Monday 23 June 2008

Şiirler

BÖYLE İDİ:

ÇIRAK

Ben insanım usta
Her yerde ve her an yeniden
-Maya ederek eskiyi-
Yeniden yontmaktayım ben beni
Ki geleceği yapanım usta.

Kusur kusursuzdadır ki geleceği yoktur artık.

Ben insanım usta, sıkça
Yaptığımı da bozar yeniden
Yeniden yaparak
Bebelerin gül yüzünde gülışık
Dünden yarını olduruveririm de

Kalanlar kalırlar kaldıkları yerde.

Bahar Öcal Düzgören, 1980-1997/İstanbul


HESAP SORMALI BANA

Çekip gideceğim aranızdan
Bütün çizgilerim yatay
Yüreğimde hiçbir ağrı
Kime suçlu diyeceğimi bilemediğim zaman
-Hesap sormalı bana.-

Kan bürüdü gözlerini kentin
Silemedim izlerini, kan koktu
O kadardı.

Sokak lambalarının direklerinde intihar etti aydınlıklar
İpi dürmeye bile yetişemedim gözlerimle
Bir dilim ekmeğe satıldı aşk
İki ara bir sokakta
Ve zaman bulunamadı anlamaya
Herkes kendi adasında Robinson
Cuma ya da yok Cuma.

Hesap sormalı bana
Ama
Ben, tek bir kişi, ozan
Çekip gideceğim aranızdan
Dayanamıyorum artık, bunca yalnız
Üstelik belli ki tek suçlu ben
Aydınlığın yerini Prometheus'dan öğrenebilen.

Bahar Öcal Düzgören, 1981-1997/İstanbul

ÖLÜLER VE YİTEN SEVDALAR

Gözyaşları kefen oluyorsa
Ölülere ve yiten sevdalara
Dokusu, insanın yalnızlığı.

Atkısı, yaşanan yıllar
Çözgüsü, bir boşvermişlik, bir aldırmazlık
Kalpler kırılırken hiçbir ses duyulmaz ki
Yalnızca bir tıkırtı, tekdüze
Sonsuza değin işleyecek olan tezgahın gürültüsünde.

Oysa bu tezgahta
Gök iplik benden, şarabi senden
Sarı bir ölü, yeşil sevdalım
Mutluluğun ezgisi de dokunabilir
Ve o zaman ne ölülerimize kefen
Ne sevdalar yiter.

Bahar Öcal Düzgören, 1987-1997/İstanbul

SONRA BÖYLE OLDU:

20. YÜZYIL KENTİ

Bütün silecekleri çalışır tempolu
-Bir sağa bir sola
Bir sağa bir sola.-

Beton avurtlarında, yollu
Gözyaşlarının izi
Bedeli: Yitik anılar batakhanesinde
Bir şişe viskidir.
-Ödenir.-

Kendini ele vermeyen, tüm bataklıklar gibi
Püskürtür, püskürtür ve geri alır
Sarmal değil
Ama içiçe, ama ilintisiz
Daireler
-Kat kat-
Sorgulanmamalıdır.

-Tamirhanemiz bütün gün ve bütün gece
açıktır beyim!
-İyi!
Giz gibi...
Zaten kimin umurunda?

İsterik kahkahalar taşar
Karanlık ve girift sokaklarına
Tam gaz
Tam gaz ileri!

Ölümdür beklediği.

Bahar Öcal Düzgören, l988/Bodrum

BODRUM’DA BİR PRENSES: KARYALI

Çoğul takısı gibiydi-ler
Çok
Zamanı da bilmeyen yoklukta çok
Derinliksiz yüzeylerde çizik çizik
Ve kendi içselliğinde yitik.

İçiçeydi-ler herşeye rağmen
-Ahtapotun sekiz kolu bütün mönülerde salata
Ve sarmaşık ki yerden kurtulmuş, ama
Asalak
Sarmaldır-
Hem de ne, sarmaş dolaş
Yayılıp yayılıp yayılıpduru.

Denizin ve göğün mavisi esirgeyince, adı
Bağışlanmış çiçeğin
Güneşe kafa tutarken şıkırdayarak akı
Kirecin,
-Yeşille vuslat küllü erguvan çoğu-
Kimse sormaz:
Teni mi çekiyor Afrodit’in,
Yoksa aşk mı bu?

E hali gibiydi-ler ismin
Oklar; her yandan ağıp da
Mozole’ye ve Kale’ye ve Azmakbaşı’na,
Yalıkahve’nin yeni beton eteği bile
erişemezken artık denize
-Raşit ise şimdilerde
otogarın or’da bir yerde
bir işçi kahvesi işletmekte
ve Kürtler çoğunlukta-
Bütün yolculuklarda artık
Bir tadım da hüzün

Maviden griye
Maviden griye.

