arasında gerilim dışında hiçbir etkileşim, hiçbir oynaşma olmadığını varsaymak için bir gerekçe de yok... Bütün bunlar birarada gözönünde tutulduğunda, bilgi donanımındaki farklılıklar gözardı edilebilse bile, tek tek her insanın, her konuda, diğer insanlardan yine de çok farklı tercihler yapabileceği; hatta tercihlere ilişkin olasılıkların sonsuz sayıda olabileceği açıkca anlaşılıyor.
Buna rağmen, toplu olarak değerlendirildiklerinde, tıpkı fizyolojik özelliklerde olduğu gibi insanların içgüdü, duygu, düşünce ve sezgilerinin bir izdüşümü olan tutum ve davranışları arasındaki farkların da genelde pek o kadar büyük olmadığı görülüyor; her iki uç noktada birkaç aşırı örneğin varlığına rağmen, insanların yetenekleri gibi yetersizliklerinin de, günahları gibi sevaplarının da aslında sınırlı olduğu -18-... Daha doğrusu, belli iki zıt nokta, iki kutup arasında bir yığınlaşma biçiminde tarif edilebilir bir durumun sözkonusu olduğu (öyle ki bu iki kutbun da ötesine taşan birkaç aşırı örnek, bu yığınlaşma yanında ihmal edilebilir hale geliyor)... Ve gözlemlenebilir olan bu olgu, bir varsayım daha yapılabilmesine olanak sağlıyor: Olasılık kurallarının işlemeye başladığı büyüklükteki topluluklar ele alındığında, psikoloji ve sosyopsikoloji açısından da insanlar, birbirlerinden çok farklı ve değişken özellikler sergilemekle birlikte yine de büyük çoğunlukla, tıpkı fizyolojik özelliklerde gözlemlenen sınırlar gibi belli sınırlar içinde kalıyorlar ve bu özellikler bağlamında da iki kutuplu bir takım aralıklar var...
Çünkü varoluşçularla postmodernistlere inat, yaşamı yalnızca insanoğlunun fizyolojisi ile rasgele tutum ve davranışları belirlemiyor. Çünkü yaşamı belirleyen bir takım evrensel yasalar da var... Kozmosun karşısında kaos... Yasalar ve olasılıklar ile belirsizlikler ve tekillikler... Ve bir süredir de, bütün bu olguların belirlediği kaderin karşısında, kadere karşı çıkma potansiyeline sahip olan bir insan iradesi gelişip duruyor. Bu yüzdendir ki Oblomov gibi aşırı eylemsiz bir insan bile, fizyolojisinin zorlamalarını görmezden gelmeyi başarsa dahi, belli bazı hareketleri içgüdüsel olarak yapmak zorunda kalıyor; eğer bunları da yapmazsa öleceğini varsaydığı için yapmak zorunda kalıyor. Bazı hareketleri duygusallığından ötürü... Bunları yapmazsa, mesela acı çekeceğini zannettiği için... Bazı hareketleri de, kendisini edindiği bilgiler ya da sezgileri doğrultusunda davranmaya mecbur hissettiği için... Bunları yapmazsa kendi kendisini hor görmekten kaçınamayacağı için yapmak zorunda kalıyor.
Öte yandan Oblomov’un yakın dostu Ştoltz gibi aşırı eylemli bir insan bile, girişimciliği hep aynı tempoda sürdüremeyeceğinden, zaman zaman çalışmalarına ara vermek zorunda kalıyor; bu arayı vermezse öleceğini varsaydığı için... Bedeni, içgüdüleri, duyguları, bilgileri ve sezgileri kendisini bu konuda uyardığı için ara vermek zorunda kalıyor.
Sanki şu oluyor: Sanki, kozmos ile kaos arasındaki gerilim, insanoğlunu, evrendeki diğer yapılar ya da sistemler gibi değişken hale getirirken, kader ile kadere karşı çıkabilecek irade arasındaki gerilim de, insanoğluna, bu değişime, daha doğrusu evrime hükmetme yolunda potansiyel bir olanak yaratıyor. Bu şimdilik yalnızca potansiyel bir olanak da olsa, gelecekte bile hep potansiyel olarak kalma olasılığı da bulunsa, hatta bu olanak bir an gelip tersine de kullanılsa; yani insanlığın ortak iradesi, günün birinde, ileri götürmek yerine evrimi durdurmayı, daha da beteri, tersine döndürmeyi de becerse; yaratıyor.
Şunu, hemen hemen herkes kabullenmiyor mu: Tek tek her insan, belirleyemediği bir zamana ve uzama doğmakta ama, iradesini kullanmayı seçtiği taktirde, yaşamak ve ölmek için önünde bulunan çeşitli olasılıklar arasından seçim yapma ve sonunda ölecek olduğu halde yaşadığı süreyi kendi bildiğince değerlendirme ve hatta seçtiği yerde ve zamanda ölme olanağına sahip olmakta... Ama, eğer iradesini kullanmayı seçtiği taktirde... Yok eğer bir insan, iradesini kullanmak yerine kolayı seçer de kadere teslim olursa ki, M.Scott Peck’in de Az Seçilen Yol -19- adlı kitabında ileri sürdüğü gibi, evrende geçerli fizik kuralları, bütün diğer şeyler gibi insan için de minimum enerji sarfıyla maksimum düzensizlik doğrultusunda işlerken irade kullanmak ciddi bir enerji sarfiyatını gerektiriyor, o taktirde, kendi yaşantısına egemen olamadığı gibi, evrim kuralları çerçevesinde kendisi için ortaya çıkmış sınırlar içinde kadere karşı çıkma potansiyeli taşıyan ortak iradenin gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadan yaşayıp ölmesi de mümkün...
Tıpkı Oblomov gibi... Ve tıpkı Zahar gibi... Oblomov ile Zahar, insanlığa özgü bir tercih ikiliğinin; ‘statükoculuk’ ve ‘girişimcilik’ olarak tanımlabilecek bir hakim değer ikiliğinin bir ucunda yeralıyorlar. Zahar’ın durumu hepten umutsuz... Ama Zahar’dan birçok üstün yanı bulunan Oblomov da, iradesini kullanarak hayatını biçimlendirmeye, yönlendirmeye ve renklendirmeye çalışmak yerine kolayı seçiyor; eğilimine teslim olarak kendisini kaderin eline bırakıyor. Bununla birlikte Gonçarov, Oblomov’un irade kullanma potansiyelini bütün kitap boyunca işliyor. Hatta bu potansiyelin, aslına bakılırsa durumu Oblomov’dan beter olan Zahar’da ya da Zahar gibilerde bile bulunduğunu da yer yer ima ediyor. İşin ilginç yanı şu: Zahar belki değil, ama Oblomov da kendi potansiyelinin farkında... Farkında ki “hayatının en aydın, en bilinçli anlarından biri”nde şöyle düşünüyor:

“İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok yetenekler olduğunu acı acı seziyordu. İçi yanarak anlıyordu ki onda gömülü kalmış iyi ve güzel birşeyler vardı; belki çoktan ölmüş, ya da bir dağın derinliklerindeki altın gibi saklı kalmış olan bu hazine çoktan meydana çıkmış olmalıydı. Ama öyle derinlerde kalmış, üzerine öyle pislikler yığılmıştı ki... Sanki dünyanın ve hayatın ona verdiği nimetleri biri çalmış ve kendi ruhunun derinliklerinde bir yere gömüp bırakmıştı. Sanki bir güç onu hayat meydanına atılmaktan, iradesini ve zekasını alabildiğine açılıp harcanmaktan alıkoyuyordu -20-.”

Özünde bu potansiyel, Gonçarov’un romanda kurgulamayı başardığı insanlık durumu... Romanı, zamandan ve uzamdan bağımsız, yerküresel bir eser haline getiren tam da bu: Oblomov’da sezilen potansiyel... Yani Oblomov’un içindeki Ştoltz... Çünkü, Oblomovluk da, Ştoltzluk da her insanın içinde var.. Zaten Türkçe çevirmenler tarafından dile getirilen iddiaya rağmen, Lenin gibi Gonçarov da, statükoculuğu ve girişimciliği, belli bir sınıfla ilişkilendirmiş değil!.. Zira, mesela, Oblomov’un romanda sözü pek az edilse de bir komşusu var ki, aynı sınıftan olduğu halde kendi çiftliğini güzelce çekip çeviriyor. Hatta bununla da yetinmeyip ricasını kırmayarak bir süre Oblomov’un işlerine bile bakıyor -21-. Ve mesela, çalışkan Anisya da, sonradan kocası olan tembel Zahar’a hiç benzemiyor-22-.
Dahası, Oblomov’un oblomovluğu, Lenin tarafından yalnızca Ruslar’a, hem de her sınıftan Ruslar’a; Türkçe baskının çevirmenleri tarafından ise Doğu toplumlarına özgü bir haslet olarak tanımlanmış olmakla birlikte, aslına bakılırsa bütün insanlık açısından bir gerçeklik... Yalnız o değil; Ştoltz’un girişimciliği de yine bütün insanlık açısından bir gerçeklik... Oblomovlar yalnızca Rusya’da ya da Türkiye’de değil; Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da, dünyanın her tarafında var... Ve Ştoltzlar da öyle... Sözgelimi, Henry James’in kendisini yoktan varetmiş, sonra da kültür edinmek amacıyla kapağı Avrupa’ya atmış olan Amerikalı’sı, Christopher Newman da bir Ştoltz; romanda adı geçen Avrupalı asiller ise kimisi iyi niyetli, kimisi ise hepten kötü niyetli birer Oblomov... Ama bu kadar da değil: Romandaki diğer Amerikalı, 6 yıldır Paris’te rantiye hayatı sürdüren B. Tristam da bir tür Oblomov aslında -23-.
Oblomov ile Ştoltz dünyanın her yerinde, her insanın beyninde var da, toplumsal örgütlenmeler ya da yönetim sistemleri, dünyanın bazı yerlerinde ve bazı zamanlarda Ştoltzlar’a, bazı yerlerinde ve bazı zamanlarda ise Oblomovlar’a daha çok şans tanımakta... Böylece kimi toplumlar ilerlerken kimisi yerinde saymakta... Ama bu durum da değişken... Yani belli bir tarih diliminde başka bazı toplumlara oranla daha hızlı ilerleyen toplumlar, tarihin sonuna kadar hep aynı hızla ilerlemiyorlar. Tabii bunun tersi de doğru...
Ve muhtemeldir ki, dünyanın her tarafındaki tek tek insanların iki uçlu, iki kutuplu bu potansiyel, bu aralık çerçevesinde kullandıkları tercihler de yine bir çan eğrisi oluşturuyor. Ama bu tercihler, insanın statükoculuk ile girişimcilik açısından sabit yerini değil de, eğilimini belirliyor. Sabit yerini değil, çünkü, daha önce yaptığı tercihler ne olursa olsun, yaşadığı sürece her insanın, tercihlerini değiştirme şansı, olanağı hep varoluyor (nitekim romanda da dramatik gerilimi, Oblomov’un bu şansı kullanmanın eşiğine kadar gelip gelip de bir türlü kullanamaması sağlıyor).
İnsan iradesi, tıbbın yardımıyla kilo, boy, göz rengi gibi özelliklere dahi müdahale edebilecek doğrultuda bir gelişme göstermekte olsa bile, fizyolojik özelliklerle psikolojik ve sosyopsikolojik özellikler arasında bu anlamda ciddi bir fark var: Tek bir insan özelinde ve dar zaman aralıklarında fizyolojik özelliklerde bir sabitlenmeden sözetmek mümkün... Halbuki psikolojik özellikler hiçbir biçimde sabitlenemiyor. İnsan, belli tutum ve davranışları benimsemiş görünse dahi, aksi yönde kararlar da alabilen oyunbaz bir irade sahibi olduğu için sabitlenemiyor. İnsanın karar aldığı an ile bu kararı yürürlüğe soktuğu an arasında bir zaman geçtiği ve bu zaman içinde karar değişebildiği, hatta kararlılık yerini kararsızlığa bırakabildiği için sabitlenemiyor. Dolayısıyla psikolojik konularda yalnızca tercihlerden ve bu tercihlerle belirlenen eğilimlerden sözedilebiliyor.
Oblomov-Ştoltz aralığında da bir çan eğrisinin varolduğunu varsaymanın gerekçesi, tek bir insanın bütün hayatı boyunca tek bir değer ikiliği konusunda yaptığı anlık bütün tercihlerin sayısının da olasılık kurallarını devreye sokacak kadar büyük olması... İşte bu olası çan eğrisi sayesindedir ki, ne zaman, neyi, nasıl yapacağı bilinemediğinden herhangi bir psikolojik ya da sosyopsikolojik ikilikle ilgili olarak herhangi bir konumda sabitlenemeyen ya da sabitlenmemesi gereken bir insanın o ikilikle ilgili eğilimini saptamak mümkün... Ve eğilim demek, o insan, o ikilikle ilgili olarak her kararında aynı biçimde davranacak demek değil... Eğilim demek, o insan, bir karar alması gerektiğinde büyük olasılıkla belli bir doğrultuda davranacak demek... Ve eğilim demek, bir karar alması gerektiğinde bir insanın kendi eğiliminin aksi yönünde davranabileceğini de hesaba katmak; dahası, bunun olasılık oranını da üç aşağı beş yukarı bilmek demek...
Yaşayıp da ölmüş olanlar ve halen yaşamakta olanlar hesaba katıldığında on milyarı aşan büyük bir sayı ortaya çıktığından, tek tek insanların tek bir ikiliğe ilişkin eğilimlerinden yola çıkarak bütün insanlık için aynı konuda bir başka eğri oluşturmak da mümkün... Ve olasılık kuralları uyarınca, bu eğrinin de yine bir çan eğrisi olması gerekiyor: Oblomovluk eğilimi fazlasıyla ağır basanlar bir uçta, ortaya doğru aşamalı bir yığılma, ortadan öbür uca doğru aşamalı bir azalma ve Ştolzluk eğilimi fazlasıyla ağır basanlar diğer uçta... Üstelik hiç kuşku yok ki, bu çan eğrisi de, bütün diğerleri gibi pek de muntazam olmayan, ağırlık merkezi bir tarafa doğru sarkmış bir eğri... Ve bir kere daha muhtemeldir ki, Oblomov neyi temsil ediyor olursa olsun ve karamsar Batılı entellektüeller ne düşünürlerse düşünsünler, bütün insanlığı kapsayan çan eğrisinde ağırlık, ilk günlerden bu yana, girişimcilikten yana...
Eğer öyle olmasaydı; eğer, başlangıçtan bugüne bir bütün olarak insanlarda statükoculuk eğilimi ağır basmış olsaydı, insanlık henüz mağaralardan çıkmamış olurdu. Eğer öyle olmasaydı; eğer girişimciler statükocuların eylemsizliğini aşamamış olsalardı, insanlar hala, maymunlardan biraz daha yetenekli hayvanlar olarak avcılık ve toplayıcılıkla geçiniyor olurlardı. Ve eğer öyle olmasaydı; eğer eylem eylemsizliğe, merak ilgisizliğe üstün gelmemiş olsaydı, ne doğa filozofları mitolojiye, ne aydınlanmacılar ya da modernistler dinlere başkaldırmış olurlardı. O zaman da, karşıt kutuplar arasında oluşan ve ani bir değişimle çözülerek gelişimi sağlayan gerilimlerle tarihi ilerleten dünyasal ruhtan ya da dünyasal akıldan sözeden bir Hegel gibi, toplumsal ilişkileri altyapının, yani toplumdaki üretim koşullarının, üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin belirlediğini ileri süren bir Marx da varolamazdı. Hele varoluşçularla postmodernistlere sıra hiç gelmezdi -24-.
Bu çan eğrisinde ağırlığın, bütün insanlık bazında girişimden yana olmuş olması, hiç kuşku yok ki, daha küçük topluluklarda, toplumlarda da, bütün zaman dilimlerinde daima girişim eğiliminin statükonun muhafaza edilmesi eğilimine ağır basmış olduğu anlamına gelmiyor. Ve tespit daha: Bir topluluğa ya da topluma ilişkin çan eğrisindeki aşırı şekil bozukluğu, büyük ihtimalle, o toplulukta ya da toplumda bir yönetim kusuru bulunduğu, işlerin evrimin doğal akışına uygun yapılmadığı anlamına geliyor.
Bu noktada sorulması gereken soru, herhalde şu: Lenin’in dediğini yapmak gerekli mi?.. Yani dünyanın oblomovlarını yıkayarak, temizleyerek, pataklayarak, döverek adam etmek; hepsini birer Ştoltz’a dönüştürmek gerçekten gerekli mi?.. Şurası kesin: İnsanoğlu, evrendeki canlı/cansız diğer hareketli unsurlar gibi kolay olanı seçme, kolay eşikten atlama eğiliminde... Statükoya karşı savaşan girişim ise, dünyanın pek çok yerinde, çoğu zaman, taa Roma imparatoru Hadrianus’tan bu yana bürokrasi tarafından konulan ve beslenen zorlu engellerle karşı karşıya -25-... Ama şurası da kesin: Aslına bakılırsa Ştoltz da tıpkı Oblomov gibi eğilimleri doğrultusunda hareket ediyor. Daha açık bir deyişle Oblomov için, onun gibiler için kolay olan eylemsizlikse, Ştoltz ya da Ştoltz gibiler için kolay olan da herhalde eylemlilik... Dolayısıyla ille pataklamak sözkonusuysa, yalnızca Oblomov’un değil, Ştolz’un da pataklanması gerekebilir. Ki Ştoltz da kendini aşabilsin!..
Ştoltz’un, son tahlilde Oblomovgiller’i bile etkisi altına alan değişiklikleri önererek ve önerilerinin kabul edilmesi için savaşarak ve kabul edilenlerin hayata geçirilmesi için uğraşarak topluma katkıda bulunduğu kesin... Oblomov ise hiç değilse Türkçe baskının çevirmenleri ve Lenin tarafından toplumun cürufu gibi değerlendiriliyor. Halbuki evrenin yapısı gereği, Oblomov’un varlığı Ştoltz’un varlığı için, Ştoltz’un varlığı da Oblomov’un varlığı için bir gereklilik, bir olmazsa olmaz şartı oluşturuyor. Ştoltz-Oblomov karşıtlığı, tıpkı güzellik-çirkinlik karşıtlığı, iyilik-kötülük karşıtlığı gibisinden bir karşıtlık... Biri olunca öbürü de oluyor; biri olmazsa diğeri de olmuyor. Kaldı ki Oblomov gibiler, Ştoltz gibiler tarafından önerilen değişikliklerin toplumda tartışılmasını ve kabul gören değişikliklerin topluma ağır ağır, büyük çalkantılara yolaçılmadan yedirilmesini, değişikliklerin zamana yayılmasını, konsolide edilmesini de sağlıyorlar. Ve Oblomov gibiler, tepelerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanarak Ştoltz gibileri daha da ileri gitmeye zorluyorlar (Acaba Ştoltz gibiler de en azından kısa vadede Oblomov gibileri hepten statükoya teslim olmaya mı itiyorlar?).
Bu türden aralıklar olmasaydı ne olurdu? Mesela girişimcilikle statükoculuğu ortaya yakın bir noktada dengeleyen bir aralık olmasaydı?... Bütünüyle Oblomovlar’dan oluşan bir dünya sözkonusu olsaydı, ne olurdu? Aslında bunu tahmin etmek çok da zor değil... Zor olan tersi: Ya bütünüyle Ştoltzlar’dan oluşan bir dünya sözkonusu olsaydı?... Ya Lenin’e uyulsaydı da bütün Oblomovlar pataklana pataklana hemencecik birer Ştoltz haline getirilebilselerdi?..
Toplumsal ve düşünsel evrimin bu erken sayılabilecek aşamasında, tek tek bütün o Ştoltzlar tarafından düşünülen ve önerilen her değişiklik yaşama geçirebilir miydi? Ştoltzlar’a özgü o acelecilik içinde, önerilen değişikliklerin toplumun tamamı ya da tamamına yakın bir bölümü tarafından soğurulması, hazmedilmesi için zaman kalır mıydı? Her değişikliğin karşısına bir başka Ştolzt tarafından önerilen bir başka değişiklik dikilmez miydi? Karşı kutupta ortamı sakinleştirecek, zamanı genişletecek Oblomovlar olmadığında, bu Ştoltzlar ve bu değişiklikler, toplumda büyük küçük bir sürü, hem de şiddetli gerilimler ve giderek çatışmalar yaşanmasına yol açmaz mıydı? Bu aşırı şiddetli gerilimler ve çatışmalar, bir noktada, insanlığın birbirinden kopması sonucunu doğurmaz mıydı? Böyle bir ortamda toplumsal sağduyudan sözedilebilir miydi? Zaten böyle bir ortamda toplumsallıktan sözedilebilir miydi? Ya da, Oblomovlar’ın varolmadığı bir dünyada, birbirleriyle savaşmaktan yorgun düşen Ştoltzlar da eninde sonunda oblomovlaşmazlar mıydı?
Belki de en doğrusu abesle iştigal etmemek... Çünkü Oblomov-Ştoltz aralığı, çok muhtemeldir ki, böyle bir aralığın varlığı evrim için gerekli olduğu sürece ya da ortak insan iradesi, böyle aralığı varlığını gereksiz kılacak, yani potansiyel olarak evrime hükmedebilecek bir olgunluğa erişene kadar varolmayı sürdürecek. İşin ilginç yanı şu: En azından şimdilik, insan iradesine kendi tercihlerini yapma ve kendi tercihlerini yapa yapa günün birinde kadere karşı çıkacak bir yoğunluğa ve yetkinliğe ulaşma şansını veren de, bir anlamda kader bağlamında ortaya çıkmış olan bu ve benzeri aralıklar...
İnsanoğlunun hem fizyolojik hem psikolojik özellikleriyle ilgili olarak dökümü yapılabilecek pekçok aralık var... Hiç kuşku yok ki bir insanı yalnızca belli bir andaki kilo değeriyle tanımlamak mümkün değil... Bunun gibi, diğer bütün aralıkları görmezden gelip yalnızca statükoculuk-girişimcilik aralığı çerçevesindeki eğilimiyle tanımlamak da mümkün değil... Mesela, nevroz ile kişilik bozukluğu olarak tanımlanabilecek iki kutup (başına gelen herşeyden kendini sorumlu tutma ya da başkalarını sorumlu tutma bağlamında) arasındaki eğilimlerle ortaya çıkan aralık... Mesela, iyimserlik ve karamsarlık aralığı... Mesela, yiğitlik ile korkaklık aralığı... Saldırganlık ile edilgenlik aralığı... Cimrilik-savurganlık... Alçakgönüllülük-kendini beğenmişlik... Doğruculuk-yalancılık... Toplumsallık ile bireysellik... Üretkenlik ile tüketgenlik... Suç işleme ile yasalara uyma eğilimi, vb... Oblomov’u Zahar’dan, Ştoltz’u Olga’dan, Agafya Matveyevna’yı sevimsiz, çıkarcı ağabeyinden ayıran bütün o aralıklar...
Kuşkusuz insanoğlunun, buna benzer aralıklarla ilgili eğilimlerinin belirlenmesinde yalnızca fizyolojisi ve fizyolojisinin bir uzantısı olarak da değerlendirilebilecek olan psikolojisi rol oynamıyor. Sözkonusu eğilimlerin belirlenmesinde bir unsur da sosyolojik özellikler, daha açık bir deyişle, insanın toplum içindeki konumu yüzünden edindiği özellikler... Ancak, gerek evren gerekse tek bir insan bağlamında bu kadar karmaşık bir yapı sözkonusuyken, tek bir fizyolojik özellik ya da tek bir tutum ve davranış nasıl tanımlayamıyorsa, ne kadar önemli olursa olsun tek bir toplumsal özelliğin de, herhangi bir insanı bütünüyle tanımlaması mümkün gözükmüyor.
Ve bir varsayım daha: Aralıklar bağlamında kullanılan tercihler de, hem tek bir insan bazında hem topluluklar, toplumlar ve giderek insanlık bazında çan eğrileri oluşturuyor ve fizyolojik, psikolojik ya da sosyolojik özelliklerinin tamamı itibariyle tek bir insan da bir bütün, insanlık da ayrı bir bütün olduğundan, sözkonusu çan eğrileri birarada değerlendiğinde; yani, çan eğrilerininin belirlediği düzlemler, düz kenarlar ortaya gelecek biçimde birbirleriyle ilişkilendirdiğinde ortaya mekik benzeri yapı çıkıyor. Sivri uçlarıyla, insanoğlunun, hem tek bir insan özelinde hem insanlığın genelinde iki yöne de gitmesinin olası olduğunu gösteren bir yapı...
Böyle bir mekik var olduğu içindir ki mekiğin sivri uçlarından birinde yer tutmuş olan biri, ötekilerden daha büyük bir hızla ileriye doğru gitmeye kalktığı zaman, insanın ve insanlığın bütünselliğini temsil eden esnek ama kopmaz bağ geriliyor, geriliyor ve bir süre sonra o önde koşanı yavaşlatıyor; hatta durduruyor. Çünkü o bağ yüzünden, mekiğin bütün ağırlığı tek başına önde koşanın, koşanların omuzlarına biniyor. Tabii insan ilişkilerinin belli bir yapı içinde dondurulduğu statükocu toplumlarda, diğer girişimcilerden de fazlaca bir destek alamadıkları için, önde koşanların yükü iyice ağırlaşıyor. Ama yine o önde koşan, o önde koşanlar sayesinde, bütün mekik yine de ileriye doğru bir ya da birkaç küçük adım atmış oluyor. Ve bu hareketlenme esnasında da bir karmaşa oluşuyor. Ardından yeni bir düzen kuruluyor. Her zamanki gibi birbirini izleyip duran, birbirini yaratan kozmos ile kaos!... Evrim!.. Hepsi bu!..
Evrim ne ki: Daha alt düzey olasılıklar tükendiği için daha üst düzey olasılıklara, giderek kusursuzluğa doğru bir yükseliş... Bir gelişme... Ama ne zamana kadar?..
Yakın gelecekte bir terslik olur da bir aralık, mesela Oblomov-Ştoltz aralığı Oblomov, hatta Ştoltz sınırında kapanırsa, insanoğlunun statükoculuk-girişimcilik temelinde tercih yapma şansı kalır mı? İnsanlar sınır nerede kapanmışsa orada; yani ya Oblomov ya da Ştoltz özelinde tektipleşmezler mi?
Bir başka olasılık da gelecekte herhangi bir aralığın sınırlarında bir genişleme ve giderek kopma olması... Mesela Oblomovlar statükonun batağına giderek gömülürlerken Ştoltzlar’ın başlarını alıp gitmeleri... Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi durumunda da her grubun kendi küresi, kendi alanı içinde tektipleşmesi sözkonusu olmaz mı?
Son iki olasılık ise, herhangi bir aralığın genişliğini muhafaza ederek olduğu gibi geriye, mesela Ştoltz’u Oblomov’un konumuna getirecek biçimde Oblomov’un da gerisine ya da ileriye, Oblomov’u Ştoltz’un konumuna getirecek biçimde Ştoltz’un da ilerisine taşınması... Çünkü yığınlaşma iki kutup arasında olsa bile, her iki kutbun ötesinde de gerçekleşen örnekler var... Ve bir aralıkta marjinaller, ortada biriken yığınlar için gidilebilecek iki yönü, aralığın iki kutbunu işaret ediyorlarken, bu marjinal ötesi örnekler de, eğilimleri iki kutbu belirleyen marjinaller için yeni hedefler oluşturuyorlar. Yani bu evrende herşey olası... Gerçi olasılıklardan birinin hayata geçmesi için yalnızca birkaç kişinin o olasılık doğrultusunda davranması yetmiyor: İnsanlığın hiç değilse yarısının, hatta yarıdan biraz fazlasının sözkonusu olasılığı gerçekleştirecek tutum ve davranışları şu ya da bu ölçüde benimsemesi gerekiyor ama, varolmayı başaran herhangi bir marjinal ötesi örneğin, önce birkaç kişiyi, ardından bir yığın insanı o doğrultuda harekete geçirmesi de olası görünüyor.
Şimdilik gözlemlenen o ki, Oblomov-Ştoltz aralığının geleceğine ilişkin bütün bu olasılıklardan evrim yönünde olanı, bu aralığın Ştoltz’u da aşacak biçimde ileriye taşınması... İnsanlığın ortak iradesi ya da herhangi bir başka dış güç olaya zamansız bir müdahalede bulunmadığı ve evrim sürdüğü sürece, ağır ağır olacak olan da herhalde bu... Ama bir kere daha sormak gerekiyor: Nereye kadar?.. Nereye kadar?.. İnsanın sınırları var... Mesela Ştoltz gibi bir insan, aklına takarsa yüz metreyi 8 saniyenin altında da koşabilir. Belki 6 saniyenin altında da... 5 saniyenin, 4, 3, belki 2... Ama herhalde 1 saniyenin altında koşamaz. Ne yapsa koşamaz. Ve hemen yarın değil ama ilerki bir tarihte, ağır ağır gelişen bir sürecin sonunda, tek tek bütün insanlar, yüz metreyi 1 saniyede koşmayı başarırlarsa ne olacak? Yani mekiğin ileriyi gösteren sivri ucu, günün birinde bir bitiş çizgisine varır da, oradan sonra artık gidecek bir yer kalmazsa?.. Ve mekiğin tamamı günün birinde gelip o bitiş çizgisine yığılırsa?..
Her başlangıcın bir de sonu olduğuna göre, böyle birşeyin bir gün mutlaka olacağını düşünmek yanlış değil... Bu olacak: Tıpkı tek bir insan gibi, tıpkı evren gibi insanlık da muhtemelen bir gün olgunlaşacak. Kendi koşulları çerçevesinde kusursuza yakın bir aşamaya ulaşacak.
İşte o zaman herhalde bütün aralıklar kapanacak. Ama o zamana kadar belki insanlığın ortak iradesi de artık kadere nasıl karşı çıkacağını ya da çıkıp çıkmayacağını belirlemiş olacak. Tabii eğer çeşitli büyüme süreçlerinden başarıyla geçerek yaşamayı ve olgunlaşmayı başarabilirse... Eğer bir kaza geçirmezse... Eğer intihar etmezse... Yani eğer herhangi bir dışsal ya da içsel nedenle zamanından önce yokolup gitmezse... Tıpkı tek bir insan gibi... Ve tıpkı evren gibi...
Benzetme doğruysa, yani evren ve insan dahil evren kapsamındaki bütün yapılar kendi ölümlerinin ya da yokoluşlarının da nüvesini içlerinde taşıyarak doğuyor ya da ortaya çıkıyorlarsa, bu başlangıçtan itibaren ölmeleri ya da yokolmaları her an olasıysa, ama bu olasılığa rağmen yaşamayı başardıkları taktirde belli süreçlerden geçiyor, gelişip olgulaşıyor, sonra yaşlanıyor ya da eskiyor ve sonunda yine de ölüyor ya da yokoluyorlarsa, bu, insanlık için de böyle olmalı değil mi?
Oblomov-Ştoltz aralığı ve benzerleri, böyle bir süreçte, tek tek bütün insanlara, kendileri için karar alma, irade kullanma, kendini aşma ya da belki daha doğrusu oyunlar oynama şansı veriyorlar. Yalnızca eğilimlerine uymakla yetinen, kadere teslim olan; daha açık bir deyişle, dinlenmekten başka birşey yapmayan Oblomovlar ile Zaharlar da işte bu yüzden, böyle oyunlar oynamayı beceremediklerinden mutsuz yaşayıp mutsuz ölüyorlar. Ezelden ebede sürer gibi görünen yorgunluklarının gerekçesi, işte bu... Ama Olga’da daha çok, Ştoltz’da daha az belirgin olan huzursuzluğun gerekçesi de, muhtemelen yine bu... İnsanın mutlu olabilmesi için tek bir yol var: İradesini sınaması... Eğilimi ne olursa olsun kendini aşmaya çalışması... Yalnız Oblomovlar’ın değil, Ştoltzlar’ın da... Ve tek tek insanların elindeki bu şans, yani bu aralıklar, hem bütün insanları birarada tutuyor hem de insanlığın ortak geleceğini belirsiz hale getiriyorlar. Tek tek insanlar için yaşamayı zevkli kılansa bu belirsizlik... Öyle ya, geleceği net olarak görebilseydi, hangi insan herhangi birşey için parmağını kımıldatırdı?

NOTLAR VE KAYNAKÇA

1. Romanda, oblomovluk deyimini, ilkin Ştoltz kullanıyor (Oblomov, s. 189). Ama deyimi asıl ünlü kılan ve Rus edebiyatında yaygınlaşmasını sağlayan, Nikolay Aleksandroviç Dobrolyubov... Dobrolyubov’un en tanınmış eseri, “Çtotakoye Oblomovşçina/Oblomovluk Nedir” başlıklı ve 1859-60 tarihli denemesi...
2. Oblomov, yaz. İvan Gonçarov, çev. Sabahattin Eyuboğlu ve Erol Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul (1.basım 1945, 2. basım 1967, 3. basım 1982).
3. Oblomov, s.5.
4. Oblomov, s.6-7
5. Oblomov, s.8
6. Bu, yalnızca bir varsayım elbette... Varsayımın ayrıntıları için bkz.: “Evrende Geleceğe İlişkin Belirsizliğin İnsanoğlu İçin Yarattığı Olasılıklar ya da Kader İle Kadere Karşı Çıkan İrade”, Yaz. Bahar Öcal Düzgören, Cogito, 11.sayı (Zaman).
7. Evrenin bütünselliği yalnızca astrofizikçilerin ilgilendiği, filozoflarınsa hiç umursamadığı bir konu haline geleliberi işler biraz yavaş ilerlese de, varoluşumuzla ilgili herşeyi birden açıklayacak bir birleşik kuram için yapılan bilimsel çalışmalar sürüyor. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler özellikle bkz.: Zamanın Kısa Tarihi, yaz. Stephen W. Hawking, çev. Dr. Sabit Say ve Murat Uraz, Milliyet Yay., İstanbul, ss. 174-182 ve 197-213.
8. Oblomov, s.13,14.
9. Çan eğrisi hakkında ayrıntılı bir tartışma için bkz.: “Evrende Geleceğe İlişkin Belirsizliğin İnsanoğlu İçin Yarattığı Olasılıklar ya da Kader İle Kadere Karşı Çıkan İrade,” Yaz. Bahar Öcal Düzgören, Cogito, 11.sayı (Zaman), Notlar ve Kaynakça, 10 madde.
Ayrıca, sosyal bilimcilerin pek alışık olmadıkları çan eğrisinin yanlış kullanımına ilişkin bir tartışma için bkz.: “Liberal Demokrasiden Despotizm Çıkabilir”, yaz. Erol Göka, 01.12. 1996 tarihli Radikal gazetesi, Forum sayfası.
Erol Göka, makalesinde, Harvardlı psikoloji ve siyaset bilimi öğretmenleri Richard Herrstein ile Charles Murray’ın tarafından yazılmış ve 1995 yılında kamuoyunu ve bilim dünyasını ayağa kaldırmış olan Çan Eğrisi adlı bir kitabı eleştiriyor. Anlaşıldığı kadarıyla sözkonusu kitabın anafikri şu:

“...Suç işleyenlerde ve işsizlerde zeka düzeyleri toplumun genelinden daha düşük olduğu halde, zeka düzeyi düşük olan toplumlarda doğurganlık oranı daha yükselir. Zeka eğitimle ve diğer çevresel faktörlerle değil de, daha ziyade kalıtımla ilgili olduğundan, bu durumda toplum, giderek daha düşük zekalılardan meydana gelecek, dolayısıyla suç işlemenin ve işsizliğin önüne geçmek imkansızlaşacaktır... O halde işsizlere ve zencilere yapılan sosyal yardımlar kısıtlanmalıdır.”

Sözü edilen iki bilim adamı bu kitapta, çeşitli insanların IQ olarak bilinen zeka katsayılarıyla doğurganlık oranlarını karşılaştırmakla yetinerek bir sonuca varmışlar. Bu sonuç elbette tartışmaya açık... Ancak ondan önce burada hemen iki noktayı belirtmek gerekiyor: Birincisi, IQ, yalnızca korteksin sol yarıküresi hakkında fikir veren bir değer... Dolayısıyla insanların bütün beyin işlevleri konusunda fikir vermekte fevkalade yetersiz kalıyor. Nitekim son zamanlarda duygusal zekayı tanımlayan bir EI değerinden de sözedilmeye başladı (Bkz.: “Kötü Yöneticilikte Genler de Rol Oynar,” Derleyen, Sibel Akbay, 23.06.1997 tarihli Radikal gazetesi, İş Yaşamı ve İnsan Kaynakları Eki). Dolayısıyla yüksek IQ’yu, düzeyli insanlar için tek ölçüt kabul etmek mümkün değil... İkincisi, insana özgü sayısız değer ikiliği varken yalnızca iki farklı değer ikiliğine ilişkin iki çan eğrisini birbiriyle karşılaştırıp buradan nihai sonuçlara varmak, bilimsel olarak kabul edilebilir bir durum değil... Yazarlar, hiç değilse doğurganlıkla birlikte erken yaşta ölüm oranlarını ya da ömür sürelerini de hesaba katsalardı, muhtemelen çok başka sonuçlara varacaklardı.
10. Fizik kuramcıları Belirsizlik İlkesi’ni, Büyük Patlama’nın hemen ardından bütün evrene yayıldığı anlaşılan çok küçük taneciklerle ilgilenirken ortaya çıkartıyorlar. Sözkonusu tanecikler o kadar küçük ki, üstlerinde, laboratuvar koşullarında inceleme yapılmaya kalkışıldığında, hareketleri, ister istemez saptırılıyor. Zira sözkonusu tanecikleri izlemek için kullanılan araçlarda (ışık mikroskobu ya da elektron mikroskobu), bu taneciklerden çok çok daha büyük, ‘foton’ gibi ‘elektron’ gibi taneciklerin kullanılması zorunlu... Oysa bu büyüklerden bir teki bile yakınlarına geldiğinde, küçük taneciklerin hareketi değişiyor, sapıyor. Bu durumda fizik kuramcıları, bu çok küçük taneciklerin şimdiki halde yaptıklarını, ancak, olasılıklardan yola çıkarak belirleyebileceklerini ve şimdiki hal için belirlenmiş bu olasılıkların gelecek konusunda da bir belirsizlik yarattığını anlıyorlar. Daha açık bir anlatımla, çok küçük taneciklerin şimdiki halde ne yaptıklarının kesin olarak bilinmesine olanak yok (bugün de yok, gelecekte de yok; bu, fiziğin hiçbir zaman aşamayacağı bir sorun). Bilinen, bilinebilecek olan; toplu haldeyken yapabileceklerine ilişkin bir takım olasılıklar... Bu durum, hiç kuşkusuz, gelecekte yapacaklarına ilişkin de bir belirsizlik yaratıyor. Bu nedenle, küçük taneciklerle ilgili hesapların, bu olgu gözönüne alınarak gerçekleştirilmesi gerekiyor. Sözü edilen olguya, farkına ilk varanlardan biri olan Alman bilim adamının adından hareketle Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi deniyor. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Zamanın Kısa Tarihi, yaz. Stephem W. Hawking, çev. Dr. Sabit Say ve Murat Uraz, Milliyet Yay., İstanbul, ss.79-88.
11. Fizikçiler tekillik deyimini, tek olan, eşşiz olan , kendisini tekrarlamayan oluşumları tarif etmek için kullanıyorlar: Büyük Patlama gibi, Büyük Çatırtı ya da herbirinin farklı özelliklere sahip olduğu, hiçbir kurala uymadıkları varsayılan karadelikler gibi...
12. Bu konuda biraz daha ayrıntılı bilgi için bkz.: “Evrende Geleceğe İlişkin Belirsizliğin İnsanoğlu İçin Yarattığı Olasılıklar ya da Kader İle Kadere Karşı Çıkan İrade,” Yaz. Bahar Öcal Düzgören, Cogito, 11.sayı (Zaman), Notlar ve Kaynakça, 3. madde.
13. The Global Village, Marshall McLuhan ve Bruce R. Powers, Oxford University Press, New York, 1989, s. 51,52. Bu kitabı Yerküresel Köy adıyla çevirdim. Çeviri, 1996 yılının Mayıs ayında bitti. Kitap, Yapı Kredi Yayınları İletişim dizisinden çıkacak. Türkçe baskı henüz gerçekleşmediği için alıntılar İngilizce aslından yapılmıştır.
14. Beynin katmanları ve bölümleriyle beyinsel işlevler arasında böyle bir ilişki olduğu ve dağılımın aynen böyle olduğu konusunda herhangi bir bilimsel kanıt göstermem mümkün değil... Bu, benim daha çok sezgilerimden yararlanarak vardığım bir sonuç... Şöyle düşünüyorum: Beyin katmanları, herhalde çocuk büyüdükçe yavaş yavaş devreye girmekte... Ve bu işin, en ilkel beyinden en gelişmiş beyne; beyin kökünün hemen üstündeki R kompleksten memeli beynine ve kortekse doğru olması çok mantıklı... Böyle olunca id/altbenlik, ego/benlik ve süperego/üstbenlik ile beyinler ve işlevler arasındaki ilişki kendiliğinden ortaya çıkıyor.
15. Müritleri arasında Tom Cruise, Chick Korea, John Travolta gibi Hollywood ünlülerinin de bulunduğu, dahası, geçtiğimiz aylarda, Refah Partisi’nin Almanya bağlantısıyla da bir tür ilişki içinde olduğu iddia edilen Scientology tarikatının kurucusu olan L.Ron Hubbard, tuhaf biri... 14 yaşındayken Tibet’de Lama adı verilen budist rahipler tarafından eğitilmiş. Daha sonra Washington’da matematik ve nükleer fizik okumuş. Tarikatın incili sayılan Dianetics: İnsan Aklının Sınırları adlı kitabı 1950 yılında yazmış. Kitap bilinç ile bilinçaltı ayrımı yerine bilgisayara benzer bir yapısı olan analitik zihin ile ilkel bir beyin katmanı olan tepkisel zihin ayırımını getiriyor ve bu iki beyin arasındaki ilişkiyi teknik bir dille çözümlüyor. Hubbard’ın iddiası, analitik beynin, travma anlarında acıdan korunmak amacıyla kendisini kapattığı ve tam o anda devreye tepkisel zihnin girdiği; ancak tepkisel zihnin de o belli anda olan birçok şeyi aynı değeri vererek hep birden kaydettiği ve sözkonusu anlamsız kayıtların birbiri üstüne yığılarak ilerde analitik zihinde bir tür kısa devreye yolaçtığı... Hubbard, psikolojik sorunların, tepkisel beyindeki bu birikimler yüzünden ortaya çıktığını ve insanın, bu birikimleri, uzman dahi olmayan, tekniği kavramış ve iyi niyetli birinin yardımıyla kendi kendine temizleyebileceğini de ileri sürüyor. Son defa 1980 yılında uzaylılara dair şaşırtıcı iddialarla ortaya çıkan ve ondan sonra öldüğü 1987 yılına kadar kendisinden hiç haber alınamamış olan Hubbard’ın bir diğer iddiası da, bu tür temizliklerden sonra insanın hem psikosomatik hastalıklarından kurtulabileceği hem de zekaca gelişebileceği...
Dianetics: İnsan Aklının Sınırları, yaz. L. Ron Hubbard, çev. Gönül Suveren, Altın Kitaplar, 1989, İstanbul.
16. Aldous Huxley, 1962 yılında yayınlanmış olan Ada adlı son romanının hemen girişinde, ütopik Pala ülkesinin sakinlerinden biri olan Mary Sarojini adlı küçücük kızın, koskocaman bir adam olan Will’e, yüze yüze ulaştığı bu adanın dik yamaçlarına tırmanmaya çalışırken karşısına çıkan yılanlar yüzünden kapıldığı dehşetten kurtulmasını sağlamak amacıyla kolayca uygulayıverdiği anlık psikoanalizi canlandırıyor. Bu sahnenin ayrıntıları, Huxley’in, L. Ron Hubbard’dan etkilenmiş olduğunu kanıtlar gibi...
Ada, yaz. Aldous Huxley, çev. Seniha Akar, Yol Yay. 1983, İstanbul.
17. Başlangıçta ‘bilgi aşığı’ olarak nitelendirilen ilk filozoflar, hakkında hiçbir bilimsel veriye sahip olmadıkları için, dünyanın, insanoğlu tarafından o güne kadar ulaşılabilen bölümü ve gözle görülür gökyüzü ile sınırlı kabul etmek zorunda kaldıkları evrene bir bütün olarak bakarlarken; bilgi birikimi artıp da evrenin akıllara sığmaz büyüklüğü ve toplanması sözkonusu olan veri miktarının yoğunluğu anlaşıldıkça, birilerinin, bütünlüğü bir kenara bırakıp fizik, kimya, biyoloji gibi alanlarda iyice derinleşmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Aydınlanma çağını izleyen yıllarda, bilim adamları, bilimi, son zamanlara doğru gitgide daralan alanlara bölmeye başlıyorlar. Bu alanlarda birikim yine başa çıkılmaz hale gelince, her disiplin kendi içinde alt disiplinlere, alt disiplinler daha alt disiplinlere ve ilah bölünüp duruyor. Ve günümüzde 2 bin 5 yüz farklı disiplinden sözediliyor. Bu disiplinler, yanyana yanyana açılan kuyular misali birbirleriyle neredeyse hiçbir iletişim kurmaksızın derinleşip duruyorlar. Hem öylesine derinleşiyorlar ki, bazen, sıradan insanların varlığını haydi haydi unuttukları gibi diğer bütün disiplinleri de unutmuş görünüyorlar. Ve filozofların da bütünsellik konusunda havlu atmış olduğu bu postmodern aşamada, sıradan insanlar, yeni bilgilere ulaşmakta zorlanıyorlar. İş, bilgiyi verenin yeteneğine, birikimine ve daha da önemlisi insafına kalıyor. Yani günümüzde insanlık, eline geçirdiği herşeyi parçalayan küçük çocuklara benziyor. Bu sayede, bütünün kendi dağıttığı parçaları hakkında daha derinlemesine bilgi edinmesi mümkün oluyor ama, zihin ve el becerileri henüz yeterli olmadığı için parçaladığını yeniden bütünlemesi tam anlamıyla mümkün olamıyor. Bu nedenledir ki günümüzde bütün insanların benzer bilgilerle donanması çok zor...
18. Tabii semavi dinlerin kuramcıları pek böyle düşünmüyorlar. Sevapların değilse bile günahların sayısı, musevilikten hıristiyanlığa, hıristiyanlıktan da müslümanlığa uzanan bir dizge bağlamında durmadan artıyor. Tevrat yalnızca ilk günahtan sözederken, hıristiyanlar günahları ölümcül ve bağışlanabilir olmak üzere ikiye ayırıyor ve 7 ölümcül günahı şöyle sıralıyorlar: Kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke ve tembellik. İslam bilginleri ise, günahları büyük ve küçük olarak ayırmayı yeğliyorlar ve büyük günahların sayısı kimisi tarafından dört, kimisi tarafından dokuz, kimisi tarafından yetmiş olarak veriliyor. Ama bu tartışmaya noktayı, günahlara bir tanım getirmenin ve bir sayıyla sınırlandırmanın olanaksız olduğu söyleyen İmam Gazali koyuyor. Öte yandan, her nedense sevaplar konusunda bu kadar ayrıntıya kimse girmiyor.
19. Az Seçilen Yol, Dr. M. Scott Peck, Akaşa Yay. (ilk basım 1992, ikinci basım 1995), ss.275-280.
20. Oblomov, s.104.
21. Oblomov, s. 273.
22. Oblomov, s. 221-224.
23. The American, Henry James, Penguin Books, Londra, (ilk basım 1877).
24. Böyle ifadeler yüzünden postmodernistlere düşman olduğum kanısı doğarsa üzülürüm. Bu konuda şöyle düşünüyorum: Varoluşçulardan sonra postmodernistler, herşeyi bölüp parçalamak suretiyle, heyecanlı modernistler tarafından, istenmeyerek de olsa itiş kakış küçücük tek bir kutuya hapsedilmiş ve sonra başında nöbet tutulmaya başlanmış olan yarım pörçük gerçekliği özgürlüğüne kavuşturdular. Ve böylece, bu kez daha kapsamlı bir gerçekliğin yeni baştan kurgulanmasına da imkan sağlamış oldular. Zaten düşüncenin evrim sürecinde postmodernizm de tıpkı modernizm gibi bir aşama... Ama nihai olmayan bir aşama...
25. Ben Marguerite Yourcenar’ın yalancısıyım. Hadrianus’un Anıları’nda İmparator’un ağzından diyor ki:
“Yaşamımın ve gezilerimin bir bölümü, yeni bir bürokrasinin yönetim başkanlarını seçmek, onları eğitmek, görevleriyle becerelireni yapabileceğimce hakseverlik içinde başdaştırmakla, devletin dayanağı olan orta sınıflara yararlı iş olanakları sağlamakla geçmiştir.
“Bu memurlar ordusunun tehlikelerinin farkındayım; kısaca, tekdüzenin ölümcül çoğalışı biçiminde tanımlanabilir. Yakından izlemezsek, gelecekteki yüzyıllar için kurgusu yapılmış bu mekanizma çarpılabilir...”
Hadrianus’un Anıları, yaz. Marguerite Yourcenar, çev. Nili Bilkur, Adam Yay. 1984, İstanbul, s. 101.
Bense bu konuda şunları söylüyorum:
“Evrenin en önemli olgusu olan evrim, yeryüzünde de ve toplumsal yaşantı ve siyasi sistemler bağlamında da hükmünü sürdürürken, günümüzde her ülkede, yönetim mekanizmalarının en tutucu, en statükocu ayağını, hiç kuşkusuz ve çoğunlukla hiç istisnasız, sivil olsun asker olsun bürokratlar oluşturuyor. Kurumlaşması zorunlu olan bir yönetim mekanizması, yani bir devlet için, bir önceki toplumsal evrim aşamasının hemen ardından gerçekleştirilen örgütlenme sırasında varolan koşulları ideal kabul etmek gibi bir gereklilik var. Çünkü kurumlaşma, ancak bir takım koşulların değişmez, ideal koşullar olarak benimsenmesiyle gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla her yönetim mekanizmasının ideal kabul ettiği koşullardan kaynaklanan ve güç alan bir ideolojisi oluyor. Ve bu mekanizma içinde görev alan insanlar, yani bürokratlar, ya zaten bu ideolojiyi benimsemiş oldukları için işe başvuruyor ve kabul ediliyorlar ya da işe alındıktan sonra bu ideoloji doğrultusunda eğitilip koşullandırılıyorlar. Buna bir tür beyin yıkama demek de mümkün...
“...Devletin kaçınılmaz bir gereklilik olarak görüldüğü bir toplumsal evrim aşamasında, sivil olsun asker olsun bürokratların böyle bir koşullanmaya canları, daha doğrusu başka insanların canları pahasına sahip çıkmasına anlayışla bakılabilir. Elbette sözkonusu koşullanmanın, yönetimin tamamına egemen olmaması koşuluyla... Nitekim bazı toplumlarda, bu anlayışın yönetimin tamamına egemen olmaması için önlemler alınmış olduğu görülüyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin tek gerekçesi bu! Yasamayı ve yargıyı, yürütmeden ve birbirlerinden bağımsız kıldığınız ve böylece birbirlerini denetlemelerini sağladığınız; medyanın bu üç kuvvetin üçünü birden denetlemesini mümkün kılacak düzenlemeleri yaptığınız ve bilim ile din çevrelerinin de yönetim mekanizmasından ve birbirlerinden tamamen ayrı alanlarda, özgürce etkinlik göstermesine imkan verdiğiniz zaman, yönetim mekanizması, evrende, dünyada, toplumda ve bireylerde, istense de istenmese de meydana gelen değişikliklere uyum sağlama şansına sahip oluyor. Gelişmeyi, bu değişiklikler mümkün kılıyor. Böylece devlet ile birey arasındaki bağın birey lehine işlemesi de sağlanabiliyor. “
“Fil Yutmuş Boğa Yılanı ve Türkiye,” yaz. Bahar Öcal Düzgören 28.07.1996, C4, Ekim Sayısı, Belçika.

Kader İle İrade

EVRENDE GELECEĞE İLİŞKİN BELİRSİZLİĞİN İNSANOĞLU İÇİN YARATTIĞI OLASILIKLAR
YA DA
KADER İLE KADERE KARŞI ÇIKAN İRADE
*Bahar Öcal Düzgören
13-30.04.1997/İstanbul
Cogito, 11. sayı

Evrenin bugünkü yaşı, bilindiği kadarıyla ve dünya ölçüleriyle yaklaşık yirmi milyar... Günümüzde fizik biliminin en gelişkin kuramı, bundan yirmi milyar dünya yılı -1- kadar önce, “Büyük Patlama” adı verilen bir olayın ardından oluşmaya başlayan evrenin, belki şimdilik genişlemeye devam ettiğini, ama bir süre sonra muhtemelen bu genişlemenin duracağını, bunun ardından büzülmenin başlayacağını ve yine muhtemelen sözkonusu büzülme sonucunda da, daha şimdiden “Büyük Çatırtı” adı verilen bir çökmeyle birlikte yokolacağını söylüyor. Ama henüz bilim çevreleri tarafından dahi bütünüyle kabullenildiği iddia edilemeyecek olan bu kuram çerçevesinde bile, evrenin daha kaç milyar yıl boyunca varolacağı kestirilemiyor. En iyi tahmin, genişleme hala sürdüğüne, yani büzülme henüz başlamadığına göre, en az bir onbeş-yirmi milyar yıl daha varolmasının olası olduğu yönünde... (Fizik bilimine özgü jargonu konuşma diline çevirmek gerekirse, uzayın derinliklerindeki başka gök cisimlerinden dünyaya ulaşan ışık ışınları incelendiğinde, bu ışınların tayfında zaman içinde gözlemlenebilen belli belirsiz sapmaların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Sözkonusu ışık ışınlarının geldiği gök cisimlerinin, Büyük Patlama’nın gerçekleştiği varsayılan merkezden zaman içinde biraz daha uzaklaşmış olduklarını gösteren bu sapmalar, evrenin hala genişlemekte olduğunun kanıtı... Ama olaya bir de farklı açıdan yaklaşanlar var. Onlar da diyorlar ki, sözkonusu gök cisimleri çok uzakta olduklarından, ışık ışınlarının dünyaya ulaşması için geçen süre milyonlarca, hatta milyarlarca dünya yılı... Dolayısıyla büzülme başlamış ve büzülmenin kanıtı sayılabilecek sapmalar yapan ışık ışınları henüz dünyaya ulaşmamış olabilir. Üstelik evrenin genişleme ömrüyle büzülme ömrünün gerek mekan, gerekse zaman açısından bakışımlı/simetrik olacağı da veri sayılamaz. Bu yüzden, evrenin kalan ömrüyle ilgili olarak bugünden bir kesinleme yapmak hiçbir şekilde mümkün değil!..)
Öte yandan, ortalama ömrü ya da yaşama süresi yüz yılın (yirmi milyarın 2 yüz milyonda biri) bile altında olan; kısa bir süre önce aksi ispatlanmış olsa da zamanı hala çoğunlukla mutlak bir değer olarak benimseyen ve değişmez olduğunu varsaydığı bu değeri yıl, ay, hafta ve saatin de ötesinde dakika, saniye, salise gibi, evrenin en temel sabitlerinden biri olan ışık hızının yanında kıyaslanamayacak kadar; ihmal edilebilecek, görmezden gelinebilecek kadar minicik kalan parçalara bölmüş olan ve herşeyin zaman içinde belli bir sırayla oluştuğunu varsayan bir insan için, yirmi milyar yıl gibi bir niceliğin yalnızca algılanması bile çok zor...
Ama insanoğlunu anlayışsızlığından ötürü suçlamaya başlamadan önce şunu da hatırlamak gerekiyor: “Homo sapiens sapiens” olarak tanımlanan bugünkü modern insanın gerçek öncülleri ortaya bundan yalnızca elli bin dünya yılı önce çıktılar -2-. Ve kırk küsur bin yıl boyunca, içinden evrimleştikleri ve somut izlerini, en önemli uzuvları sayılan beyinlerinde bile hala taşıdıkları öteki canlı topluluklarından -3- bütün bütüne farklılaşmaya çabaladıktan sonra, 2 bin 5 yüz yıl kadar önce, kendilerini içinde buldukları ortama önemli bir tepki gösterdiler: İnsanoğlu, o kırk küsur bin yıl süresince, muhtemelen yine kendisi tarafından yaratılmış olan mitlere, ilk defa, bundan yalnızca 2 bin 5 yüz yıl kadar önce başkaldırdı ve kendi iradesini kullanarak evreni bizzat kendi beyin gücüyle anlamaya karar verdi. Bundan yalnızca 2 bin 5 yüz kısacık dünya yılı önce...
Ve bugün anlaşılan o ki, başkaldıran insanoğlu, o gün, zaman ile mekanı mutlak, değişmez değerler olarak kabul ettiği için, işe hata yaparak başladı. Çünkü evrende hiçbir şeyin değişmediğini söyleyen Parmenides’i Eflatun, Eflatun’u Aristo ve diğerleri izledi. Taa 17. yüzyıla, yani Newton’a kadar Batı felsefesi ve bilimi, zamanı ve uzamı mutlak ve çizgisel değerler olarak kabul etti. Ve Newton, uzamın mutlak değer olmadığını kanıtladı. Ama bizzat Newton tarafından da benimsenen zamanın mutlak olduğu yönündeki inanç taa 20. yüzyılın başına, yani Einstein’a kadar sürdü. Ve Einstein zamanın da mutlak olmadığını kanıtladı. Ama bunu da, bugün bile, dünya yüzünde yaşamakta olan 6 milyar kadar insandan pekazı biliyor; dahası, bunun olası nedenleri ve sonuçları üstünde yalnızca birkaç kişi fikir yürütebiliyor. Newton mekaniğini bilenlerin sayısı elbette daha fazla olduğu halde, onların da uzamın mutlak olmamasından ne anladıkları belli değil... Çizgisellik konusu ise çok daha az tartışılıyor.
Halbuki, tek tek bütün insanlar ya da insanların çoğu algılıyor olsalar da olmasalar da ve bu anlamda öncülleri sayılabilecek varoluşçular gibi postmodernistler de -4- kabul etseler de etmeseler de, 2 bin 5 yüz yıldan beri birbiri ardınca binlerce, onbinlerce değişik insan tarafından yapılmış ve yapılmakta olan mantık yürütmeler, gözlemler ve deneyler, yine de bir evrenin varolduğunu ve bu evrenin bütüncül olduğunu ve bu bütüncül evrenin uzam/zaman boyutlu bir yapısı bulunduğunu; ama uzamsal ve zamansal değerlerin, evreni gözleyen gözlemcinin durduğu yere ve zamana göre değişkenlik arzettiğini; üstelik evrende, yapısı ya da uyduğu yasalar gereği her değişim aşamasında pekçok olasılığın ortaya çıktığını ve her aşamada bu olasılıklardan yalnızca bir tanesinin gerçekleştiğini, ama bu seçenekli durumun evreni, gerek uzam gerekse zaman açısından çizgisel olmayan bir olasılıklar evreni haline getirdiğini; bütün bunların da şu anlama gelebileceğini kanıtlar nitelikte: Evrende, artmakta olan düzensizliğe rağmen bir düzen de var; başka bir deyişle, karadelikler örneği ne olduğu açıklanamayan ve muhtemelen hiç açıklanamayacak olan kaosun yanısıra, belki de günün birinde bütünüyle açıklanabilecek olan kozmos da evrende hükmünü sürdürüyor ve içinde üreyen insan ya da insan beyniyle ve eliyle oluşturulmuş düşünce ve teknoloji ürünü yapılar dahil bütün diğer şeyler gibi evrenin bizzat kendisi de doğmuş, büyüyor; gün gelecek yaşlanacak ve sonunda ölecek! Ama bu, yalnızca bir olasılık!..
2 bin 5 yüz yıl kadar süren bir düşünme, mantık yürütme, gözlem yapma ve deneme temrininden sonra bugün, hem zamanın hem de uzamın, Parmenides’in zannettiği gibi mutlak olmadığı, hiç değilse fizikçiler tarafından kabulleniliyor. Fizikçiler artık, evreni gözlemleyen kişinin durduğu yere ve zamana bağlı olarak, evrenin kütlesiyle ya da yaşıyla ilgili farklı sonuçlar alınabileceğini kesin olarak biliyorlar. Tıpkı bir insanı zaman içinde gözlemleyen birinin, bir yandan kendisi de değişe ve yaşlanadururken, gözlemlediği kişiyle ilgili olarak bebekliğinde farklı, ergenliğinde farklı, olgunluğunda farklı, yaşlılığında farklı sonuçlar alması gibi: Boyu ve kilosu gibi fizyolojik özellikleri de farklı olur, yaptıkları da... Hatta kokusu, rengi, hatta hatta yetenekleri bile farklı olmaz mı?... Ve fizikçiler, en azından bir kısım fizikçiler, tıpkı tek bir insan gibi evrenin de gerek geçmişinde, gerek bugününde ve gerekse yarınına ilişkin olarak pekçok seçenek bulunduğunu da kavramış bulunuyorlar.
Aslına bakılırsa bunu, sıradan insanlar da seziyorlar. Çünkü sıradan insanlar, herşeyden önce, kendilerini uzam ve zaman içinde bir bütün olarak algılıyorlar. Çünkü belli bir zamanda ve belli bir mekanda doğan, büyüyen, ölen ve doğduktan kısa bir süre sonra büyüyeceğini, yaşlanacağını ve sonuçta öleceğini veri olarak kabullenen sıradan bir insan, uzam içinde nasıl üç unsurdan oluşan bir yapısı (en, boy, yükseklik) varsa, zaman içinde de yine üç unsurdan oluşan bir yapısı (geçmiş, hal, gelecek) olduğunu ister istemez kavradığı gibi, varoluşuna ilişkin bu iki boyutun, yani uzamla zamanın birbirinden ayrılamayacağını da zımnen biliyor. Çünkü bütün o bilimkurgu filmlerine, dizilerine, öykülerine, romanlarına inat, ne uzamın boyutlarından tek bir tanesinde, ne de zamanın içinde gezintilere çıkması sözkonusu olabiliyor. Ve çünkü en sıradan bir insan bile, ne kadar kolaya kaçma eğiliminde olursa olsun, habire çatallanan yol başlarında, seçeneklerden bir tanesi doğrultusunda bir takım kararlar almak, en azından çoğunluğun verdiği kararlara uymak yönünde bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Çünkü evrenin geçmişi ve geleceği gibi, sıradan bir insanın da geçmişiyle birlikte geleceği de bir takım olasılıklardan ibaret bir belirsizlik içeriyor. Kimse geçmişi tam anlamıyla bilemiyor ve kimse geleceğinden hiçbir şekilde emin olamıyor!
Sıradan ya da değil insanoğlu, özellikle fizik ve biyoloji bilimleri çerçevesinde geliştirilen son kuramlardan anlaşıldığı kadarıyla, belki de tamamen farklı yasaların geçerli olduğu bir başka evrende varlık kazanmış ve gelişmiş olan bir karadeliğin en yoğunlaştığı anda patlaması sonucu ortaya çıkan bu evrende, kaçınılmaz olduğu anlaşılan büyük evrim sürecinin, şimdilik en son doğal ürünü...
Daha açık bir anlatımla, içinde yaşadığımız evrende, insanın en yakın atası maymun ise, en uzak atası da yoğun enerji ile maddenin, atomdan da, hatta elektrondan da çok küçük olan parçacıkları... Çünkü evrenin başlangıç aşamasında, yani Büyük Patlama’nın hemen öncesinde ve hemen sonrasında, yoğun enerji ile bir miktar atomaltı parçacık dışında hiçbir şey yok!..
Bu durumda, fiziksel, kimyasal ve biyolojisel ortamların bugünkü zengin çeşitliliğine de bakarak, Büyük Patlama’yı, önce fizik bağlamında bir evrimin, ardından kimya bağlamında bir evrimin ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrimin izlediği söylenebilir. Zaman içinde birbirini izleyip duran ünlü fizik kuramcılarının şimdilik sonuncusu olan Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabında şöyle diyor:

“...1929 yılında Edwin Hubble bir dönüm noktası olan gözlemini gerçekleştirdi: Hangi yöne bakarsak bakalım, uzak yıldız kümeleri hızla bizden uzaklaşıyordu. Başka bir deyişle evren genişliyordu. Bu demekti ki, eskiden cisimler birbirine bugün olduğundan daha yakındılar. Gerçekten de öyle görünüyordu ki, yaklaşık on ya da yirmi milyar yıl önceki bir anda, tüm cisimler tek bir noktadaydılar ve bundan dolayı evrenin yoğunluğu o anda sonsuzdu. Bu buluş, evrenin başlangıcı sorusunu en sonunda bilimin alanına soktu.
“...Tam büyük patlama anında evrenin sıfır büyüklükte ve bu nedenle sonsuz sıcaklıkta olduğu düşünülür. Ama evren genişleyince ışımanın sıcaklığı düşer. Büyük Patlama’dan bir saniye sonra yaklaşık on milyar dereceye düşmüş olmalı. Bu, güneşin özeğindeki sıcaklığın yaklaşık bin katıdır ama bu denli yüksek sıcaklıklara hidrojen bombası patlamasında da erişilebilir. Bu anda evren, çoğunlukla foton, elektron ve nötrinolar ile bunların karşıparçacıklarından, bir miktar da proton ile nötrondan oluşur -5-.”
Eğer böyleyse, evrende enerji ile maddenin, bir kısmı artık bilinen, bir kısmı hala bilinmeyen bir takım yasalar çerçevesinde etkileşimi, yaklaşık yirmi milyar yılda insanoğluna kadar ulaşan kesintisiz bir evrim süreci yaratmış oluyor. Salt enerji ve maddeden, düşünebilen, üretebilen, irade sahibi olan ve kaderi değiştirme iddiasını taşımaya başlayan insanoğluna... Tartışmasız, muazzam bir değişim bu: Ama insan açısından yaklaşık yirmi milyar dünya yılında oluşmuş; ağır ağır, aşama aşama oluşmuş. O kadar ki, Amerikalı yazar Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan olarak Türkçe’ye çevrilen kitabının adında bile kendini belli eden iddiasının tam tersine, insanoğlunun yeryüzündeki serüveni henüz başlangıç evresinde sayılabilir -6-.
Fizik bağlamında bir evrim, ardından kimya bağlamında bir evrim ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrim... Eğer başlangıçta çok miktarda enerji ile Hawking’in sözünü ettiği taneciklerden bile binlerce defa daha küçük olan atomaltı tanecikler dışında hiçbir şey yok idiyse ve eğer bugün, mümkün olan her biçime bürünmüş ve mümkün olan her biçimde hareket eden ve özünde bütün o tanecik ya da parçacıklar ile enerjinin kaynaşmasından oluştukları halde birbirinden yine de farklı birçok şey var ise, fizik bağlamında bir evrimin varlığı hakkında kuşkuya düşmek herhalde sözkonusu olamaz.
Ve yine eğer başlangıçta elementler yok idiyse, hatta elementlerin içinde gelişeceği bir ortam bile yok idiyse, fiziksel evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla kimyasal evrim aşamasına geçilmiş olduğunu düşünmek de herhalde yanlış değildir. (CNN televizyonu, 1995 yılında bir gün, Edwin Hubble’ın adı verilerek dünya çevresinde bir yörüngeye yerleştirilmiş olan ilk uzay teleskobunun çok önemli bir gelişmeyi izlemeye başladığını haber verdi: Bir galaksinin oluşumu. Bu olay, evrenin çok uzak bir köşesinde ve on milyar yıl kadar önce meydana gelmişti. Aramızdaki mesafe o kadar büyüktü ki, ışığın, saniyede yaklaşık 3 yüz bin kilometre olan hızıyla bile görüntüsünün bize ulaşması yaklaşık on milyar yıl sürmüştü. CNN muhabiri genç bir astrofizikçiye bu olayın, dünyada sürdürülen çalışmalara nasıl bir katkı yapacağını sordu. Genç kadın sevinç içinde, elementlerin, Güneş benzeri yıldızların oluşumu sırasında meydana geldiği ve daha sonra yine aynı yıldızların patlaması sonucu evrene dağıldığı yolundaki kuramın böylelikle doğrulanmakta olduğunu söyledi. CNN muhabiri bu kez şu soruyu sordu: “Bu olayın sokaktaki insanı ilgilendiren bir yanı var mıdır?” Astrofizikçi ise şöyle dedi: “Bu olayın herkesi ilgilendiren bir yanı vardır. Çünkü bu olay, hepimizin yıldız tozlarından oluştuğunu kanıtlıyor.”)
Ve bir kez daha, eğer başlangıçta diğer şeylerle birlikte gezegenler de yok idiyse, ancak gezegenler ortaya çıktıktan ve kimyasal evrim son aşamasına girdikten sonradır ki niteliksel bir sıçramayla biyolojisel evrim aşamasına geçilmiş olduğunu söylemek de herhalde mantıklı olur.
Anlaşıldığı kadarıyla evrenin başlangıcı olarak belirlenen Büyük Patlama’nın şiddetiyle, maddenin en küçük birimleri olarak nitelendirilebilecek ve elektrondan da belki yirmibin kez, belki de daha küçük bir takım tanecikler, çok büyük, ışık hızı kadar ya da ışık hızı dolaylarında hızlarla ve her patlamada olduğu gibi aşağı yukarı eşit bir dağılmayla, zaman ve uzam içinde yol almaya, başlangıç noktasından uzaklaşmaya başlıyorlar. Hız çok büyük, kütle ise çok küçük olduğu için yolculuk çok uzaklara uzanıyor.
Bu sürecin ilk birkaç saniyesinden başlayarak değişik aşamalarında, sözkonusu tanecikler, yoğun enerji etkisiyle şu ya da bu biçimde birleşerek, yavaş yavaş ve birbirinin ardısıra, elektronları ve protonları; elektronlar, protonlar ve varsayımsal tanecikler olan nötronlar birleşerek, orbitinde tek bir elektron bulunan en yalınından (hidrojen), orbitalinde yüz küsur elektron bulunan en karmaşığına kadar atomları ve dolayısıyla saf madde olarak kabul edilebilecek elementleri; atomlar birleşerek molekülleri ve dolayısıyla inorganik ya da organik, önce cansız, sonra canlı her tür maddeyi oluşturuyorlar.
Böylelikle önce farklı farklı yıldızlar, sonra bu yıldızların çevresinde dönüp duran farklı farklı gezegenler ya da astreoyitler ve son olarak da hiç değilse bazı gezegenlerin çevresinde dönüp duran farklı farklı aylar ve farklı farklı diğer birçok yapı; güneş sistemlerini, galaksileri/gökadaları, nebulaları/bulutsuları; arada göktaşlarını, kuyruklu yıldızları ve diğerlerini oluşturacak biçimde, ağır ağır ve birer ikişer ortaya çıkıyorlar. Evrende yirmi milyar dünya yılı boyunca oluşan bu milyarlarca gezegenden ve aydan hiç değilse birinde, yani üstünde yaşadığımız Yernküre’de, evrimin, düşünme yeteneğine sahip, akıllının akıllısı “homo sapiens sapiens” türüne kadar ulaştığını, başka hiçkimse bilmese bile, insanoğlu biliyor.
Bu arada, yine aynı süreçte, bir başka gelişme daha yaşanıyor: Evrende, bir yanda madde, derinlemesine ve düzenli bir biçimde, bazı yasalara uyarak değişime uğrar ve evrimleşirken; öte yanda aynı yasalar; ışık dahil çevresindeki herşeyi yutan ve asla sır vermeyen ve muhtemelen hiç vermeyecek olan, irili ufaklı karadeliklerin de ortaya çıkmasına neden oluyorlar. O halde, bir yanda gözle görülür bir düzen, yasalar, o yasalar çerçevesinde gerçekleşen bir gelişme, evrim sözkonusuyken, diğer yanda ne olduğu kavranamayan, açıklanamayan bir düzensizlik, sanki evreni dengelemeye başlıyor. Başlangıçta yalnız kozmos, yani düzen varken, gelişme sırasında düzensizlik, yani kaos da ortaya çıkıyor. Daha doğrusu evrende kozmos ile kaos içiçe geçiyor. Evrim, düzenin içinde düzensizliği yaratıyor.
Hawking’in sezdiği bir başka gerçeklik daha var: Geliştirdiği kurama göre, evrenin Büyük Çatırtı sonucu ortadan kalkması, çok kısa bir süre öncesine kadar zannedildiği gibi herşeyin sonu olmayacak. Çünkü evrende, kozmos nasıl kaosu içinde büyütüyorsa, kaos da kozmosu içinde büyütmekte... Bu durumda, kozmos ile kaos arasındaki bu ilişki sayesinde, yine tıpkı tek bir insanda olduğu gibi evrenin de, kendi varoluşunun içinde, bir yandan kendi ölümünün tohumlarını taşırken, öte yandan da, kendi ölümünün ardından yaşamayı sürdürebilecek “bebek evrenler” üretme gücüne sahip olması olasılığı var... Karadeliklerin herbiri, belki de, potansiyel birer bebek evren -7-...
Bu tahmin, bir başka tahminin daha yapılabilmesine olanak sağlıyor: O halde belki bizim evrenimiz de, bir başka zamanda, bir başka mekanda üretilmiş bir gerçeklikten başka birşey değil!.. Nitekim Hawking, şimdilerde, evrenin gerçek zamanı dışında bir başka zamanın, olasılıkla kısa evren zamanını da kapsayan daha geniş bir zamanın olabilirliğini de kanıtlamaya uğraşıyor.
Ama bütün bunlar, evrenin geçmişine ve bugününe ve geleceğine ilişkin belirsizliği ortadan kaldırmıyor. Çünkü Büyük Patlama’nın o ilk birkaç saniyesi, belki birkaç dakikası içinde ortaya çıkan ve bugün de evrenin kütlesinin büyük bölümünü oluşturduğu düşünülen minik taneciklerle ilgili bir sorun var... Hawking’in fiziğin diliyle anlattığı sorunun özü şu: Bu tanecikler o kadar küçükler ki, inceleme amacıyla, ışık mikroskobundan yararlanılarak üstlerine bir tek foton bile düşürülse, o foton o taneciklerin yanında dev gibi kalacağından, hızlarında ya da enerjilerinde gözardı edilmesi mümkün olamayacak sapmalar olması kaçınılmaz... Hawking, bu olgunun sonucunu Zamanın Kısa Tarihi’nde şöyle açıklıyor:

“Genel olarak, kuvantum mekaniği bir gözlem için tek ve kesin bir sonuç öngörmez. Bunun yerine bir takım olası sonuçlar öngörür ve herbirinin ne kadar olası olduğunu söyler. Yani, başlangıç durumları aynı olan bir sürü benzer sistem için ölçüm yapıldığında, ölçümün sonucu bir bölüm için A, bir bölüm için B, vb. bulunur. Sonucun yaklaşık kaçta kaçının A ya da B olacağı hesaplanabilir; ama herhangi bir ölçümün kendine özgü sonucu önceden bilinemez. Kuvantum mekaniği böylece bilime, kaçınılmaz bir bilinemezlik ya da gelişigüzellik öğesi sokmuştur -8-.”
Evrenin durumu bu da, insanın durumu çok mu farklı?..
Bilindiği gibi her insan, eylemin temelinde aşk olsun olmasın, bir erkek sperminin bir kadın yumurtasını döllemesi sonucu varoluyor. Erkek her atımda 3 yüz ya da 4 yüz milyon (bir yanlışlık olmasın; rakamla: 300 ya da 400.000.000) tane sperm bırakabiliyor. Kadın ise ayda bir kez ve en çok iki yumurta üretiyor. Erkeğin her sperminde, kendi özelliklerini taşıyan kırkaltı kromozomdan rasgele yirmiüç tanesi yeralıyor. Kadının yumurtasında da keza... Hangi spermde ya da hangi yumurtada hangi yirmiüç özelliğin bulunduğunu saptamaya olanak bulunmuyor. Çünkü, birincisi, sperm sayısı akıl almayacak kadar fazla; ikincisi, kuvantum mekaniğine konu olan tanecikleri akla getiren bir biçimde, mikroskop altında incelenmeye alınmaları halinde, herhangi bir spermin ya da yumurtanın döl verme olanağı kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor.
Bu nedenledir ki, her insanın kendisini vareden döllenmeden önce de bir geçmişi olduğu halde, yaşandığı sırada bu geçmiş, bir takım olasılıklardan ibaret bir belirsizliğin ardına gizleniyor. Ve bu belirsizlik, her insanın geleceği konusunda da bir belirsizlik yaratıyor.
Genel olarak bakıldığında tek tek her insanın kader çizgisi belli: Doğacak, bir süre yaşayacak ve ölecek! Ama doğacak olan kim?.. Ne zaman ve nerede doğacak?.. Nasıl biri olacak?.. Ne kadar yaşayacak?.. Yaşadığı sürece neler öğrenecek?.. Ne düşünecek?.. Neye inanacak?.. Neler üretecek?.. Nasıl, nerede ve ne zaman ölecek?.. Bunların hiçbiri belli değil!.. Bu doğacak olan, bir başkasına ya da başkalarına döl verecek mi: Bu da belli değil!.. Tek tek insanlar bazında geleceğin bilinmesi hiçbir şekilde mümkün değil!.. O kadar çok olasılık sözkonusu ki (tek bir döllenmede yaklaşık yetmişdört milyar) tahmin yürütmek bile mümkün değil!..
Ama çok sayıda insan sözkonusu olduğunda, büyük sayılar için geçerli olan olasılık kuralları çerçevesinde belli olan şeyler de var: Nüfus artış oranının ya da ölüm oranının ne olduğu, zaman içinde çizgisel veri birikimiyle saptandığı zaman, her toplulukta bir sonraki yıl içinde doğacak çocuk sayısı ya da ölecek insan sayısı kestirilebiliyor. Keza, doğanlardan cinsiyetleri de yaklaşık olarak biliniyor. Doğan çocuklardan kaçının hastalık, kaçının kaza sonucu öleceği; kaçının okula gideceği, kaçının gitmeyeceği; kaçının köyde, kaçının kentte yaşayacağı ve daha birçok şey, önceden pekala bilinebiliyor. Bu durumda şu söylenebilir: Tek tek insanlar bazında, gelecek hakkında hiçbir şekilde hüküm yürütmek mümkün olmasa da, doğru veriler baz alındığı takdirde, insan topluluklarının, daha doğrusu tüm insanlığın geleceği hakkında tahminler yapmak, daha doğrusu, Hawking’in dediği gibi “olası durumları önceden hesaplamak” pekala mümkün... Ama evren gibi insanlık bazında da geleceği kesin olarak bilmek hiçbir şekilde mümkün değil...
Belirsizlik ve olasılıklar... Kuvantum mekaniği ile genetik bilimi ortaya çıkmazdan önce hemen hemen yalnızca kumarbazların ilgisini çekmiş olan olasılık kuralları -9-... Yalnızca büyük sayılar için geçerli olan, ama büyük sayılar sözkonusu olduğunda da, rasgelelik ya da gelişigüzellik gibi görünen birçok şeyin aklın kavrayabileceği bir düzeni bulunduğunu kanıtlayan olasılık kuralları... Belirsizlik ilkesiyle birlikte evrimin temelini oluşturan ve hayatı anlamlı kılan olasılık kuralları... O kurallar yüzündendir ki birbirlerinden çok farklı olan insanlar, tek tek özellikleri açısından, yalnızca zaman içinde değil mekan içinde de çan eğrileri oluşturacak biçimde bir bütünlük arzedebiliyorlar -10-.
Ve belirsizlikler ile olasılıklar temelinde sürüp giden evrim... Tek bir insan bağlamında evrim sürecini izlemek çok kolay... Sürecin temelinde, kendi etrafına dolanmış ip merdivene benzer yapısıyla canlı yaşamın şifresi olan DNA molekülü var: Döllenme öncesinde, kendini, ortadan dikine ikiye ayrılmış olarak spermin ve yumurtanın içinde üretmiş olan iki ayrı DNA molekülü... Döllenme, anneye ve babaya ait olan ve hangi özellikleri taşıdığı bilinmeyen bu iki yarının birleşmesine yol açıyor. Ve her birleşme değil, ama her döllenme sırasında ortaya bir evrim olasılığı çıkıyor... Çünkü tam o anda, birleşmeye çalışan iki yarım DNA molekülünden bazı moleküller kopup gidebiliyorlar. Ya da karşılıklı bağlanması gereken uçlardan bir-ikisinde bir karmaşa yaşanabiliyor: İki yarım DNA molekülünün açık uçları, bağlanmaları gereken yere değil de başka bir yere bağlanabiliyorlar. Böylece temelde anasının bir kısım, babasının bir kısım özelliklerini taşıyan, ama ayrıntıda ve büyük olasılıkla çok küçük bir ayrıntıda, anababası gibi bütün diğer insanlardan da farklı bir insan, bir değşinik/mutant dünyaya gelebiliyor. Ve çoğu zaman bu değşiniğin, geçerli olan doğa ve toplum koşullarında yaşama şansı olmuyor. O taktirde döl vermeden ölüp gidiyor. Zaten döl verse bile, sahip olduğu ayrıcalığı kendi çocuklarına geçireceği de veri değil... Çünkü spermler ve yumurtalar, anababanın özelliklerinden yalnızca rasgele yarısını taşıyabiliyorlar. Kaldı ki şans eseri bu değşinimi/mutasyonu taşıyan bir sperm ya da yumurta sözkonusu olsa bile, bunun çocuğa geçmesi yine de kesin değil... Çünkü değşinimin kalıcı olması için çekinik/resesif değil, başat/dominant özellikte olması gerekiyor.
Dünyada hergün yüzbinlerce bebeğin doğduğu düşünüldüğünde bütün bunlar şu anlama geliyor: Bu kalabalık içinde bir yerde, saçlarının yarısı mor, yarısı yeşil bir bebeğin, başka bir yerde sırtında kanatları bulunan bir bebeğin, daha başka bir yerde de telepati yeteneği bulunan bir bebeğin dünyaya gelme olasılığı yok değil... Ama evrim, bu olasılıkların ortaya çıkmasından ibaret de değil... Bu değşinik/mutant bebeklerin bir evrim sürecini başlatabilmeleri için, öncelikle doğmayı, sonra yaşamayı becermeleri; ardından döl vermeleri ve döl verdikleri zaman da sahip oldukları özelliği kendi çocuklarına geçirebilmeleri gerekiyor. Bütün bunlar da o kadar kolay değil...
Evrim süreciyle ilgili olarak gözönünde bulundurulması gereken bir nokta şu: Muhtemelen enerjinin sakınımı ve entropinin artması; yani termodinamiğin iki yasası çerçevesinde, bir ortamda düzenliliğin artması düzensizliği en olası durum haline getirirken, düzensizliğin artması da düzenliliği en olası durum haline getiriyor. Düzen ve düzensizlik: Kozmos ve kaos da böylelikle, artarda birbirlerinin öncülü ve ardılı oluyorlar. Bir anlamda kozmos kaosu, kaos da kozmosu tekrar tekrar üretip duruyorlar. Ama ne kozmos bir önceki kozmos oluyor ne de kaos bir önceki kaos... Süreç ilerledikçe her bir aşamada kozmosta daha üst düzey bir kararlılık ya da denge; kaosta ise daha üst düzey bir kararsızlık ya da dengesizlik durumu ortaya çıkıyor. Zira daha alt düzeydeki kararlılık ya da kararsızlık olasılıkları, bir önceki aşamada tüketilmiş bulunuyor. Evrende oluşan değişikliklerde gözlemlenen ve şimdilik gelişme yönünde olan bu eğilim sürece olumlu anlam yüklenmesinin, yani evrim denmesinin de gerekçesini oluşturuyor.
Hawking, düzen ve düzensizlik arasındaki ilişkiyi, Zamanın Kısa Tarihi’nde şöyle aktarıyor:

“Bir dizgenin küçük sayıda düzenli durumdan başladığını düşünelim. Zaman ilerledikçe dizge, bilimin yasalarına uygun evreler geçirecek ve durumu değişecektir. Daha sonraki bir zamanda, dizgenin düzensiz bir durumda olma olasılığı, düzenli bir durumda olma olasılığından daha yüksek olacaktır, çünkü düzensiz durumların sayısı düzenli durumların sayısından daha fazladır. Şu halde dizge, ilk koşul olarak yüksek dereceli bir düzene sahipse, düzensizlik zamanla artma eğilimi gösterecektir.
“Bir yap boz bulmacasında, parçaların kutunun içinde ilk başta bir tablo oluşturacak şekilde dizildiklerini varsayalım. Kutuyu sallarsanız parçalar başka bir şekilde dizileceklerdir. Bunun, parçaların anlamlı bir tablo ortaya çıkarılmadığı düzensiz bir durum olma olasılığı, çok daha fazla sayıda düzensiz diziliş olduğu için, doğal olarak daha yüksektir-11-...”
Aristo ise Etik’te buna benzer bir durumu şöyle özetliyor:

“...Birden çok daha fazla yanlış yoldan gitme olanağı vardır... Ama doğruyu yapmanın tek bir yolu bulunur. Yanlış yapmak bu yüzden kolay; doğruyu bulmak ise bu yüzden zordur; boğanın gözünü hedef aldığınızda kaçırmak kolay, isabet ettirmek zor olur -12-.”
Süreci irdelerken şunu da akılda tutmak gerekiyor: Evrimin özgün mekanizması gereği, cansız olsun canlı olsun; insan olsun, insan eliyle üretilmiş olsun, olasılık olmaktan çıkarak çoğalmaya ya da üremeye uygun bir kararlılık kazanmış olan her yapı, daha önceki aşamalarda kararlılık kazanmış olan yapıların neredeyse tümüyle birarada varoluyor. Evrim, daha önceki aşamalarda kararlılık kazanmış olan daha basit yapıları, daha karmaşık yapılar ortaya çıktı diye hemencecik yoketmiyor. Üstelik, yine evrensel yasalar gereği, basitten karmaşığa bütün yapılar da, değişik birlikler, hatta sistemler oluşturacak biçimde kendi aralarında biraraya gelebiliyorlar ve bu birliklerin ya da sistemlerin de ayrıca evrimleşmesi sözkonusu olabiliyor. Yani belli bir yoğunluğa ulaşmış nicelik değişiklikleri de bazen niteliksel değişikliklere yolaçabiliyorlar. Mesela çokhücreli canlıların, biraraya toplanmış olan tek hücreli canlıların evrimleşmesiyle ortaya çıkmış oldukları kuvvetle tahmin ediliyor.
Böylece, bütün bu geçmiş ve gelecek aşamalara ilişkin olasılıklar ve birbiri ardınca kararlılık kazanmış, çoğalmakta ya da üremekte olan yapılar ve bu yapıların oluşturduğu evrimleşen birliklerle, sistemin bütünü de bu arada, çözümlenmesi gitgide güçleşen bir yoğunluk ve derinlik kazanıyor.
Bütün bu gerçekler gözönünde alındığında ve insanlık da, evrensel evrimin ürünü olan tek tek insanların oluşturduğu bir birlik, daha doğrusu karmaşık yapısıyla bir sistem olduğuna göre, onun da evrimleşen bir yapı olduğunu iddia etmek mümkündür gibi görünüyor. Ve şu soruyu da sormak gerekiyor: Acaba insanın en önemli ürünü olan düşünce de insanlık bazında ağır ağır evrimleşiyor mu?
Herhalde düşüncenin evrimi sayesindedir ki zamanın, daha doğrusu uzam/zamanın yapısının Batı felsefesi bağlamında zannedildiği gibi diyakronik mi, yoksa Doğu’nun çoktan sezdiği gibi senkronik mi olduğu; yani herşeyin birbirini izleyen, ardışık, ayrı ayrı anlarda ve ayrı ayrı mekanlarda mı, yoksa aynı anda, çok merkezli tek bir mekanda mı gerçekleştiği; kısacası çizgiselliğe karşı dairesellik ya da daha doğru bir deyişle küresellik bile yavaş yavaş hiç değilse tartışma gündemine giriyor.
Marshall McLuhan, Bruce R. Powers’la birlikte yazdığı, işbirliği ürünü son kitabı Global Village/Yerküresel Köy’de -13- şunları söylüyor:

“Yunanlılar ve Romalılar tarih duygusunu (diyakronik olanını), parçalara bölmek suretiyle zaman ile, rasyonel bir denetim aygıtı olarak başa çıkabilmek için icat etmişlerdir -14-.”
Beynin sağ ve sol yarıkürelerinin farklı işlevleri ve sözkonusu iki yarıküre arasındaki; ya da başka bir deyişle, gestalt psikolojisinden ödünç alınmış olan figür ile zemin arasındaki oynaşma -15- ile modern iletişimin ilişkisi gibi ayrıntılar üstüne oturttuğu son kuramını geliştirirken Dr. Joseph Bogen’in, Glenda M. Bogen ile birlikte kaleme aldığı The Other Side of The Brain/Beynin Öteki Tarafı başlıklı makalesi -16- ile Carl Sagan’ın insan beyninin evrimin kanıtı sayılabilecek olan üç katmanına ilişkin bilgileri de içeren Kozmos adlı kitabından da yararlanmış olan McLuhan ayrıca şunları da vurguluyor:

“Görsel uzam, Fenikeliler tarafından yaratılan ve Yunanlılar tarafından geliştirilen fonetik alfabenin tekdüze, süreğen ve parçalı karakterinin bir yan etkisidir. Bazı nörologlar ile sosyologlar, hiyerarşik nedenselliğin, beynin sol-yarıküresine özgü bir duyumsal tercih olduğunu; işitsel-dokunsal uzamın ise, ilkel insanın mit sezgisinin ikamet etmekte olduğu sağ beyne özgü bir duyumsal tercih olduğunu iddia etmektedirler. Gözün psikolojisi, çizgisel mantığın başlangıcını teşvik etmiş olabilir.
“...Yansıyan ışık, görsel uzam dünyasında yaşayan bizlere, ayrıca bir ipnoz durumunda olduğumuz da söylenebilir. Eski Yunan’da, Parmenides döneminden hemen önce sözlü geleneğin çöküşünden bu yana Batı uygarlığı, içinde bütün şeylerin çizgisel geometrik düzen içinde bir yokoluş noktasına göre düzenlendiği sınırlı bir haznenin resmiyle ipnotize edilir oldu.
“...Dayandığımız enformasyonun büyük kısmı gözler yoluyla gelir; teknolojimiz bu etkiyi çoğaltmaya ayarlanmıştır. Öklit ya da görsel uzamın gücü öyledir ki, onu kare haline getirmezsek bir daireyle yaşayamayız.
“Ama şeylerin beklenen düzeni her zaman bu olmamıştır. Yüzbinlerce yıl insanoğlu düz bir çizgi olmadan doğada yaşadı. Bu dünyadaki nesneler birbirleriyle rezonans yaptı. Mağara adamı için, dağda yaşayan Yunanlı için, Kızılderili avcı için (hatta bu son zamanların Mançu Çinlisi için) dünya çok merkezliydi ve yankılanıyordu. Jiroskopikti. Yaşam bir kürenin içindeki gibiydi; sınırları olmayan bir 3 yüz 60 derece; suyun altında yüzmek gibiydi, ya da bisikletin üstünde denge bulmak gibiydi. Kabile yaşamı, piramit biçiminde öncelikler halinde değil, üç boyutlu bir satranç oyunu gibi idare edilmişti ve hala da öyledir. Eski ya da tarih öncesi zamanların düzeni daireseldi, ilerlemeci değil -16-...”
İşin ilginç bir yanı, doğa filozoflarının mitlere başkaldırdıkları ve eldeki yetersiz bilgi birikimiyle evrenin düzenini anlamaya çalıştıkları dönemde, yani 2 bin 5 yüz yıl kadar önce, Buda’nın, zaman ve mekanla ilgili olarak bu 2 bin 5 yüz yıllık serüven sonunda ulaşılan sonuçlara benzer sonuçları açıklamış olması -17-... Aslında Batı felsefesinin bizatihi kendi gelişmesi içinde de, daha en başında, değişmezliği ve mutlaklığı savunan Parmenides’in karşısında değişimi savunan Herakleitos’un varlığı (hemen ardından da Demokritos’unki), insanlığın genelinde düşünce bazında çizgiselliğin hiçbir zaman sözkonusu olmadığına işaret ediyor.
Öte yandan, bu evrenin, hiç değilse bu aşamaya kadar, olasılıklar üreten ve olasılıklar arasından gerçekleşme olasılığı en yüksek olan olasılıkların gerçekleştiği bir evren olduğunu artık Batı felsefesinin açtığı yolda yapılan çalışmalar da gösteriyor.
Dolayısıyla sözkonusu yanılgılarına; mutlaklık saplantısına ve çizgisellik özürüne rağmen, gerçekleşmiş olan Batı felsefesi çizgisini de, düşüncenin evrimi sırasında ortaya çıkmış olan, gerçekleşme şansı en yüksek olasılık olarak görmek gerekiyor. Kaldı ki bugünden geçmişe bakıldığında, yüksek bir evren sezgisi sergileyerek, bireye, zaman ve uzam içinde kendi kendine gelişme olanağı tanımayan; bireyi toplum, hatta evren içinde eriten, iradesini kadere ya da kozmosa teslim etmeye zorlayan, bu nedenle dışsal gelişmeye kapalı olan ve bilgiden ziyade bilgeliğe dayanan Doğu felsefesine karşılık Batı felsefesi, başkaldıran bireyin birim bilgiyi adım adım toplaması ve değerlendirebilmesi ve gerek insanlığın, gerekse insan düşüncesinin bir bütün olarak evrimleşebilmesi için en kararlı yol olarak görünüyor.
Zaten evrenin kendine özgü yapısı, doğum kadar ölümü, aşk kadar nefreti, güzellik kadar çirkinliği olduğu gibi, düzen kadar düzensizliği, kozmos kadar kaosu, kader kadar kadere karşı çıkan iradeyi de ve bu çelişkili durumlar ya da olgular arasındaki çatışmayı da hem gerektiriyor, hem yaratıyor. Evrenin yapısında bugün gözlemlenen değişimin ya da en azından şimdilik evrimin gerçekleşmesi, olasılıkların varlığı kadar çelişkili durumlar ve olgular arasındaki çatışmalara da bağlı...
Mesela insanı ne yapacağı önceden kestirilemeyen bir varlık haline getiren, beyninde bir yandan zaman içinde oluşmuş olan sürüngen beyni, memeli beyni ve korteks adı verilen katmanlar arasındaki çelişkiler, bir yandan da korteksinin sol ve sağ yarıküreleri arasında, uzam içinde sürüp giden çelişkiler... Her insanı bir diğerinden farklı kılan da yine bu fevkalade çelişkili durum... Bu çelişkili durumdur ki tek tek insanların birbirine benzemez kararlar almasına ve uygulamalar yapmasına neden oluyor. Ve böylece yalnızca tek tek insanların değil, insan toplumlarının ve bir bütün olarak insanlığın bir sonraki adımlarıyla ilgili olarak da ortaya bir takım olasılıklardan oluşan bir belirsizlik çıkıyor.
Ama bırakın gerçekleşmesi en yüksek olasılığın ne olduğunun önceden bilinmesini, şimdilik olasılıkların ne olduğu dahi tam olarak önceden bilinemiyor.
Gerek tek bir insanın, gerekse insanlığın tamamının geçmişindeki ve geleceğindeki olasızlıkların yarattığı belirsizlikle evrenin geçmişindeki ve geleceğindeki belirsizlik arasında bir paralellik kurmamak mümkün değil...
Dahası, bu belirsizliğin insanoğlunu umutsuzluğa düşürmesini anlamak da mümkün değil... Geçmiş ve gelecek, din kuramcılarının varsaydıkları gibi kader sayesinde ya da modernistlerin öngördükleri gibi kadere karşı çıkan insan iradesi sayesinde net olarak belirlenebilseydi, evrende, kaderin karşısına kaderi belirleyecek iradenin çıkmış olmasının, yani insanın varoluşunun ne anlamı kalırdı?
İnsanın, hatta en sıradan olanının bile, kısacık yaşam süresi içinde, tanımları diğerlerinden farklı olsa da, iyi olanı, doğru olanı, güzel olanı umutsuzca arayışının ardında bu belirsizlik yok mu? İnsan geçmişi ve geleceği bütün açıklığıyla görebilseydi, çabalamasına ne gerek olurdu? Hem o zaman trajedi varolabilir miydi?
Galiba insanoğluna gereken, geçmişi ve geleceği net olarak görmek değil de, biraz alçakgönüllü, biraz da iyimser ve sabırlı olmak... Alçakgönüllü olması gerekiyor çünkü, kadere başkaldırma niyetini taşıyan insan iradesinin karşısında herşeye rağmen bir de kader var... Alçakgönüllü olması gerekiyor çünkü, evrenin büyük nicelikleri yanında insana, hele tek bir insana özgü nicelikler ihmal edilebilecek kadar küçük... Işık, yaklaşık saatte 1 milyar kilometre hızla yol alıyor; insanoğlunun ulaştığı en yüksek hız ise, saatte birkaç bin kilometre... Ve evren öyle büyük ki on milyar yıl önce oluşmaya başlamış bir galaksiden çıkan ışık ışınları, dünyaya ancak bugün ulaşabiliyorlar; halbuki dünyanın güneşten uzaklığı bile epi topu 2 buçuk milyon kilometre, öyle ki, aynı ışık ışınları güneşten dünyaya yalnızca 8 saniyede varıyorlar... Tek bir insan, evrenin bu uzam/zamansal büyüklüğü içinde bir hiç!.. Ama insanlık giderek hem uzam hem zaman içinde büyüyor. Ve evrenin büyük sayılarda anlamlı olan yasaları bağlamında, bu büyüklüğün günün birinde kaderi değiştirmesi bile olası... Yeter ki tek tek insanlar bu gerçeği; yani yalnız ve yalnız insanlığın tamamı bağlamında sonuç alınabileceğini bilerek kısa yaşantıları boyunca ellerinden geleni yapmayı sürdürsünler! Yeter ki insanlık, tek bir insan gibi ilkel benlik/id ve benlik/ego aşamalarını kendi kendisini ve üstünde yaşadığı dünyayı yoketmeden geçmeyi başararak korteksiyle uyumlu bir üst benlik/süperego ya da bilinçli toplumsallık aşamasına ulaşsın!
İyimser olması da şart; çünkü tek bir insanın kaderi değiştirmesi belki mümkün değil; ama tek tek bütün insanların çabalamaktan vazgeçmeleri halinde kaderin iradeyi ya da kaosun kozmosu teslim alacağı çok kesin... Ve karamsarlık, eylemsizliği çoğaltmaktan başka işe yaramıyor.
Dahası, insanoğlunun sabırlı olması da gerekiyor, çünkü kadere hükmedebilecek irade, titrek bacaklarıyla varlık göstermeye başlayalı şunun şurasında yalnızca 2 bin 5 yüz yıl oldu. Evrenin akıllara sığmayan yaşı gibi güneşin 5 milyar olan, hatta dünyanın 4 milyar olan yaşları yanında 2 bin 5 yüz yıl nedir ki?


NOTLAR VE KAYNAKÇA
1. Dünyaya özgü zaman ve uzam ölçülerinin hiçbir evrenselliği yok... Dünya, evreni oluşturan galaksilerden birinin önemsiz bir noktasında, güneş adı verilen ortahalli bir yıldızın çevresinde dönüp duran, ortahalli bir gezegen... Metre, Paris’ten geçen meridyen dairesinin Kuzey Kutup noktası ile Ekvator arasındaki uzunluğunun on milyonda biri... Bu tanım 1791 yılında Fransız Bilimler Akademisi tarafından yapılmış. Bilindiği gibi saat de, dünyanın kendi çevresinde tam dönüş yaptığı sürenin yirmidörtte biri... Bir tam günün ilk kez Mısırlılar tarafından yirmidörde bölündüğü zannediliyor. Ama niye mesela yirmibeşe değil de yirmidörde; bilinmiyor. Yıl ise, üstünde yaşadığımız dünyanın güneş çevresinde tam bir devir yaptığı süreyi tanımlıyor. Başka bir güneş sisteminde, başka bir gezegende doğmuş olsaydık, yılımız belki 3 yüz 65 küsur değil 2 yüz 75 gün, günümüz belki yirmidört değil otuz saat, saatimiz belki altmış değil kırk dakika vb. olacaktı. Hiçbir gezegenin boyutları diğeriyle tam olarak örtüşemeyeceğinden, hele hele Paris’ten geçen meridyenin uzunluğunu bir başka gezegende yakalamak neredeyse imkansız olduğundan, birim uzunluk ölçümüz de muhtemelen çok farklı olacaktı. Ve buna bağlı olarak diğer bütün ölçüler... Ama evrende ışığın hızı, pi sayısı gibi sabit değerler de var...
2. Homo habilisin, bundan yaklaşık 2 milyon dünya yılı önce ortaya çıktığı sanılıyor. 1 milyon 6 yüzbin yıl kadar önce ortaya çıkan yeni türün adı homo erectus idi. 3 yüz bin yıl öncesinden itibaren izleri görülen türe ki sonradan bir alt tür olarak kabul edildi, homo sapiens neanderthalensis adı verildi. Bugünkü insanın ilk ataları olan homo sapiens sapiens ise yalnızca elli bin yıl önce ortaya çıktı. Kimi özellikleri homo sapiens sapiensi andırsa da homo habilis de, homo erectus da, hatta homo sapiens neanderthalensis de bugünkü tanımıyla insandan çok farklıydılar. Homo habilisin çeşitli hünerleri vardı ama ayakta durmuyordu. Ayakta durmayı başaran homo erectusun beyni henüz insan beyninin dörtte biri kadardı. Homo sapiens neanderthalensis birçok özellikleriyle andırsa da dış görünüş itibariyle insandan yine de farklıydı. Bu konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Bilinmeyen Tehlike, yaz. Isaac Asimov, çev. Mehmet Harmancı, İnkilap Yay. İst. 1992, ss. 97-112.
3. İnsan beyninin katmanlı yapısı, evrimin en önemli kanıtlarından biri sayılabilir. Kozmos’da Carl Sagan, Paul Mclean’in “ilginç” araştırmalarından yola çıkarak şunları söylüyor:

“Tüm diğer organlarımız gibi beyin de, gitgide daha karmaşık bilgiler içererek, milyonlarca yıllık bir dönem boyunca gelişti. Gelişme sürecinde geçtiği bütün aşamaların, beynin yapısına yansıdığı görülüyor. Beyin, içten dışa doğru bir gelişme evrimi geçirmiştir. En iç bölmede en eski bölümü, beyin kökü vardır. Kalp atışları ve soluk alıp verme gibi yaşamın temel işlevlerini bu bölüm düzenler. Beynin yüksek düzeydeki işlevleri için ise, üç aşamalı bir gelişim sürecinden sözedilebilir.”
Sagan’ın anlattıklarına göre, insan beyni, temel fizyolojik işlevleri düzenleyen beyin kökünün üstünde 3 ayrı katmandan oluşuyor: Katmanlardan ilkine R kompleks adı veriliyor. R, İngilizce ‘reptile’ yani ‘sürüngen’ sözcüğünün ilk harfi (Sagan, kitabında yazmıyor ama, daha sonra televizyonda yayınlanan yine Kozmos adlı dizi programında, insanların kendi bedenlerinin içinde sürüngenlere özgü bir yapı bulunduğuna dair bilgiden hazzetmedikleri için bu bölüme sürüngen beyni değil R kompleks adı verildiğini söylemişti)... İnsan beyninin bu katmanı, sürüngen beyinlerine özgü nitelikler taşıyor ve yine sürüngenlere özgü tutum ve davranışlara hükmediyor: Doğaya uyum, lidere itaat, saldırganlık vesaire gibi ... İkinci katmana ‘memeli beyni’ adı veriliyor. Bu katman, adından da anlaşılabileceği gibi memelilere özgü nitelikler taşıyor ve yine memelilere özgü tutum ve davranışlara hükmediyor: Ben merkezlilik, aileye düşkünlük, duygusallık, vesaire gibi... Nihayet üçüncü katmana da beyin kabuğu ya da korteks adı veriliyor. Yalnızca insana özgü tutum ve davranışlara da, beynin üçte ikisini oluşturan bu katman hükmediyor: Yaratıcı düşünce yalnızca kortekste üretilebiliyor. Ve büyük bir olasılıkla insanoğlu, bireyselliği ile toplumsallığı (ya da belki memeli beyniyle sürüngen beyni arasındaki) arasındaki uzlaşmaz gibi görünen çelişkiyi de yalnızca korteks aracılığıyla uzlaştırabiliyor. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kozmos, yaz. Prof. Dr. Carl Sagan, çev. Reşit Aşçıoğlu, 1982, Altın Kitaplar Yay., ss. 291-313.
4. Modernistlerle çağdaş din kuramcıları birbirlerine daha çok benziyorlar aslında. Çünkü hem modernistler hem de din kuramcıları evrene yalnızca düzenin egemen olduğunu söylüyorlar. Aralarındaki tek fark şu: Din kuramcıları, bu düzeni Allah’ın kurduğunu, en ince ayrıntısına kadar Allah’ın tasarladığını bildiriyorlar. Modernistler ise düzenin, evrenin yapısına bağlı olarak kendiliğinden oluştuğunu... Sonuç olarak, her iki grup da evrende yalnızca düzen olduğunu varsayıyor. Haydi din kuramcıları neyse de, ideolojilerinin temelinde pozitif bilimler olan çağdaş modernistleri anlamak güç oluyor tabii. Öte yandan postmodernistler, genel bir düzeni bütün bütüne yok sayıyorlar. Postmodernistler evreni küçük küçük kürelere, alanlara bölünmüş, bağlantısız bir uzamlar ve zamanlar topluluğu ve neredeyse bütün bütüne kaos olarak algılıyorlar. Dolayısıyla bu küçük küreciklerin içinde farklı farklı bir takım düzenler bulunabileceğini, ama bunun dışında genel bir düzenden sözedilemeyeceğini söylüyorlar. Söylemeseler bile ima ediyorlar. Aslına bakılırsa postmodernistler, küçük kutuları, küreleri filan bir tarafa bırakılırsa, bu anlamda tamamen, kendi varoluşları dışında bir gerçek tanımayan varoluşçulara benziyorlar.
5. Zamanın Kısa Tarihi, yaz. Stephen W. Hawking, çev. Dr. Sabit Say, Murat Uraz, Milliyet Yay. İstanbul, 1988, s. 24-25,153.
6. Aslında iddia yeni değil: Hegel’den beri sürüyor. Nietzsche ile Kojeve’de tekrarlanıyor ve Fukuyama tarafından bir kez daha gündeme getiriliyor. İnsanlık durumu, yalnız ve yalnız, “efendi olan insan ve uşak olan insan arasındaki mücadele” ile; başka bir deyişle Aristo’dan esinlenilen “thymos” ya da “kabul görme çabası”yla tanımlanınca, böyle bir iddianın ikide bir ortaya çıkması çok da şaşırtıcı değil... Sovyetler Birliği, dolayısıyla komünizmin yıkılmasıyla dünyaya sonunda artık gerçekten liberal demokrasinin hakim olduğunu, biraz zorlamayla da olsa veri sayan Fukuyama, bu duruşu şöyle özetliyor:

“...Liberal bir demokrasinin, modern liberalizmin kurucuları tarafından eğitilmiş tipik yurttaşı, Nietzsche’ye göre, konforlu bir varlık sürdürme uğruna, kendi üstün değerine olan onurlu inançtan vazgeçmiş bir ‘son insan’dır.”
Ayrıntılı bilgi için bkz. Tarihin Sonu ve Son İnsan, yaz.. Francis Fukuyama, çev. Zülfü Dicleli, Simavi Yay., İst., ss. 9-24.
7. Konuyla ilgilenenler, bkz. Kara Delikler ve Bebek Evrenler, yaz. Stephen Hawking, çev. Nezihe Bahar, Sarmal Yay., İst., !994.
8. Age. s.82.
9. Gerek Anabritannica, gerekse Meydan Larousse ansiklopedileri, olasılık çözümlemelerinin, ilk kez şans oyunları temelinde geliştirildiğini vurguluyorlar. 17. yüzyıl Fransız matematikçilerinden Blaise Pascal ile Pierre de Fermat, ünlü kumarbazların isteği üzerine belirli oyunları matematik yöntemlerle incelemeye başlamışlar. Daha sonra belirli fiziksel, biyolojisel ve toplumsal olaylar ile şans oyunları arasındaki benzerlikler farkedilmiş. Doğabilimci Buffon ( doğ.1707, öl.1788) ünlü deneyini bu benzerliklerden yola çıkarak gerçekleştirmiş olsa gerek: Deney, bir dikiş iğnesi ve bir kağıtla gerçekleştiriliyor. Yapılan iş, bir dikiş iğnesini, üstüne tam da o iğne boyunda aralıklar çizilmiş bir kağıdın üstüne fırlatmaktan ibaret... İğne, doğal olarak, ya aradaki boşluklardan birine ya da çizgilerden birinin üstüne düşüyor. Bunun tamamen şans işi olduğuna inanmak mümkün... Oysa biraz zahmet edilir de aynı iğne, aynı kağıdın üstüne, diyelim ki üç bin kez artarda fırlatılırsa, ortaya çok tuhaf bir sonuç çıkıyor. İğnenin çizgilerden birinin üstüne düşme oranını belirleyen sabit bir sayı var (iki bölü pi sayısı). Deney kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın bu sayı sabit kalıyor. Bu yüzden, buna benzer iki olasılıklı her oluşumda, aynı hareketin üç bin defa ya da daha fazla tekrarlanması halinde olasılıklardan hangisinin kaç kez gerçekleşeceği artık biliniyor.
Olasılıklar konusunda daha ayrıntılı tartışmalar için: Rastlantı ve Kaos, yaz. David Ruelle, çev. Deniz Yurtören, Tübitak Yay., Ank., 1996.
10. “Yeni gözlemler, yeni bilgiler ve birbirleriyle ilişkilendirilebildikleri takdirde eski bilgiler; tek tek toplumlar, hatta aslında insanlığın tamamı temelinde, çeşitli insan değerlerine ilişkin dağılımın çok ilginç bir özelliği olduğunu gösteriyorlar: Topluma baskıcı bir müdahale yapılmadığı hallerde insanlar, bütün dünyada, birbirinin tamamen zıddı değerlerden oluşan ikili uç noktalar arasında tam bir olasılık dağılımı oluşturacak biçimde kümeleşiyorlar. Daha açık bir anlatımla, sözgelimi yoksulluk-zenginlik bazında ele alındıklarında, insanların çok küçük kısmı aşırı zengin, çok küçük bir kısmı da aşırı yoksul oluyor (karşılıklı en uç iki noktada A ve E gelir grupları). Bu aşırı uçlardan sonra sıralamada bir yanda zenginler, öte yanda yoksullar bulunuyor (en uç noktaları izleyen bölümlerde karşılıklı olarak B ve D gelir grupları). Bunların sayısı aşırı zengin ya da aşırı yoksul olanlara oranla biraz daha fazla oluyor. Ama asıl çoğunluk ortada toplanıyor: Bunlar da, ne zengin ne yoksul olan insanlar oluyorlar (C üst ve C alt gelir grupları). Bir başka deyişle, birbirine zıt ikili değerlerin en güçlü olduğu uç noktalarda az sayıda insan bulunuyor; en zayıf olduğu ortada ise çok sayıda insan... Ama ortadaki çoğunluk bile bu değerler açısından hafif bir farklılaşma gösteriyor.
“Bu, tam anlamıyla simetrik olmayan yumuşak eğimli çan eğrisi, yani hiperbol ya da Küçük Prens’teki fil yutmuş boa yılanı benzeri olasılık dağılımı; evrende büyük sayılarla ifade edilebilen bütün oluşumlar için geçerli olduğu bütün fizikçiler ve bütün matematikçiler tarafından bilinen, ama her nedense bütün sosyal bilimcilerin ısrarla uzak durduğu bu olasılık dağılımı; insana özgü, farklılık gösteren hemen hemen bütün değerler (yaş, kilo, boy, zeka katsayısı, cinsellik, siyasi tercih, inanç vb.) için geçerli... Ve farklı insan değerlerine ilişkin bütün bu asimetrik yumuşak çan eğrileri, düz kenarları birbirine bitişecek biçimde biraraya getirilirse (ki bu bir zorunluluk; çünkü tek bir insan gibi insanlık da bir bütün), insanın ve insanlığın bütün özelliklerini birden kapsayan ve zaman içinde de hareket eden (değişen) üç boyutlu bir mekik oluşturuyorlar. Daha doğrusu şöyle söylemek gerekiyor: Birbirine zıt kutuplar oluşturan iki uçlu insan değerleri, olasılık olma durumundan çıkıp gerçeklik haline geldikleri zaman, ortaya mekik benzeri bir yapı çıkıyor. Zira, aslında her insanın, bu değerleri, iki uç noktasını da içerecek biçimde içinde barındırdığı varsayılıyor. Bu olgu da her insanı bir olasılıklar yumağı haline getiriyor (örneğin, çok yoksul biri, bir dizi olay sonucu zenginleşebiliyor ya da tam tersi olabiliyor: Hiçbir şey sabit ve mutlak değil ve hemen hemen herşey olası). Dolayısıyla tek tek her insanın, tek tek her olay karşısında nasıl davranacağı, ya da iki uçlu tek tek her seçeneğin hangi noktasında konumlanacağı konusunda bir belirsizlik var. Ancak şu da var: İnsanların gerçekleşmiş kararlarına ve yapılarına bakılarak, bu olasılıklara ilişkin bir dağılımdan ve dolayısıyla mekikten sözedilebiliyor. Öte yandan, yalnızca olasılıklar gözönüne alındığında, bu oluşumun, mekikten daha karmaşık bir yapısının olması, daha mümkün görünüyor. Ama her durumda, insanların, Batılı düşünürlerin Eflatun’dan bu yana öngördüğü gibi, iyiler ve kötüler, akıllılar ve aptallar, sermaye sahipleri ve mülksüzler, gelişmişler ve azgelişmişler türünden, çizgisel iki ayrı grup halinde değerlendirilmeleri ve belli değerlerle etiketlenip hiyerarşik bir düzen içinde sabit bir konumda tutulmaları asla mümkün değil... Hiç de, bir çizgi üstündeymişler gibi, ikiye ya da üçe ayrılmıyorlar insanlar. Geleceğe ilişkin kararlarıyla olduğu kadar yaşlanma ve ölümle değişen fiziksel yapılarıyla da tam bir belirsizlik yaratan insanlar, gerçekleşmiş kararları ve varolan yapıları çerçevesinde bile ancak, tek tek bütün birimleri hareketli ve zaman içinde değişken olan ve bütün insanlığı kapsayan bir mekiğin bazı birimlerinin oluşturulmasına katkıda bulunuyorlar.
“Kuşkusuz, çeşitli ikili değerlere ilişkin olasılık dağılımlarını yansıtan çan eğrilerinin ille de birbirleriyle örtüşmesi de sözkonusu değil... Yani en zengin olanlar aynı zamanda en zeki, en güzel, en uzun, en genç, vb.; en yoksul olanlar da aynı zamanda en aptal, en çirkin, en kısa, en yaşlı, vb. olmuyorlar. Zaten, eğer böyle olabilseydi, insanı ve insanlığı tanımlamak için mekik gibi temsili bir yapı aramaya gerek kalmazdı. İşte ancak o zaman, herşey düz bir çizgi üstünde sıralanabilirdi. Ama bu evrende düz çizgi yok. Düz çizgi, insan beyninin, evreni araştırırken işleri kolaylaştırmak amacıyla yarattığı bir kavram... Ve sosyal bilimciler; fizikçiler ile matematikçilerin bu yüzyılın başlarında öğrendiği bu gerçekten de hala habersiz görünüyorlar.
“Halbuki anlaşılan o ki, insanın düşüncesinde, insan topluluklarında ve devlet mekanizmalarında düzenli gelişme ya da evrim de, bu yapı, bu mekiksi yapı sayesinde mümkün oluyor. Değişiklik her zaman tek tek bireylerin düşüncesinde başlıyor. Bu bireyler, büyük olasılıkla, girişimcilik/statükoculuk olarak adlandırılabilecek, insana özgü bir değer ikiliğinin aşırı uçlarından birinde, girişimcilik ucunda durup da daha önce akıl edilmemiş bir takım yenilikleri akıl eden ve hayata geçirebilen insanlar oluyorlar. Sözkonusu yenilikler diğer insanların da işine yarayacak gibiyse, mekiğin girişimci kesimleri, bir ya da birkaç birey tarafından önerilen bu değişikliği, en ortalama insana ulaşıncaya kadar ağır ağır soğuruyorlar. Bu arada statükocu kesimin aşırı uçları da, yeniliğe kesin olarak karşı koymaya başlıyorlar. Bu tepki de, en ortalama insana ulaşıncaya kadar o uç boyunca ağır ağır yayılıyor. Böylece ortada, yani çoğunluğu oluşturan ve bir bölümünün az da olsa girişimci, diğer bölümünün ise az da olsa statükocu yanı ağır basan ortalama insan bazında bir buluşma ve bir çatışma oluyor. Eğer değişiklik kalıcı ve yararlı sayılan ve mekiği oluşturan diğer özelliklerle uyumlu bir değişiklikse, mekiğin statükocu yarısının direnişini aşmayı başarıyor; değilse, toplumun tamamı tarafından benimsenmiyor. Öyle zannediyorum ki, insan topluluklarında sağduyu diye tanımlanan özellik de işte, girişimci/statükocu karşı uçlar arasındaki bu denge durumu oluyor. Bu denge durumudur ki, insanların her yeniliğin peşinden koşturup telef olmalarını engellediği gibi, hiç değişmeden kalmalarına da olanak bırakmıyor.” Türkiye’nin ve Yerküre’nin Bugünü ile Yarını Arasında, Yönetim mekanizmasında Toplam Kalite Uygulaması, yaz. Bahar Öcal Düzgören, İst. 1996 (Kalder ile Yeni Yüzyıl gazetesinin ortaklaşa açtığı Siyasette Toplam Kalite Yönetimi konulu yarışmada üçüncülük ödülü alan bu makale Yeni Yüzyıl tarafından yayınlanacak).
11. Age. s. 186.
12. Aristo, Nichomachean Ethics, II. Kitap, çev. J.A.K. Thomson, Londra: George Allen ve Unwin Yay., 1953, s.66.
13. The Global Village, Marshall McLuhan ve Bruce R. Powers, Oxford University Press, New York, 1989. Bu kitabı Yerküresel Köy adıyla çevirdim. Çeviri, 1996 yılının Mayıs ayında bitti. Kitap, Yapı Kredi Yayınları İletişim dizisinden çıkacak. Türkçe baskı henüz gerçekleşmediği için alıntılar İngilizce aslından yapılmıştır.
14. “Figür ve zemin terimleri, 1915 yılı dolaylarında, görsel algılamanın parametrelerini tartışırken bu iki terimi kullanmaya başlamış olan Danimarkalı sanat eleştirmeni Edgar Rubin aracılığıyla gestalt psikolojisinden ödünç alınmıştır. Kültür ve Teknoloji Merkezi’nde biz, Rubin’in kullanımını, algılamanın ve bilincin tamanını içerecek biçimde genişlettik. Bütün kültürel durumlar, bir dikkat alanı ile (figür) çok daha büyük bir iç dikkat alanından (zemin) oluşmuştur. Aralarında, her ikisini de aynı anda tanımlayan bir sınır çizgisi ya da hudut ya da aralık bulunan bulunan bu ikisi, sürüp giden bir aşındırıcı oynaşma durumu içindedirler.” Age., s.5.
15. The Other Side of The Brain, III: The Corpus Callosum and Creativity, Joseph E. Bogen (M.D.) ve Glenda Bogen (M.D.), Los Angeles, Nöroloji Toplulukları Bülteni 34, sayı 4 (Ekim 1969).
16. Age. ss. 35-36.
17. Bu iddiaya Batılı bir kanıt arayanlar için, bkz. Sofi’nin Dünyası, yaz. Jostein Gaarder, çev. Gülay Kutal, Pan Yay., İst. 1995, s. 310.
* Ben bir bilim insanı ya da çağdaş anlamıyla bir filozof (Wittgenstein’ın tanımladığı cinsten) değilim. Kendimi olsa olsa bir “bilgi aşığı”, hatta “bilgelik aşığı” olarak değerlendirebilirim. Bu dahi alçakgönüllülük sınırlarını zorluyorsa, mitolojideki anlamıyla değil ama, bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en sevimli bilim ve bilimkurgu yazarı olan Isaac Asimov’un, Enayi Tuzağı adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olan öyküsünün kahramanı Mark Annuncio için kullandığı anlamda bir “mnenomik” olduğumu söylemekle de yetinebilirim. Bunun gerekçesini merak eden varsa, yalnızca, hasbelkader Ankara Fen Lisesi Fizik bölümü ilk mezunları arasında olduğumu, ODTÜ’de üç yıl yüksek fizik okuduktan sonra eğitimin kalitesinden umutsuzluğa düştüğüm için kadere karşı çıkarak okulu bıraktığımı, ardından değişik üniversitelerin değişik fakültelerinde en fazla birer yıl süreyle öğrenim görüp ayrıldığımı, en sonunda M.Ü. Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Y.O’yu bitirip akademik çevrelerle ilişkimi bütün bütüne kestiğimi; bu arada çok yer gezerek, bir sürü değişik işe girip çıkarak çok insanla tanıştığımı ve daima çok okuyup çok yazdığımı söyleyebilirim.