Balıkçı’nın ağını kasnaklayan bir ören yeri miydiki
Halikarnas?
İskele alabanda, klasiktir, çok da bilinir
Ve yelkenler fora
-Ah ner’de!
Siya siya
Hep siya siya-
Ama yine de bıkmaz ve usanmaz ki
Değişip değişip değişipduru.

Zaman kipi gibiydi-ler
Var mıdır yok mudur demeden ta içinde
İçinde zamanın
Leleg’mişli, Grek’dili bütün geçmişler
Ve şövalyeler ve korsanlar ve reisler
Ve ada göçmenleriyle adalara göçenler
Başta tel kırma, temel devransa sırtta
İşlenerek iplik tel
Ferah ferah işlenerek
En geniş zaman boyutlarında
Ulaşıyor şimdilere:
-Hal!-
Geliyorum geliyorsun geliyor
Geliyoruz geliyorsunuz geliyorlar
Bir de gelip gelip gelipduru
-Elbette!-

Hangi kahinin öngörüsüdür bu?
Alınların yazısı işte ki karşı tezi de
Çokluk mudur ve içiçelik mi, istek mi
Tercihler yaratmaz mı seçenekleri?
Herhalde o yüzdendir ki
Gelecek...
Nasılsa o, ha geldi ha gelecek
Ama yoo!..
Asla bilinemiyor gelecek.

Bahar Öcal Düzgören, 1992/Bodrum

KARGA KARGA GAK DEDİ

Kara kedinin gözlerinde bakışmıyordu gece
Sağda soğan,
-Doluyorsa bütün kent gecelerinin pembe sisi güğümlere;
Yoksa şiş göbekli karafakiler mi
Sürahiler, testiler, ibrikler mi uzun ve ince?..-
Solda sarmısak
-Yasadışı bir mavi, akıp gidiyor öylece.-

- Bitini kırdır da gel! dedi öğretmen,
- Kazıt saçlarını kökünden!
- Kırdır bitini,
- Kırdır da öyle gel!
- Yoksa ne işine yarar senin abece?

Öğretmen, öğretmen mi sahiden ?
Kim bilebilir!
Giyinmiyor ki ferace!
-Bilirse cinler bilir; o da belki...-
Ya da o belki
Tacı tahtı boşlamış
İktidarsız bir ece;
Telli duvaklıdır bu bilmece
Dökülüyor tel tel
- Dökülmeli tane tane
Tereyağlı pilavın pirinci-
Dökülüyor hece hece
İster yap ister yapma
-Zaten herşey görece.-

Üçer üçer bakışımsız
Ortadakiyse yakışıksız
Tam yedi tane de cüce;
Kara değil, kuru değil
Ama tapıyor yedisi de güce:
Ormanda ne varsa ve
Ormanda ne yoksa yüce
-Ağaçlar mı, kayalıklar mı, yarlar mı?
Yoksa karanlıkta ağlayan umarsız ruhlar mı?-
Biliyorlar ki bu,
Aslında bir gülmece
Yoksa kimin umurunda imece?

Kara kedinin gözlerinde bakışmasa da gece
Sarayında devrilip
Uyusa da bütün gün
Göbeği de kıçı gibi: İrice
Münasebetsiz mihrace,
Biliyor gibi çocuklar
Gülüyor gibi çocuklar
Nice günler geçiyor
Büyüyor bütün çocuklar,
Bırakamasalar bile kentleri
Dalıyorlar da kara-
-Ve inat olsun diye beyaz,
ki bütün karalar da sarıdır aslında;
yeşil, mavi,
pembe, kırmızı, turuncu, mor hatta-
-ormanın derinliklerine,
Piknik yapıyorlar ailece.

Bahar Öcal Düzgören, l993-1997/İstanbul


ŞİMDİYSE BÖYLE:


BİRİM İLE BÜTÜN

Uzak anı bile değil; belki yalnızca muğlak izlenimler…
Varoluşun bereketli sıvısı, yerin yüzüne çıkan boğaz…
Aniden, perdelenmiş bile olsa, ışığın sancısı ve diyorlar ki ol!
Olmuş olmalıyım, olurken olanlarla birlikte geleceğe akarak.

Kendimi ve kumu ve kayayı ve kabuğu ne zaman ayırdım birbirinden?
Kendimi ve damlayı ve dalgayı ve dalyanı nerede?
Kendimi ve yosunu ve yeşili ve yağmuru nasıl ayırdım birbirinden?
Kendimi ve balığı ve böceği ve börtüyü niye?

Ayıra ayıra tek olmak veyahut da ayırmayıp yek olmak…
Bir uçtan sökmeye çalışıp da öte yandan kopamamak…
Nedir ki tek bir damlayı bir diğerinden farklı kılan?
Yahut her bir saniyeyi bir öncekiyle bir sonrakinden?

Köpürerek geçen benim köprülerin altından.
Köprülerin üstünden aymaksızın geçen de ben.
Düş ile, merak ile; ip, odun ve taş ile kuran benim köprüleri.
Bora, taşkın, ateş ile ve umursamaz barut ile köprüleri yıkan da ben.

Uzak anı bile değil; belki yalnızca muğlak izlenimler…
Yokoluşun amansız gerçekliği, yerin birkaç metre dibinde bir çukur…
Aniden sınırları belirsiz bir karanlık; ve diyorlar ki rahmet…
Öleceğim, olduklarım ve olmadıklarımla birlikte geçmişe gömülerek.

Bahar Öcal Düzgören
İstanbul

HAL

Yontu taştan bileziğe gömülmüş bereli ayna,
Yine de bulut aynada, yine de ağaç, kıpır kıpır esinti,
Vurmakta gökte buluttan, ağaçta yapraktan kaçan tek tük ışınların şavkı
Kırık kuru dallardan teknelere ki sararmış yapraklardır yelkeni.
Yüzeyi gözler önünde de, derinliği ele verir mi acep gizini?

Ölesiye yorgun kabarcıklarla nefes alan, dipte birikmiş tortu mu yoğun,
Kurbağa leşinin üstünde şeffaf kanatlar çırpınırken belirtisi gibi bir başka yaşamın?
Balçıkla ve yosunun kesif, acı yeşiliyle sıvanmış taşlarda şimdi
Bir yığın sümüklü böcek ile aman vermez izi, insan yapısı geçici zamanın.
Yaşanmışlığı olası insanlı günlerse, ince sızı birkaç yürekte belki.

Bana gelince, sormuyorum asla; kim yontmuş bileziği, şadırvanı,
Kimin, kimlerin gölgesi düşmüş suya henüz berrak iken aynası,
Ne olmuş, kim ölmüş, ne zaman, nasıl, niçin değişmiş devran ki,
Bu kırık dökük görüntü kalmış geriye günü geçmiş umutlardan,
Çürüdükçe yenilenen ortam bir kere daha aslına avdet ederken usuldan.

Bahar Öcal Düzgören
İstanbul

KAVUŞMA

Anaforlarla coşuyor, menderesler yapıyor, çavlanlarda azıyor; deli ırmak, deli
Acaba hiç mi umurunda değil nerelerden geçtiği ve kime, nasıl, neler ettiği?
Yolun sonunda, hızı tükenmeden hedefe varmış ok misali keyifle saplandığı o çukur
Özünü dahi kandıran sükunet: ırmağın suyuyla beslenen gölün hareketsiz yüzeyi.

Irmak: doruklardaki kar, aydınlıktan yere inen, karanlıktan göğe fışkıran sular
Birken üç, üçken beş, beşken yedi; sızıntıdan pınara, çaydan dereye kadar
Her kaynaktan besleniyor; beslendikçe büyüyor, derinleşiyor ve yayılıyor
Zamanla iktidar: vadileri oyan ırmak, kayaları yontan şiddet, barajlar, taşkınlar.

Göl: mekanı ova, doğası tekdüze, suya hasret, suya aç, hevesle ırmağı beklemekte
Sanki herşey, her daim aynı da, bir tek, güneşin ısıttığı yüzeyini rüzgarlar ürpertmekte
Batağında sazların iniltisi, kıyısında sulanan yaban, derininde döllenen binlerce sır
Sabır abidesi mi; gücünü, durağanlığa adanmış gibi görünen bu duruştan mı edinmekte?

Deli ırmak, deli; dağın doruğundan gölün yamacına varana kadar herşey değişmeli
Köklerini besleyen toprak karışırken suya koca ağaç gövdeleri de onunla sürüklenmeli
Kırık dallar ve dökülmüş yapraklar taç olmalı başına ve deltada birikmeli topraktaki bereket
Çarkları döndürmeli; ışığı üretmeli; çiçeği de, böceği de, hayvanı da, insanı da o beslemeli.

Irmak bir oksa, göl onun hedef tahtası; hareket üretkense durgunluk doğurgan
Zamana karşı yarışta ırmak görünürde kayıtsız; bağrındaki yosunlarla göl sakıngan
Çakıl taşlarından yatak, güzellikten yoksun umarsız batak: su çekildi mi, geriye ne kalır?
Yol yorgunu ırmağın nefesini tutup bekleyen gölle kavuşması tek bir nokta, tek bir an.

Irmak göle koşuyor; gölün kuytusunda girdaplar, diyor: gel bana, gel, gel, gel, bana gel
Kavuşabildiğimiz o bir tek nokta var ya, durma; köpüre köpüre, coşa taşa, deli dolu gel
Ben, hasretinden kuruyorum; sense tükettin kendini hızla, hareketle, değişimle; biliyorum
Suyunu içime sal; koynumda dinlen bir an da güç topla; gel bana, gel, gel, gel, bana gel.

Bahar Öcal
04.05.2008/İstanbul

No comments: