Monday 23 June 2008

Kader İle İrade

EVRENDE GELECEĞE İLİŞKİN BELİRSİZLİĞİN İNSANOĞLU İÇİN YARATTIĞI OLASILIKLAR
YA DA
KADER İLE KADERE KARŞI ÇIKAN İRADE
*Bahar Öcal Düzgören
13-30.04.1997/İstanbul
Cogito, 11. sayı

Evrenin bugünkü yaşı, bilindiği kadarıyla ve dünya ölçüleriyle yaklaşık yirmi milyar... Günümüzde fizik biliminin en gelişkin kuramı, bundan yirmi milyar dünya yılı -1- kadar önce, “Büyük Patlama” adı verilen bir olayın ardından oluşmaya başlayan evrenin, belki şimdilik genişlemeye devam ettiğini, ama bir süre sonra muhtemelen bu genişlemenin duracağını, bunun ardından büzülmenin başlayacağını ve yine muhtemelen sözkonusu büzülme sonucunda da, daha şimdiden “Büyük Çatırtı” adı verilen bir çökmeyle birlikte yokolacağını söylüyor. Ama henüz bilim çevreleri tarafından dahi bütünüyle kabullenildiği iddia edilemeyecek olan bu kuram çerçevesinde bile, evrenin daha kaç milyar yıl boyunca varolacağı kestirilemiyor. En iyi tahmin, genişleme hala sürdüğüne, yani büzülme henüz başlamadığına göre, en az bir onbeş-yirmi milyar yıl daha varolmasının olası olduğu yönünde... (Fizik bilimine özgü jargonu konuşma diline çevirmek gerekirse, uzayın derinliklerindeki başka gök cisimlerinden dünyaya ulaşan ışık ışınları incelendiğinde, bu ışınların tayfında zaman içinde gözlemlenebilen belli belirsiz sapmaların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Sözkonusu ışık ışınlarının geldiği gök cisimlerinin, Büyük Patlama’nın gerçekleştiği varsayılan merkezden zaman içinde biraz daha uzaklaşmış olduklarını gösteren bu sapmalar, evrenin hala genişlemekte olduğunun kanıtı... Ama olaya bir de farklı açıdan yaklaşanlar var. Onlar da diyorlar ki, sözkonusu gök cisimleri çok uzakta olduklarından, ışık ışınlarının dünyaya ulaşması için geçen süre milyonlarca, hatta milyarlarca dünya yılı... Dolayısıyla büzülme başlamış ve büzülmenin kanıtı sayılabilecek sapmalar yapan ışık ışınları henüz dünyaya ulaşmamış olabilir. Üstelik evrenin genişleme ömrüyle büzülme ömrünün gerek mekan, gerekse zaman açısından bakışımlı/simetrik olacağı da veri sayılamaz. Bu yüzden, evrenin kalan ömrüyle ilgili olarak bugünden bir kesinleme yapmak hiçbir şekilde mümkün değil!..)
Öte yandan, ortalama ömrü ya da yaşama süresi yüz yılın (yirmi milyarın 2 yüz milyonda biri) bile altında olan; kısa bir süre önce aksi ispatlanmış olsa da zamanı hala çoğunlukla mutlak bir değer olarak benimseyen ve değişmez olduğunu varsaydığı bu değeri yıl, ay, hafta ve saatin de ötesinde dakika, saniye, salise gibi, evrenin en temel sabitlerinden biri olan ışık hızının yanında kıyaslanamayacak kadar; ihmal edilebilecek, görmezden gelinebilecek kadar minicik kalan parçalara bölmüş olan ve herşeyin zaman içinde belli bir sırayla oluştuğunu varsayan bir insan için, yirmi milyar yıl gibi bir niceliğin yalnızca algılanması bile çok zor...
Ama insanoğlunu anlayışsızlığından ötürü suçlamaya başlamadan önce şunu da hatırlamak gerekiyor: “Homo sapiens sapiens” olarak tanımlanan bugünkü modern insanın gerçek öncülleri ortaya bundan yalnızca elli bin dünya yılı önce çıktılar -2-. Ve kırk küsur bin yıl boyunca, içinden evrimleştikleri ve somut izlerini, en önemli uzuvları sayılan beyinlerinde bile hala taşıdıkları öteki canlı topluluklarından -3- bütün bütüne farklılaşmaya çabaladıktan sonra, 2 bin 5 yüz yıl kadar önce, kendilerini içinde buldukları ortama önemli bir tepki gösterdiler: İnsanoğlu, o kırk küsur bin yıl süresince, muhtemelen yine kendisi tarafından yaratılmış olan mitlere, ilk defa, bundan yalnızca 2 bin 5 yüz yıl kadar önce başkaldırdı ve kendi iradesini kullanarak evreni bizzat kendi beyin gücüyle anlamaya karar verdi. Bundan yalnızca 2 bin 5 yüz kısacık dünya yılı önce...
Ve bugün anlaşılan o ki, başkaldıran insanoğlu, o gün, zaman ile mekanı mutlak, değişmez değerler olarak kabul ettiği için, işe hata yaparak başladı. Çünkü evrende hiçbir şeyin değişmediğini söyleyen Parmenides’i Eflatun, Eflatun’u Aristo ve diğerleri izledi. Taa 17. yüzyıla, yani Newton’a kadar Batı felsefesi ve bilimi, zamanı ve uzamı mutlak ve çizgisel değerler olarak kabul etti. Ve Newton, uzamın mutlak değer olmadığını kanıtladı. Ama bizzat Newton tarafından da benimsenen zamanın mutlak olduğu yönündeki inanç taa 20. yüzyılın başına, yani Einstein’a kadar sürdü. Ve Einstein zamanın da mutlak olmadığını kanıtladı. Ama bunu da, bugün bile, dünya yüzünde yaşamakta olan 6 milyar kadar insandan pekazı biliyor; dahası, bunun olası nedenleri ve sonuçları üstünde yalnızca birkaç kişi fikir yürütebiliyor. Newton mekaniğini bilenlerin sayısı elbette daha fazla olduğu halde, onların da uzamın mutlak olmamasından ne anladıkları belli değil... Çizgisellik konusu ise çok daha az tartışılıyor.
Halbuki, tek tek bütün insanlar ya da insanların çoğu algılıyor olsalar da olmasalar da ve bu anlamda öncülleri sayılabilecek varoluşçular gibi postmodernistler de -4- kabul etseler de etmeseler de, 2 bin 5 yüz yıldan beri birbiri ardınca binlerce, onbinlerce değişik insan tarafından yapılmış ve yapılmakta olan mantık yürütmeler, gözlemler ve deneyler, yine de bir evrenin varolduğunu ve bu evrenin bütüncül olduğunu ve bu bütüncül evrenin uzam/zaman boyutlu bir yapısı bulunduğunu; ama uzamsal ve zamansal değerlerin, evreni gözleyen gözlemcinin durduğu yere ve zamana göre değişkenlik arzettiğini; üstelik evrende, yapısı ya da uyduğu yasalar gereği her değişim aşamasında pekçok olasılığın ortaya çıktığını ve her aşamada bu olasılıklardan yalnızca bir tanesinin gerçekleştiğini, ama bu seçenekli durumun evreni, gerek uzam gerekse zaman açısından çizgisel olmayan bir olasılıklar evreni haline getirdiğini; bütün bunların da şu anlama gelebileceğini kanıtlar nitelikte: Evrende, artmakta olan düzensizliğe rağmen bir düzen de var; başka bir deyişle, karadelikler örneği ne olduğu açıklanamayan ve muhtemelen hiç açıklanamayacak olan kaosun yanısıra, belki de günün birinde bütünüyle açıklanabilecek olan kozmos da evrende hükmünü sürdürüyor ve içinde üreyen insan ya da insan beyniyle ve eliyle oluşturulmuş düşünce ve teknoloji ürünü yapılar dahil bütün diğer şeyler gibi evrenin bizzat kendisi de doğmuş, büyüyor; gün gelecek yaşlanacak ve sonunda ölecek! Ama bu, yalnızca bir olasılık!..
2 bin 5 yüz yıl kadar süren bir düşünme, mantık yürütme, gözlem yapma ve deneme temrininden sonra bugün, hem zamanın hem de uzamın, Parmenides’in zannettiği gibi mutlak olmadığı, hiç değilse fizikçiler tarafından kabulleniliyor. Fizikçiler artık, evreni gözlemleyen kişinin durduğu yere ve zamana bağlı olarak, evrenin kütlesiyle ya da yaşıyla ilgili farklı sonuçlar alınabileceğini kesin olarak biliyorlar. Tıpkı bir insanı zaman içinde gözlemleyen birinin, bir yandan kendisi de değişe ve yaşlanadururken, gözlemlediği kişiyle ilgili olarak bebekliğinde farklı, ergenliğinde farklı, olgunluğunda farklı, yaşlılığında farklı sonuçlar alması gibi: Boyu ve kilosu gibi fizyolojik özellikleri de farklı olur, yaptıkları da... Hatta kokusu, rengi, hatta hatta yetenekleri bile farklı olmaz mı?... Ve fizikçiler, en azından bir kısım fizikçiler, tıpkı tek bir insan gibi evrenin de gerek geçmişinde, gerek bugününde ve gerekse yarınına ilişkin olarak pekçok seçenek bulunduğunu da kavramış bulunuyorlar.
Aslına bakılırsa bunu, sıradan insanlar da seziyorlar. Çünkü sıradan insanlar, herşeyden önce, kendilerini uzam ve zaman içinde bir bütün olarak algılıyorlar. Çünkü belli bir zamanda ve belli bir mekanda doğan, büyüyen, ölen ve doğduktan kısa bir süre sonra büyüyeceğini, yaşlanacağını ve sonuçta öleceğini veri olarak kabullenen sıradan bir insan, uzam içinde nasıl üç unsurdan oluşan bir yapısı (en, boy, yükseklik) varsa, zaman içinde de yine üç unsurdan oluşan bir yapısı (geçmiş, hal, gelecek) olduğunu ister istemez kavradığı gibi, varoluşuna ilişkin bu iki boyutun, yani uzamla zamanın birbirinden ayrılamayacağını da zımnen biliyor. Çünkü bütün o bilimkurgu filmlerine, dizilerine, öykülerine, romanlarına inat, ne uzamın boyutlarından tek bir tanesinde, ne de zamanın içinde gezintilere çıkması sözkonusu olabiliyor. Ve çünkü en sıradan bir insan bile, ne kadar kolaya kaçma eğiliminde olursa olsun, habire çatallanan yol başlarında, seçeneklerden bir tanesi doğrultusunda bir takım kararlar almak, en azından çoğunluğun verdiği kararlara uymak yönünde bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Çünkü evrenin geçmişi ve geleceği gibi, sıradan bir insanın da geçmişiyle birlikte geleceği de bir takım olasılıklardan ibaret bir belirsizlik içeriyor. Kimse geçmişi tam anlamıyla bilemiyor ve kimse geleceğinden hiçbir şekilde emin olamıyor!
Sıradan ya da değil insanoğlu, özellikle fizik ve biyoloji bilimleri çerçevesinde geliştirilen son kuramlardan anlaşıldığı kadarıyla, belki de tamamen farklı yasaların geçerli olduğu bir başka evrende varlık kazanmış ve gelişmiş olan bir karadeliğin en yoğunlaştığı anda patlaması sonucu ortaya çıkan bu evrende, kaçınılmaz olduğu anlaşılan büyük evrim sürecinin, şimdilik en son doğal ürünü...
Daha açık bir anlatımla, içinde yaşadığımız evrende, insanın en yakın atası maymun ise, en uzak atası da yoğun enerji ile maddenin, atomdan da, hatta elektrondan da çok küçük olan parçacıkları... Çünkü evrenin başlangıç aşamasında, yani Büyük Patlama’nın hemen öncesinde ve hemen sonrasında, yoğun enerji ile bir miktar atomaltı parçacık dışında hiçbir şey yok!..
Bu durumda, fiziksel, kimyasal ve biyolojisel ortamların bugünkü zengin çeşitliliğine de bakarak, Büyük Patlama’yı, önce fizik bağlamında bir evrimin, ardından kimya bağlamında bir evrimin ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrimin izlediği söylenebilir. Zaman içinde birbirini izleyip duran ünlü fizik kuramcılarının şimdilik sonuncusu olan Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabında şöyle diyor:

“...1929 yılında Edwin Hubble bir dönüm noktası olan gözlemini gerçekleştirdi: Hangi yöne bakarsak bakalım, uzak yıldız kümeleri hızla bizden uzaklaşıyordu. Başka bir deyişle evren genişliyordu. Bu demekti ki, eskiden cisimler birbirine bugün olduğundan daha yakındılar. Gerçekten de öyle görünüyordu ki, yaklaşık on ya da yirmi milyar yıl önceki bir anda, tüm cisimler tek bir noktadaydılar ve bundan dolayı evrenin yoğunluğu o anda sonsuzdu. Bu buluş, evrenin başlangıcı sorusunu en sonunda bilimin alanına soktu.
“...Tam büyük patlama anında evrenin sıfır büyüklükte ve bu nedenle sonsuz sıcaklıkta olduğu düşünülür. Ama evren genişleyince ışımanın sıcaklığı düşer. Büyük Patlama’dan bir saniye sonra yaklaşık on milyar dereceye düşmüş olmalı. Bu, güneşin özeğindeki sıcaklığın yaklaşık bin katıdır ama bu denli yüksek sıcaklıklara hidrojen bombası patlamasında da erişilebilir. Bu anda evren, çoğunlukla foton, elektron ve nötrinolar ile bunların karşıparçacıklarından, bir miktar da proton ile nötrondan oluşur -5-.”
Eğer böyleyse, evrende enerji ile maddenin, bir kısmı artık bilinen, bir kısmı hala bilinmeyen bir takım yasalar çerçevesinde etkileşimi, yaklaşık yirmi milyar yılda insanoğluna kadar ulaşan kesintisiz bir evrim süreci yaratmış oluyor. Salt enerji ve maddeden, düşünebilen, üretebilen, irade sahibi olan ve kaderi değiştirme iddiasını taşımaya başlayan insanoğluna... Tartışmasız, muazzam bir değişim bu: Ama insan açısından yaklaşık yirmi milyar dünya yılında oluşmuş; ağır ağır, aşama aşama oluşmuş. O kadar ki, Amerikalı yazar Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan olarak Türkçe’ye çevrilen kitabının adında bile kendini belli eden iddiasının tam tersine, insanoğlunun yeryüzündeki serüveni henüz başlangıç evresinde sayılabilir -6-.
Fizik bağlamında bir evrim, ardından kimya bağlamında bir evrim ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrim... Eğer başlangıçta çok miktarda enerji ile Hawking’in sözünü ettiği taneciklerden bile binlerce defa daha küçük olan atomaltı tanecikler dışında hiçbir şey yok idiyse ve eğer bugün, mümkün olan her biçime bürünmüş ve mümkün olan her biçimde hareket eden ve özünde bütün o tanecik ya da parçacıklar ile enerjinin kaynaşmasından oluştukları halde birbirinden yine de farklı birçok şey var ise, fizik bağlamında bir evrimin varlığı hakkında kuşkuya düşmek herhalde sözkonusu olamaz.
Ve yine eğer başlangıçta elementler yok idiyse, hatta elementlerin içinde gelişeceği bir ortam bile yok idiyse, fiziksel evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla kimyasal evrim aşamasına geçilmiş olduğunu düşünmek de herhalde yanlış değildir. (CNN televizyonu, 1995 yılında bir gün, Edwin Hubble’ın adı verilerek dünya çevresinde bir yörüngeye yerleştirilmiş olan ilk uzay teleskobunun çok önemli bir gelişmeyi izlemeye başladığını haber verdi: Bir galaksinin oluşumu. Bu olay, evrenin çok uzak bir köşesinde ve on milyar yıl kadar önce meydana gelmişti. Aramızdaki mesafe o kadar büyüktü ki, ışığın, saniyede yaklaşık 3 yüz bin kilometre olan hızıyla bile görüntüsünün bize ulaşması yaklaşık on milyar yıl sürmüştü. CNN muhabiri genç bir astrofizikçiye bu olayın, dünyada sürdürülen çalışmalara nasıl bir katkı yapacağını sordu. Genç kadın sevinç içinde, elementlerin, Güneş benzeri yıldızların oluşumu sırasında meydana geldiği ve daha sonra yine aynı yıldızların patlaması sonucu evrene dağıldığı yolundaki kuramın böylelikle doğrulanmakta olduğunu söyledi. CNN muhabiri bu kez şu soruyu sordu: “Bu olayın sokaktaki insanı ilgilendiren bir yanı var mıdır?” Astrofizikçi ise şöyle dedi: “Bu olayın herkesi ilgilendiren bir yanı vardır. Çünkü bu olay, hepimizin yıldız tozlarından oluştuğunu kanıtlıyor.”)
Ve bir kez daha, eğer başlangıçta diğer şeylerle birlikte gezegenler de yok idiyse, ancak gezegenler ortaya çıktıktan ve kimyasal evrim son aşamasına girdikten sonradır ki niteliksel bir sıçramayla biyolojisel evrim aşamasına geçilmiş olduğunu söylemek de herhalde mantıklı olur.
Anlaşıldığı kadarıyla evrenin başlangıcı olarak belirlenen Büyük Patlama’nın şiddetiyle, maddenin en küçük birimleri olarak nitelendirilebilecek ve elektrondan da belki yirmibin kez, belki de daha küçük bir takım tanecikler, çok büyük, ışık hızı kadar ya da ışık hızı dolaylarında hızlarla ve her patlamada olduğu gibi aşağı yukarı eşit bir dağılmayla, zaman ve uzam içinde yol almaya, başlangıç noktasından uzaklaşmaya başlıyorlar. Hız çok büyük, kütle ise çok küçük olduğu için yolculuk çok uzaklara uzanıyor.
Bu sürecin ilk birkaç saniyesinden başlayarak değişik aşamalarında, sözkonusu tanecikler, yoğun enerji etkisiyle şu ya da bu biçimde birleşerek, yavaş yavaş ve birbirinin ardısıra, elektronları ve protonları; elektronlar, protonlar ve varsayımsal tanecikler olan nötronlar birleşerek, orbitinde tek bir elektron bulunan en yalınından (hidrojen), orbitalinde yüz küsur elektron bulunan en karmaşığına kadar atomları ve dolayısıyla saf madde olarak kabul edilebilecek elementleri; atomlar birleşerek molekülleri ve dolayısıyla inorganik ya da organik, önce cansız, sonra canlı her tür maddeyi oluşturuyorlar.
Böylelikle önce farklı farklı yıldızlar, sonra bu yıldızların çevresinde dönüp duran farklı farklı gezegenler ya da astreoyitler ve son olarak da hiç değilse bazı gezegenlerin çevresinde dönüp duran farklı farklı aylar ve farklı farklı diğer birçok yapı; güneş sistemlerini, galaksileri/gökadaları, nebulaları/bulutsuları; arada göktaşlarını, kuyruklu yıldızları ve diğerlerini oluşturacak biçimde, ağır ağır ve birer ikişer ortaya çıkıyorlar. Evrende yirmi milyar dünya yılı boyunca oluşan bu milyarlarca gezegenden ve aydan hiç değilse birinde, yani üstünde yaşadığımız Yernküre’de, evrimin, düşünme yeteneğine sahip, akıllının akıllısı “homo sapiens sapiens” türüne kadar ulaştığını, başka hiçkimse bilmese bile, insanoğlu biliyor.
Bu arada, yine aynı süreçte, bir başka gelişme daha yaşanıyor: Evrende, bir yanda madde, derinlemesine ve düzenli bir biçimde, bazı yasalara uyarak değişime uğrar ve evrimleşirken; öte yanda aynı yasalar; ışık dahil çevresindeki herşeyi yutan ve asla sır vermeyen ve muhtemelen hiç vermeyecek olan, irili ufaklı karadeliklerin de ortaya çıkmasına neden oluyorlar. O halde, bir yanda gözle görülür bir düzen, yasalar, o yasalar çerçevesinde gerçekleşen bir gelişme, evrim sözkonusuyken, diğer yanda ne olduğu kavranamayan, açıklanamayan bir düzensizlik, sanki evreni dengelemeye başlıyor. Başlangıçta yalnız kozmos, yani düzen varken, gelişme sırasında düzensizlik, yani kaos da ortaya çıkıyor. Daha doğrusu evrende kozmos ile kaos içiçe geçiyor. Evrim, düzenin içinde düzensizliği yaratıyor.
Hawking’in sezdiği bir başka gerçeklik daha var: Geliştirdiği kurama göre, evrenin Büyük Çatırtı sonucu ortadan kalkması, çok kısa bir süre öncesine kadar zannedildiği gibi herşeyin sonu olmayacak. Çünkü evrende, kozmos nasıl kaosu içinde büyütüyorsa, kaos da kozmosu içinde büyütmekte... Bu durumda, kozmos ile kaos arasındaki bu ilişki sayesinde, yine tıpkı tek bir insanda olduğu gibi evrenin de, kendi varoluşunun içinde, bir yandan kendi ölümünün tohumlarını taşırken, öte yandan da, kendi ölümünün ardından yaşamayı sürdürebilecek “bebek evrenler” üretme gücüne sahip olması olasılığı var... Karadeliklerin herbiri, belki de, potansiyel birer bebek evren -7-...
Bu tahmin, bir başka tahminin daha yapılabilmesine olanak sağlıyor: O halde belki bizim evrenimiz de, bir başka zamanda, bir başka mekanda üretilmiş bir gerçeklikten başka birşey değil!.. Nitekim Hawking, şimdilerde, evrenin gerçek zamanı dışında bir başka zamanın, olasılıkla kısa evren zamanını da kapsayan daha geniş bir zamanın olabilirliğini de kanıtlamaya uğraşıyor.
Ama bütün bunlar, evrenin geçmişine ve bugününe ve geleceğine ilişkin belirsizliği ortadan kaldırmıyor. Çünkü Büyük Patlama’nın o ilk birkaç saniyesi, belki birkaç dakikası içinde ortaya çıkan ve bugün de evrenin kütlesinin büyük bölümünü oluşturduğu düşünülen minik taneciklerle ilgili bir sorun var... Hawking’in fiziğin diliyle anlattığı sorunun özü şu: Bu tanecikler o kadar küçükler ki, inceleme amacıyla, ışık mikroskobundan yararlanılarak üstlerine bir tek foton bile düşürülse, o foton o taneciklerin yanında dev gibi kalacağından, hızlarında ya da enerjilerinde gözardı edilmesi mümkün olamayacak sapmalar olması kaçınılmaz... Hawking, bu olgunun sonucunu Zamanın Kısa Tarihi’nde şöyle açıklıyor:

“Genel olarak, kuvantum mekaniği bir gözlem için tek ve kesin bir sonuç öngörmez. Bunun yerine bir takım olası sonuçlar öngörür ve herbirinin ne kadar olası olduğunu söyler. Yani, başlangıç durumları aynı olan bir sürü benzer sistem için ölçüm yapıldığında, ölçümün sonucu bir bölüm için A, bir bölüm için B, vb. bulunur. Sonucun yaklaşık kaçta kaçının A ya da B olacağı hesaplanabilir; ama herhangi bir ölçümün kendine özgü sonucu önceden bilinemez. Kuvantum mekaniği böylece bilime, kaçınılmaz bir bilinemezlik ya da gelişigüzellik öğesi sokmuştur -8-.”
Evrenin durumu bu da, insanın durumu çok mu farklı?..
Bilindiği gibi her insan, eylemin temelinde aşk olsun olmasın, bir erkek sperminin bir kadın yumurtasını döllemesi sonucu varoluyor. Erkek her atımda 3 yüz ya da 4 yüz milyon (bir yanlışlık olmasın; rakamla: 300 ya da 400.000.000) tane sperm bırakabiliyor. Kadın ise ayda bir kez ve en çok iki yumurta üretiyor. Erkeğin her sperminde, kendi özelliklerini taşıyan kırkaltı kromozomdan rasgele yirmiüç tanesi yeralıyor. Kadının yumurtasında da keza... Hangi spermde ya da hangi yumurtada hangi yirmiüç özelliğin bulunduğunu saptamaya olanak bulunmuyor. Çünkü, birincisi, sperm sayısı akıl almayacak kadar fazla; ikincisi, kuvantum mekaniğine konu olan tanecikleri akla getiren bir biçimde, mikroskop altında incelenmeye alınmaları halinde, herhangi bir spermin ya da yumurtanın döl verme olanağı kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor.
Bu nedenledir ki, her insanın kendisini vareden döllenmeden önce de bir geçmişi olduğu halde, yaşandığı sırada bu geçmiş, bir takım olasılıklardan ibaret bir belirsizliğin ardına gizleniyor. Ve bu belirsizlik, her insanın geleceği konusunda da bir belirsizlik yaratıyor.
Genel olarak bakıldığında tek tek her insanın kader çizgisi belli: Doğacak, bir süre yaşayacak ve ölecek! Ama doğacak olan kim?.. Ne zaman ve nerede doğacak?.. Nasıl biri olacak?.. Ne kadar yaşayacak?.. Yaşadığı sürece neler öğrenecek?.. Ne düşünecek?.. Neye inanacak?.. Neler üretecek?.. Nasıl, nerede ve ne zaman ölecek?.. Bunların hiçbiri belli değil!.. Bu doğacak olan, bir başkasına ya da başkalarına döl verecek mi: Bu da belli değil!.. Tek tek insanlar bazında geleceğin bilinmesi hiçbir şekilde mümkün değil!.. O kadar çok olasılık sözkonusu ki (tek bir döllenmede yaklaşık yetmişdört milyar) tahmin yürütmek bile mümkün değil!..
Ama çok sayıda insan sözkonusu olduğunda, büyük sayılar için geçerli olan olasılık kuralları çerçevesinde belli olan şeyler de var: Nüfus artış oranının ya da ölüm oranının ne olduğu, zaman içinde çizgisel veri birikimiyle saptandığı zaman, her toplulukta bir sonraki yıl içinde doğacak çocuk sayısı ya da ölecek insan sayısı kestirilebiliyor. Keza, doğanlardan cinsiyetleri de yaklaşık olarak biliniyor. Doğan çocuklardan kaçının hastalık, kaçının kaza sonucu öleceği; kaçının okula gideceği, kaçının gitmeyeceği; kaçının köyde, kaçının kentte yaşayacağı ve daha birçok şey, önceden pekala bilinebiliyor. Bu durumda şu söylenebilir: Tek tek insanlar bazında, gelecek hakkında hiçbir şekilde hüküm yürütmek mümkün olmasa da, doğru veriler baz alındığı takdirde, insan topluluklarının, daha doğrusu tüm insanlığın geleceği hakkında tahminler yapmak, daha doğrusu, Hawking’in dediği gibi “olası durumları önceden hesaplamak” pekala mümkün... Ama evren gibi insanlık bazında da geleceği kesin olarak bilmek hiçbir şekilde mümkün değil...
Belirsizlik ve olasılıklar... Kuvantum mekaniği ile genetik bilimi ortaya çıkmazdan önce hemen hemen yalnızca kumarbazların ilgisini çekmiş olan olasılık kuralları -9-... Yalnızca büyük sayılar için geçerli olan, ama büyük sayılar sözkonusu olduğunda da, rasgelelik ya da gelişigüzellik gibi görünen birçok şeyin aklın kavrayabileceği bir düzeni bulunduğunu kanıtlayan olasılık kuralları... Belirsizlik ilkesiyle birlikte evrimin temelini oluşturan ve hayatı anlamlı kılan olasılık kuralları... O kurallar yüzündendir ki birbirlerinden çok farklı olan insanlar, tek tek özellikleri açısından, yalnızca zaman içinde değil mekan içinde de çan eğrileri oluşturacak biçimde bir bütünlük arzedebiliyorlar -10-.
Ve belirsizlikler ile olasılıklar temelinde sürüp giden evrim... Tek bir insan bağlamında evrim sürecini izlemek çok kolay... Sürecin temelinde, kendi etrafına dolanmış ip merdivene benzer yapısıyla canlı yaşamın şifresi olan DNA molekülü var: Döllenme öncesinde, kendini, ortadan dikine ikiye ayrılmış olarak spermin ve yumurtanın içinde üretmiş olan iki ayrı DNA molekülü... Döllenme, anneye ve babaya ait olan ve hangi özellikleri taşıdığı bilinmeyen bu iki yarının birleşmesine yol açıyor. Ve her birleşme değil, ama her döllenme sırasında ortaya bir evrim olasılığı çıkıyor... Çünkü tam o anda, birleşmeye çalışan iki yarım DNA molekülünden bazı moleküller kopup gidebiliyorlar. Ya da karşılıklı bağlanması gereken uçlardan bir-ikisinde bir karmaşa yaşanabiliyor: İki yarım DNA molekülünün açık uçları, bağlanmaları gereken yere değil de başka bir yere bağlanabiliyorlar. Böylece temelde anasının bir kısım, babasının bir kısım özelliklerini taşıyan, ama ayrıntıda ve büyük olasılıkla çok küçük bir ayrıntıda, anababası gibi bütün diğer insanlardan da farklı bir insan, bir değşinik/mutant dünyaya gelebiliyor. Ve çoğu zaman bu değşiniğin, geçerli olan doğa ve toplum koşullarında yaşama şansı olmuyor. O taktirde döl vermeden ölüp gidiyor. Zaten döl verse bile, sahip olduğu ayrıcalığı kendi çocuklarına geçireceği de veri değil... Çünkü spermler ve yumurtalar, anababanın özelliklerinden yalnızca rasgele yarısını taşıyabiliyorlar. Kaldı ki şans eseri bu değşinimi/mutasyonu taşıyan bir sperm ya da yumurta sözkonusu olsa bile, bunun çocuğa geçmesi yine de kesin değil... Çünkü değşinimin kalıcı olması için çekinik/resesif değil, başat/dominant özellikte olması gerekiyor.
Dünyada hergün yüzbinlerce bebeğin doğduğu düşünüldüğünde bütün bunlar şu anlama geliyor: Bu kalabalık içinde bir yerde, saçlarının yarısı mor, yarısı yeşil bir bebeğin, başka bir yerde sırtında kanatları bulunan bir bebeğin, daha başka bir yerde de telepati yeteneği bulunan bir bebeğin dünyaya gelme olasılığı yok değil... Ama evrim, bu olasılıkların ortaya çıkmasından ibaret de değil... Bu değşinik/mutant bebeklerin bir evrim sürecini başlatabilmeleri için, öncelikle doğmayı, sonra yaşamayı becermeleri; ardından döl vermeleri ve döl verdikleri zaman da sahip oldukları özelliği kendi çocuklarına geçirebilmeleri gerekiyor. Bütün bunlar da o kadar kolay değil...
Evrim süreciyle ilgili olarak gözönünde bulundurulması gereken bir nokta şu: Muhtemelen enerjinin sakınımı ve entropinin artması; yani termodinamiğin iki yasası çerçevesinde, bir ortamda düzenliliğin artması düzensizliği en olası durum haline getirirken, düzensizliğin artması da düzenliliği en olası durum haline getiriyor. Düzen ve düzensizlik: Kozmos ve kaos da böylelikle, artarda birbirlerinin öncülü ve ardılı oluyorlar. Bir anlamda kozmos kaosu, kaos da kozmosu tekrar tekrar üretip duruyorlar. Ama ne kozmos bir önceki kozmos oluyor ne de kaos bir önceki kaos... Süreç ilerledikçe her bir aşamada kozmosta daha üst düzey bir kararlılık ya da denge; kaosta ise daha üst düzey bir kararsızlık ya da dengesizlik durumu ortaya çıkıyor. Zira daha alt düzeydeki kararlılık ya da kararsızlık olasılıkları, bir önceki aşamada tüketilmiş bulunuyor. Evrende oluşan değişikliklerde gözlemlenen ve şimdilik gelişme yönünde olan bu eğilim sürece olumlu anlam yüklenmesinin, yani evrim denmesinin de gerekçesini oluşturuyor.
Hawking, düzen ve düzensizlik arasındaki ilişkiyi, Zamanın Kısa Tarihi’nde şöyle aktarıyor:

“Bir dizgenin küçük sayıda düzenli durumdan başladığını düşünelim. Zaman ilerledikçe dizge, bilimin yasalarına uygun evreler geçirecek ve durumu değişecektir. Daha sonraki bir zamanda, dizgenin düzensiz bir durumda olma olasılığı, düzenli bir durumda olma olasılığından daha yüksek olacaktır, çünkü düzensiz durumların sayısı düzenli durumların sayısından daha fazladır. Şu halde dizge, ilk koşul olarak yüksek dereceli bir düzene sahipse, düzensizlik zamanla artma eğilimi gösterecektir.
“Bir yap boz bulmacasında, parçaların kutunun içinde ilk başta bir tablo oluşturacak şekilde dizildiklerini varsayalım. Kutuyu sallarsanız parçalar başka bir şekilde dizileceklerdir. Bunun, parçaların anlamlı bir tablo ortaya çıkarılmadığı düzensiz bir durum olma olasılığı, çok daha fazla sayıda düzensiz diziliş olduğu için, doğal olarak daha yüksektir-11-...”
Aristo ise Etik’te buna benzer bir durumu şöyle özetliyor:

“...Birden çok daha fazla yanlış yoldan gitme olanağı vardır... Ama doğruyu yapmanın tek bir yolu bulunur. Yanlış yapmak bu yüzden kolay; doğruyu bulmak ise bu yüzden zordur; boğanın gözünü hedef aldığınızda kaçırmak kolay, isabet ettirmek zor olur -12-.”
Süreci irdelerken şunu da akılda tutmak gerekiyor: Evrimin özgün mekanizması gereği, cansız olsun canlı olsun; insan olsun, insan eliyle üretilmiş olsun, olasılık olmaktan çıkarak çoğalmaya ya da üremeye uygun bir kararlılık kazanmış olan her yapı, daha önceki aşamalarda kararlılık kazanmış olan yapıların neredeyse tümüyle birarada varoluyor. Evrim, daha önceki aşamalarda kararlılık kazanmış olan daha basit yapıları, daha karmaşık yapılar ortaya çıktı diye hemencecik yoketmiyor. Üstelik, yine evrensel yasalar gereği, basitten karmaşığa bütün yapılar da, değişik birlikler, hatta sistemler oluşturacak biçimde kendi aralarında biraraya gelebiliyorlar ve bu birliklerin ya da sistemlerin de ayrıca evrimleşmesi sözkonusu olabiliyor. Yani belli bir yoğunluğa ulaşmış nicelik değişiklikleri de bazen niteliksel değişikliklere yolaçabiliyorlar. Mesela çokhücreli canlıların, biraraya toplanmış olan tek hücreli canlıların evrimleşmesiyle ortaya çıkmış oldukları kuvvetle tahmin ediliyor.
Böylece, bütün bu geçmiş ve gelecek aşamalara ilişkin olasılıklar ve birbiri ardınca kararlılık kazanmış, çoğalmakta ya da üremekte olan yapılar ve bu yapıların oluşturduğu evrimleşen birliklerle, sistemin bütünü de bu arada, çözümlenmesi gitgide güçleşen bir yoğunluk ve derinlik kazanıyor.
Bütün bu gerçekler gözönünde alındığında ve insanlık da, evrensel evrimin ürünü olan tek tek insanların oluşturduğu bir birlik, daha doğrusu karmaşık yapısıyla bir sistem olduğuna göre, onun da evrimleşen bir yapı olduğunu iddia etmek mümkündür gibi görünüyor. Ve şu soruyu da sormak gerekiyor: Acaba insanın en önemli ürünü olan düşünce de insanlık bazında ağır ağır evrimleşiyor mu?
Herhalde düşüncenin evrimi sayesindedir ki zamanın, daha doğrusu uzam/zamanın yapısının Batı felsefesi bağlamında zannedildiği gibi diyakronik mi, yoksa Doğu’nun çoktan sezdiği gibi senkronik mi olduğu; yani herşeyin birbirini izleyen, ardışık, ayrı ayrı anlarda ve ayrı ayrı mekanlarda mı, yoksa aynı anda, çok merkezli tek bir mekanda mı gerçekleştiği; kısacası çizgiselliğe karşı dairesellik ya da daha doğru bir deyişle küresellik bile yavaş yavaş hiç değilse tartışma gündemine giriyor.
Marshall McLuhan, Bruce R. Powers’la birlikte yazdığı, işbirliği ürünü son kitabı Global Village/Yerküresel Köy’de -13- şunları söylüyor:

“Yunanlılar ve Romalılar tarih duygusunu (diyakronik olanını), parçalara bölmek suretiyle zaman ile, rasyonel bir denetim aygıtı olarak başa çıkabilmek için icat etmişlerdir -14-.”
Beynin sağ ve sol yarıkürelerinin farklı işlevleri ve sözkonusu iki yarıküre arasındaki; ya da başka bir deyişle, gestalt psikolojisinden ödünç alınmış olan figür ile zemin arasındaki oynaşma -15- ile modern iletişimin ilişkisi gibi ayrıntılar üstüne oturttuğu son kuramını geliştirirken Dr. Joseph Bogen’in, Glenda M. Bogen ile birlikte kaleme aldığı The Other Side of The Brain/Beynin Öteki Tarafı başlıklı makalesi -16- ile Carl Sagan’ın insan beyninin evrimin kanıtı sayılabilecek olan üç katmanına ilişkin bilgileri de içeren Kozmos adlı kitabından da yararlanmış olan McLuhan ayrıca şunları da vurguluyor:

“Görsel uzam, Fenikeliler tarafından yaratılan ve Yunanlılar tarafından geliştirilen fonetik alfabenin tekdüze, süreğen ve parçalı karakterinin bir yan etkisidir. Bazı nörologlar ile sosyologlar, hiyerarşik nedenselliğin, beynin sol-yarıküresine özgü bir duyumsal tercih olduğunu; işitsel-dokunsal uzamın ise, ilkel insanın mit sezgisinin ikamet etmekte olduğu sağ beyne özgü bir duyumsal tercih olduğunu iddia etmektedirler. Gözün psikolojisi, çizgisel mantığın başlangıcını teşvik etmiş olabilir.
“...Yansıyan ışık, görsel uzam dünyasında yaşayan bizlere, ayrıca bir ipnoz durumunda olduğumuz da söylenebilir. Eski Yunan’da, Parmenides döneminden hemen önce sözlü geleneğin çöküşünden bu yana Batı uygarlığı, içinde bütün şeylerin çizgisel geometrik düzen içinde bir yokoluş noktasına göre düzenlendiği sınırlı bir haznenin resmiyle ipnotize edilir oldu.
“...Dayandığımız enformasyonun büyük kısmı gözler yoluyla gelir; teknolojimiz bu etkiyi çoğaltmaya ayarlanmıştır. Öklit ya da görsel uzamın gücü öyledir ki, onu kare haline getirmezsek bir daireyle yaşayamayız.
“Ama şeylerin beklenen düzeni her zaman bu olmamıştır. Yüzbinlerce yıl insanoğlu düz bir çizgi olmadan doğada yaşadı. Bu dünyadaki nesneler birbirleriyle rezonans yaptı. Mağara adamı için, dağda yaşayan Yunanlı için, Kızılderili avcı için (hatta bu son zamanların Mançu Çinlisi için) dünya çok merkezliydi ve yankılanıyordu. Jiroskopikti. Yaşam bir kürenin içindeki gibiydi; sınırları olmayan bir 3 yüz 60 derece; suyun altında yüzmek gibiydi, ya da bisikletin üstünde denge bulmak gibiydi. Kabile yaşamı, piramit biçiminde öncelikler halinde değil, üç boyutlu bir satranç oyunu gibi idare edilmişti ve hala da öyledir. Eski ya da tarih öncesi zamanların düzeni daireseldi, ilerlemeci değil -16-...”
İşin ilginç bir yanı, doğa filozoflarının mitlere başkaldırdıkları ve eldeki yetersiz bilgi birikimiyle evrenin düzenini anlamaya çalıştıkları dönemde, yani 2 bin 5 yüz yıl kadar önce, Buda’nın, zaman ve mekanla ilgili olarak bu 2 bin 5 yüz yıllık serüven sonunda ulaşılan sonuçlara benzer sonuçları açıklamış olması -17-... Aslında Batı felsefesinin bizatihi kendi gelişmesi içinde de, daha en başında, değişmezliği ve mutlaklığı savunan Parmenides’in karşısında değişimi savunan Herakleitos’un varlığı (hemen ardından da Demokritos’unki), insanlığın genelinde düşünce bazında çizgiselliğin hiçbir zaman sözkonusu olmadığına işaret ediyor.
Öte yandan, bu evrenin, hiç değilse bu aşamaya kadar, olasılıklar üreten ve olasılıklar arasından gerçekleşme olasılığı en yüksek olan olasılıkların gerçekleştiği bir evren olduğunu artık Batı felsefesinin açtığı yolda yapılan çalışmalar da gösteriyor.
Dolayısıyla sözkonusu yanılgılarına; mutlaklık saplantısına ve çizgisellik özürüne rağmen, gerçekleşmiş olan Batı felsefesi çizgisini de, düşüncenin evrimi sırasında ortaya çıkmış olan, gerçekleşme şansı en yüksek olasılık olarak görmek gerekiyor. Kaldı ki bugünden geçmişe bakıldığında, yüksek bir evren sezgisi sergileyerek, bireye, zaman ve uzam içinde kendi kendine gelişme olanağı tanımayan; bireyi toplum, hatta evren içinde eriten, iradesini kadere ya da kozmosa teslim etmeye zorlayan, bu nedenle dışsal gelişmeye kapalı olan ve bilgiden ziyade bilgeliğe dayanan Doğu felsefesine karşılık Batı felsefesi, başkaldıran bireyin birim bilgiyi adım adım toplaması ve değerlendirebilmesi ve gerek insanlığın, gerekse insan düşüncesinin bir bütün olarak evrimleşebilmesi için en kararlı yol olarak görünüyor.
Zaten evrenin kendine özgü yapısı, doğum kadar ölümü, aşk kadar nefreti, güzellik kadar çirkinliği olduğu gibi, düzen kadar düzensizliği, kozmos kadar kaosu, kader kadar kadere karşı çıkan iradeyi de ve bu çelişkili durumlar ya da olgular arasındaki çatışmayı da hem gerektiriyor, hem yaratıyor. Evrenin yapısında bugün gözlemlenen değişimin ya da en azından şimdilik evrimin gerçekleşmesi, olasılıkların varlığı kadar çelişkili durumlar ve olgular arasındaki çatışmalara da bağlı...
Mesela insanı ne yapacağı önceden kestirilemeyen bir varlık haline getiren, beyninde bir yandan zaman içinde oluşmuş olan sürüngen beyni, memeli beyni ve korteks adı verilen katmanlar arasındaki çelişkiler, bir yandan da korteksinin sol ve sağ yarıküreleri arasında, uzam içinde sürüp giden çelişkiler... Her insanı bir diğerinden farklı kılan da yine bu fevkalade çelişkili durum... Bu çelişkili durumdur ki tek tek insanların birbirine benzemez kararlar almasına ve uygulamalar yapmasına neden oluyor. Ve böylece yalnızca tek tek insanların değil, insan toplumlarının ve bir bütün olarak insanlığın bir sonraki adımlarıyla ilgili olarak da ortaya bir takım olasılıklardan oluşan bir belirsizlik çıkıyor.
Ama bırakın gerçekleşmesi en yüksek olasılığın ne olduğunun önceden bilinmesini, şimdilik olasılıkların ne olduğu dahi tam olarak önceden bilinemiyor.
Gerek tek bir insanın, gerekse insanlığın tamamının geçmişindeki ve geleceğindeki olasızlıkların yarattığı belirsizlikle evrenin geçmişindeki ve geleceğindeki belirsizlik arasında bir paralellik kurmamak mümkün değil...
Dahası, bu belirsizliğin insanoğlunu umutsuzluğa düşürmesini anlamak da mümkün değil... Geçmiş ve gelecek, din kuramcılarının varsaydıkları gibi kader sayesinde ya da modernistlerin öngördükleri gibi kadere karşı çıkan insan iradesi sayesinde net olarak belirlenebilseydi, evrende, kaderin karşısına kaderi belirleyecek iradenin çıkmış olmasının, yani insanın varoluşunun ne anlamı kalırdı?
İnsanın, hatta en sıradan olanının bile, kısacık yaşam süresi içinde, tanımları diğerlerinden farklı olsa da, iyi olanı, doğru olanı, güzel olanı umutsuzca arayışının ardında bu belirsizlik yok mu? İnsan geçmişi ve geleceği bütün açıklığıyla görebilseydi, çabalamasına ne gerek olurdu? Hem o zaman trajedi varolabilir miydi?
Galiba insanoğluna gereken, geçmişi ve geleceği net olarak görmek değil de, biraz alçakgönüllü, biraz da iyimser ve sabırlı olmak... Alçakgönüllü olması gerekiyor çünkü, kadere başkaldırma niyetini taşıyan insan iradesinin karşısında herşeye rağmen bir de kader var... Alçakgönüllü olması gerekiyor çünkü, evrenin büyük nicelikleri yanında insana, hele tek bir insana özgü nicelikler ihmal edilebilecek kadar küçük... Işık, yaklaşık saatte 1 milyar kilometre hızla yol alıyor; insanoğlunun ulaştığı en yüksek hız ise, saatte birkaç bin kilometre... Ve evren öyle büyük ki on milyar yıl önce oluşmaya başlamış bir galaksiden çıkan ışık ışınları, dünyaya ancak bugün ulaşabiliyorlar; halbuki dünyanın güneşten uzaklığı bile epi topu 2 buçuk milyon kilometre, öyle ki, aynı ışık ışınları güneşten dünyaya yalnızca 8 saniyede varıyorlar... Tek bir insan, evrenin bu uzam/zamansal büyüklüğü içinde bir hiç!.. Ama insanlık giderek hem uzam hem zaman içinde büyüyor. Ve evrenin büyük sayılarda anlamlı olan yasaları bağlamında, bu büyüklüğün günün birinde kaderi değiştirmesi bile olası... Yeter ki tek tek insanlar bu gerçeği; yani yalnız ve yalnız insanlığın tamamı bağlamında sonuç alınabileceğini bilerek kısa yaşantıları boyunca ellerinden geleni yapmayı sürdürsünler! Yeter ki insanlık, tek bir insan gibi ilkel benlik/id ve benlik/ego aşamalarını kendi kendisini ve üstünde yaşadığı dünyayı yoketmeden geçmeyi başararak korteksiyle uyumlu bir üst benlik/süperego ya da bilinçli toplumsallık aşamasına ulaşsın!
İyimser olması da şart; çünkü tek bir insanın kaderi değiştirmesi belki mümkün değil; ama tek tek bütün insanların çabalamaktan vazgeçmeleri halinde kaderin iradeyi ya da kaosun kozmosu teslim alacağı çok kesin... Ve karamsarlık, eylemsizliği çoğaltmaktan başka işe yaramıyor.
Dahası, insanoğlunun sabırlı olması da gerekiyor, çünkü kadere hükmedebilecek irade, titrek bacaklarıyla varlık göstermeye başlayalı şunun şurasında yalnızca 2 bin 5 yüz yıl oldu. Evrenin akıllara sığmayan yaşı gibi güneşin 5 milyar olan, hatta dünyanın 4 milyar olan yaşları yanında 2 bin 5 yüz yıl nedir ki?


NOTLAR VE KAYNAKÇA
1. Dünyaya özgü zaman ve uzam ölçülerinin hiçbir evrenselliği yok... Dünya, evreni oluşturan galaksilerden birinin önemsiz bir noktasında, güneş adı verilen ortahalli bir yıldızın çevresinde dönüp duran, ortahalli bir gezegen... Metre, Paris’ten geçen meridyen dairesinin Kuzey Kutup noktası ile Ekvator arasındaki uzunluğunun on milyonda biri... Bu tanım 1791 yılında Fransız Bilimler Akademisi tarafından yapılmış. Bilindiği gibi saat de, dünyanın kendi çevresinde tam dönüş yaptığı sürenin yirmidörtte biri... Bir tam günün ilk kez Mısırlılar tarafından yirmidörde bölündüğü zannediliyor. Ama niye mesela yirmibeşe değil de yirmidörde; bilinmiyor. Yıl ise, üstünde yaşadığımız dünyanın güneş çevresinde tam bir devir yaptığı süreyi tanımlıyor. Başka bir güneş sisteminde, başka bir gezegende doğmuş olsaydık, yılımız belki 3 yüz 65 küsur değil 2 yüz 75 gün, günümüz belki yirmidört değil otuz saat, saatimiz belki altmış değil kırk dakika vb. olacaktı. Hiçbir gezegenin boyutları diğeriyle tam olarak örtüşemeyeceğinden, hele hele Paris’ten geçen meridyenin uzunluğunu bir başka gezegende yakalamak neredeyse imkansız olduğundan, birim uzunluk ölçümüz de muhtemelen çok farklı olacaktı. Ve buna bağlı olarak diğer bütün ölçüler... Ama evrende ışığın hızı, pi sayısı gibi sabit değerler de var...
2. Homo habilisin, bundan yaklaşık 2 milyon dünya yılı önce ortaya çıktığı sanılıyor. 1 milyon 6 yüzbin yıl kadar önce ortaya çıkan yeni türün adı homo erectus idi. 3 yüz bin yıl öncesinden itibaren izleri görülen türe ki sonradan bir alt tür olarak kabul edildi, homo sapiens neanderthalensis adı verildi. Bugünkü insanın ilk ataları olan homo sapiens sapiens ise yalnızca elli bin yıl önce ortaya çıktı. Kimi özellikleri homo sapiens sapiensi andırsa da homo habilis de, homo erectus da, hatta homo sapiens neanderthalensis de bugünkü tanımıyla insandan çok farklıydılar. Homo habilisin çeşitli hünerleri vardı ama ayakta durmuyordu. Ayakta durmayı başaran homo erectusun beyni henüz insan beyninin dörtte biri kadardı. Homo sapiens neanderthalensis birçok özellikleriyle andırsa da dış görünüş itibariyle insandan yine de farklıydı. Bu konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Bilinmeyen Tehlike, yaz. Isaac Asimov, çev. Mehmet Harmancı, İnkilap Yay. İst. 1992, ss. 97-112.
3. İnsan beyninin katmanlı yapısı, evrimin en önemli kanıtlarından biri sayılabilir. Kozmos’da Carl Sagan, Paul Mclean’in “ilginç” araştırmalarından yola çıkarak şunları söylüyor:

“Tüm diğer organlarımız gibi beyin de, gitgide daha karmaşık bilgiler içererek, milyonlarca yıllık bir dönem boyunca gelişti. Gelişme sürecinde geçtiği bütün aşamaların, beynin yapısına yansıdığı görülüyor. Beyin, içten dışa doğru bir gelişme evrimi geçirmiştir. En iç bölmede en eski bölümü, beyin kökü vardır. Kalp atışları ve soluk alıp verme gibi yaşamın temel işlevlerini bu bölüm düzenler. Beynin yüksek düzeydeki işlevleri için ise, üç aşamalı bir gelişim sürecinden sözedilebilir.”
Sagan’ın anlattıklarına göre, insan beyni, temel fizyolojik işlevleri düzenleyen beyin kökünün üstünde 3 ayrı katmandan oluşuyor: Katmanlardan ilkine R kompleks adı veriliyor. R, İngilizce ‘reptile’ yani ‘sürüngen’ sözcüğünün ilk harfi (Sagan, kitabında yazmıyor ama, daha sonra televizyonda yayınlanan yine Kozmos adlı dizi programında, insanların kendi bedenlerinin içinde sürüngenlere özgü bir yapı bulunduğuna dair bilgiden hazzetmedikleri için bu bölüme sürüngen beyni değil R kompleks adı verildiğini söylemişti)... İnsan beyninin bu katmanı, sürüngen beyinlerine özgü nitelikler taşıyor ve yine sürüngenlere özgü tutum ve davranışlara hükmediyor: Doğaya uyum, lidere itaat, saldırganlık vesaire gibi ... İkinci katmana ‘memeli beyni’ adı veriliyor. Bu katman, adından da anlaşılabileceği gibi memelilere özgü nitelikler taşıyor ve yine memelilere özgü tutum ve davranışlara hükmediyor: Ben merkezlilik, aileye düşkünlük, duygusallık, vesaire gibi... Nihayet üçüncü katmana da beyin kabuğu ya da korteks adı veriliyor. Yalnızca insana özgü tutum ve davranışlara da, beynin üçte ikisini oluşturan bu katman hükmediyor: Yaratıcı düşünce yalnızca kortekste üretilebiliyor. Ve büyük bir olasılıkla insanoğlu, bireyselliği ile toplumsallığı (ya da belki memeli beyniyle sürüngen beyni arasındaki) arasındaki uzlaşmaz gibi görünen çelişkiyi de yalnızca korteks aracılığıyla uzlaştırabiliyor. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kozmos, yaz. Prof. Dr. Carl Sagan, çev. Reşit Aşçıoğlu, 1982, Altın Kitaplar Yay., ss. 291-313.
4. Modernistlerle çağdaş din kuramcıları birbirlerine daha çok benziyorlar aslında. Çünkü hem modernistler hem de din kuramcıları evrene yalnızca düzenin egemen olduğunu söylüyorlar. Aralarındaki tek fark şu: Din kuramcıları, bu düzeni Allah’ın kurduğunu, en ince ayrıntısına kadar Allah’ın tasarladığını bildiriyorlar. Modernistler ise düzenin, evrenin yapısına bağlı olarak kendiliğinden oluştuğunu... Sonuç olarak, her iki grup da evrende yalnızca düzen olduğunu varsayıyor. Haydi din kuramcıları neyse de, ideolojilerinin temelinde pozitif bilimler olan çağdaş modernistleri anlamak güç oluyor tabii. Öte yandan postmodernistler, genel bir düzeni bütün bütüne yok sayıyorlar. Postmodernistler evreni küçük küçük kürelere, alanlara bölünmüş, bağlantısız bir uzamlar ve zamanlar topluluğu ve neredeyse bütün bütüne kaos olarak algılıyorlar. Dolayısıyla bu küçük küreciklerin içinde farklı farklı bir takım düzenler bulunabileceğini, ama bunun dışında genel bir düzenden sözedilemeyeceğini söylüyorlar. Söylemeseler bile ima ediyorlar. Aslına bakılırsa postmodernistler, küçük kutuları, küreleri filan bir tarafa bırakılırsa, bu anlamda tamamen, kendi varoluşları dışında bir gerçek tanımayan varoluşçulara benziyorlar.
5. Zamanın Kısa Tarihi, yaz. Stephen W. Hawking, çev. Dr. Sabit Say, Murat Uraz, Milliyet Yay. İstanbul, 1988, s. 24-25,153.
6. Aslında iddia yeni değil: Hegel’den beri sürüyor. Nietzsche ile Kojeve’de tekrarlanıyor ve Fukuyama tarafından bir kez daha gündeme getiriliyor. İnsanlık durumu, yalnız ve yalnız, “efendi olan insan ve uşak olan insan arasındaki mücadele” ile; başka bir deyişle Aristo’dan esinlenilen “thymos” ya da “kabul görme çabası”yla tanımlanınca, böyle bir iddianın ikide bir ortaya çıkması çok da şaşırtıcı değil... Sovyetler Birliği, dolayısıyla komünizmin yıkılmasıyla dünyaya sonunda artık gerçekten liberal demokrasinin hakim olduğunu, biraz zorlamayla da olsa veri sayan Fukuyama, bu duruşu şöyle özetliyor:

“...Liberal bir demokrasinin, modern liberalizmin kurucuları tarafından eğitilmiş tipik yurttaşı, Nietzsche’ye göre, konforlu bir varlık sürdürme uğruna, kendi üstün değerine olan onurlu inançtan vazgeçmiş bir ‘son insan’dır.”
Ayrıntılı bilgi için bkz. Tarihin Sonu ve Son İnsan, yaz.. Francis Fukuyama, çev. Zülfü Dicleli, Simavi Yay., İst., ss. 9-24.
7. Konuyla ilgilenenler, bkz. Kara Delikler ve Bebek Evrenler, yaz. Stephen Hawking, çev. Nezihe Bahar, Sarmal Yay., İst., !994.
8. Age. s.82.
9. Gerek Anabritannica, gerekse Meydan Larousse ansiklopedileri, olasılık çözümlemelerinin, ilk kez şans oyunları temelinde geliştirildiğini vurguluyorlar. 17. yüzyıl Fransız matematikçilerinden Blaise Pascal ile Pierre de Fermat, ünlü kumarbazların isteği üzerine belirli oyunları matematik yöntemlerle incelemeye başlamışlar. Daha sonra belirli fiziksel, biyolojisel ve toplumsal olaylar ile şans oyunları arasındaki benzerlikler farkedilmiş. Doğabilimci Buffon ( doğ.1707, öl.1788) ünlü deneyini bu benzerliklerden yola çıkarak gerçekleştirmiş olsa gerek: Deney, bir dikiş iğnesi ve bir kağıtla gerçekleştiriliyor. Yapılan iş, bir dikiş iğnesini, üstüne tam da o iğne boyunda aralıklar çizilmiş bir kağıdın üstüne fırlatmaktan ibaret... İğne, doğal olarak, ya aradaki boşluklardan birine ya da çizgilerden birinin üstüne düşüyor. Bunun tamamen şans işi olduğuna inanmak mümkün... Oysa biraz zahmet edilir de aynı iğne, aynı kağıdın üstüne, diyelim ki üç bin kez artarda fırlatılırsa, ortaya çok tuhaf bir sonuç çıkıyor. İğnenin çizgilerden birinin üstüne düşme oranını belirleyen sabit bir sayı var (iki bölü pi sayısı). Deney kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın bu sayı sabit kalıyor. Bu yüzden, buna benzer iki olasılıklı her oluşumda, aynı hareketin üç bin defa ya da daha fazla tekrarlanması halinde olasılıklardan hangisinin kaç kez gerçekleşeceği artık biliniyor.
Olasılıklar konusunda daha ayrıntılı tartışmalar için: Rastlantı ve Kaos, yaz. David Ruelle, çev. Deniz Yurtören, Tübitak Yay., Ank., 1996.
10. “Yeni gözlemler, yeni bilgiler ve birbirleriyle ilişkilendirilebildikleri takdirde eski bilgiler; tek tek toplumlar, hatta aslında insanlığın tamamı temelinde, çeşitli insan değerlerine ilişkin dağılımın çok ilginç bir özelliği olduğunu gösteriyorlar: Topluma baskıcı bir müdahale yapılmadığı hallerde insanlar, bütün dünyada, birbirinin tamamen zıddı değerlerden oluşan ikili uç noktalar arasında tam bir olasılık dağılımı oluşturacak biçimde kümeleşiyorlar. Daha açık bir anlatımla, sözgelimi yoksulluk-zenginlik bazında ele alındıklarında, insanların çok küçük kısmı aşırı zengin, çok küçük bir kısmı da aşırı yoksul oluyor (karşılıklı en uç iki noktada A ve E gelir grupları). Bu aşırı uçlardan sonra sıralamada bir yanda zenginler, öte yanda yoksullar bulunuyor (en uç noktaları izleyen bölümlerde karşılıklı olarak B ve D gelir grupları). Bunların sayısı aşırı zengin ya da aşırı yoksul olanlara oranla biraz daha fazla oluyor. Ama asıl çoğunluk ortada toplanıyor: Bunlar da, ne zengin ne yoksul olan insanlar oluyorlar (C üst ve C alt gelir grupları). Bir başka deyişle, birbirine zıt ikili değerlerin en güçlü olduğu uç noktalarda az sayıda insan bulunuyor; en zayıf olduğu ortada ise çok sayıda insan... Ama ortadaki çoğunluk bile bu değerler açısından hafif bir farklılaşma gösteriyor.
“Bu, tam anlamıyla simetrik olmayan yumuşak eğimli çan eğrisi, yani hiperbol ya da Küçük Prens’teki fil yutmuş boa yılanı benzeri olasılık dağılımı; evrende büyük sayılarla ifade edilebilen bütün oluşumlar için geçerli olduğu bütün fizikçiler ve bütün matematikçiler tarafından bilinen, ama her nedense bütün sosyal bilimcilerin ısrarla uzak durduğu bu olasılık dağılımı; insana özgü, farklılık gösteren hemen hemen bütün değerler (yaş, kilo, boy, zeka katsayısı, cinsellik, siyasi tercih, inanç vb.) için geçerli... Ve farklı insan değerlerine ilişkin bütün bu asimetrik yumuşak çan eğrileri, düz kenarları birbirine bitişecek biçimde biraraya getirilirse (ki bu bir zorunluluk; çünkü tek bir insan gibi insanlık da bir bütün), insanın ve insanlığın bütün özelliklerini birden kapsayan ve zaman içinde de hareket eden (değişen) üç boyutlu bir mekik oluşturuyorlar. Daha doğrusu şöyle söylemek gerekiyor: Birbirine zıt kutuplar oluşturan iki uçlu insan değerleri, olasılık olma durumundan çıkıp gerçeklik haline geldikleri zaman, ortaya mekik benzeri bir yapı çıkıyor. Zira, aslında her insanın, bu değerleri, iki uç noktasını da içerecek biçimde içinde barındırdığı varsayılıyor. Bu olgu da her insanı bir olasılıklar yumağı haline getiriyor (örneğin, çok yoksul biri, bir dizi olay sonucu zenginleşebiliyor ya da tam tersi olabiliyor: Hiçbir şey sabit ve mutlak değil ve hemen hemen herşey olası). Dolayısıyla tek tek her insanın, tek tek her olay karşısında nasıl davranacağı, ya da iki uçlu tek tek her seçeneğin hangi noktasında konumlanacağı konusunda bir belirsizlik var. Ancak şu da var: İnsanların gerçekleşmiş kararlarına ve yapılarına bakılarak, bu olasılıklara ilişkin bir dağılımdan ve dolayısıyla mekikten sözedilebiliyor. Öte yandan, yalnızca olasılıklar gözönüne alındığında, bu oluşumun, mekikten daha karmaşık bir yapısının olması, daha mümkün görünüyor. Ama her durumda, insanların, Batılı düşünürlerin Eflatun’dan bu yana öngördüğü gibi, iyiler ve kötüler, akıllılar ve aptallar, sermaye sahipleri ve mülksüzler, gelişmişler ve azgelişmişler türünden, çizgisel iki ayrı grup halinde değerlendirilmeleri ve belli değerlerle etiketlenip hiyerarşik bir düzen içinde sabit bir konumda tutulmaları asla mümkün değil... Hiç de, bir çizgi üstündeymişler gibi, ikiye ya da üçe ayrılmıyorlar insanlar. Geleceğe ilişkin kararlarıyla olduğu kadar yaşlanma ve ölümle değişen fiziksel yapılarıyla da tam bir belirsizlik yaratan insanlar, gerçekleşmiş kararları ve varolan yapıları çerçevesinde bile ancak, tek tek bütün birimleri hareketli ve zaman içinde değişken olan ve bütün insanlığı kapsayan bir mekiğin bazı birimlerinin oluşturulmasına katkıda bulunuyorlar.
“Kuşkusuz, çeşitli ikili değerlere ilişkin olasılık dağılımlarını yansıtan çan eğrilerinin ille de birbirleriyle örtüşmesi de sözkonusu değil... Yani en zengin olanlar aynı zamanda en zeki, en güzel, en uzun, en genç, vb.; en yoksul olanlar da aynı zamanda en aptal, en çirkin, en kısa, en yaşlı, vb. olmuyorlar. Zaten, eğer böyle olabilseydi, insanı ve insanlığı tanımlamak için mekik gibi temsili bir yapı aramaya gerek kalmazdı. İşte ancak o zaman, herşey düz bir çizgi üstünde sıralanabilirdi. Ama bu evrende düz çizgi yok. Düz çizgi, insan beyninin, evreni araştırırken işleri kolaylaştırmak amacıyla yarattığı bir kavram... Ve sosyal bilimciler; fizikçiler ile matematikçilerin bu yüzyılın başlarında öğrendiği bu gerçekten de hala habersiz görünüyorlar.
“Halbuki anlaşılan o ki, insanın düşüncesinde, insan topluluklarında ve devlet mekanizmalarında düzenli gelişme ya da evrim de, bu yapı, bu mekiksi yapı sayesinde mümkün oluyor. Değişiklik her zaman tek tek bireylerin düşüncesinde başlıyor. Bu bireyler, büyük olasılıkla, girişimcilik/statükoculuk olarak adlandırılabilecek, insana özgü bir değer ikiliğinin aşırı uçlarından birinde, girişimcilik ucunda durup da daha önce akıl edilmemiş bir takım yenilikleri akıl eden ve hayata geçirebilen insanlar oluyorlar. Sözkonusu yenilikler diğer insanların da işine yarayacak gibiyse, mekiğin girişimci kesimleri, bir ya da birkaç birey tarafından önerilen bu değişikliği, en ortalama insana ulaşıncaya kadar ağır ağır soğuruyorlar. Bu arada statükocu kesimin aşırı uçları da, yeniliğe kesin olarak karşı koymaya başlıyorlar. Bu tepki de, en ortalama insana ulaşıncaya kadar o uç boyunca ağır ağır yayılıyor. Böylece ortada, yani çoğunluğu oluşturan ve bir bölümünün az da olsa girişimci, diğer bölümünün ise az da olsa statükocu yanı ağır basan ortalama insan bazında bir buluşma ve bir çatışma oluyor. Eğer değişiklik kalıcı ve yararlı sayılan ve mekiği oluşturan diğer özelliklerle uyumlu bir değişiklikse, mekiğin statükocu yarısının direnişini aşmayı başarıyor; değilse, toplumun tamamı tarafından benimsenmiyor. Öyle zannediyorum ki, insan topluluklarında sağduyu diye tanımlanan özellik de işte, girişimci/statükocu karşı uçlar arasındaki bu denge durumu oluyor. Bu denge durumudur ki, insanların her yeniliğin peşinden koşturup telef olmalarını engellediği gibi, hiç değişmeden kalmalarına da olanak bırakmıyor.” Türkiye’nin ve Yerküre’nin Bugünü ile Yarını Arasında, Yönetim mekanizmasında Toplam Kalite Uygulaması, yaz. Bahar Öcal Düzgören, İst. 1996 (Kalder ile Yeni Yüzyıl gazetesinin ortaklaşa açtığı Siyasette Toplam Kalite Yönetimi konulu yarışmada üçüncülük ödülü alan bu makale Yeni Yüzyıl tarafından yayınlanacak).
11. Age. s. 186.
12. Aristo, Nichomachean Ethics, II. Kitap, çev. J.A.K. Thomson, Londra: George Allen ve Unwin Yay., 1953, s.66.
13. The Global Village, Marshall McLuhan ve Bruce R. Powers, Oxford University Press, New York, 1989. Bu kitabı Yerküresel Köy adıyla çevirdim. Çeviri, 1996 yılının Mayıs ayında bitti. Kitap, Yapı Kredi Yayınları İletişim dizisinden çıkacak. Türkçe baskı henüz gerçekleşmediği için alıntılar İngilizce aslından yapılmıştır.
14. “Figür ve zemin terimleri, 1915 yılı dolaylarında, görsel algılamanın parametrelerini tartışırken bu iki terimi kullanmaya başlamış olan Danimarkalı sanat eleştirmeni Edgar Rubin aracılığıyla gestalt psikolojisinden ödünç alınmıştır. Kültür ve Teknoloji Merkezi’nde biz, Rubin’in kullanımını, algılamanın ve bilincin tamanını içerecek biçimde genişlettik. Bütün kültürel durumlar, bir dikkat alanı ile (figür) çok daha büyük bir iç dikkat alanından (zemin) oluşmuştur. Aralarında, her ikisini de aynı anda tanımlayan bir sınır çizgisi ya da hudut ya da aralık bulunan bulunan bu ikisi, sürüp giden bir aşındırıcı oynaşma durumu içindedirler.” Age., s.5.
15. The Other Side of The Brain, III: The Corpus Callosum and Creativity, Joseph E. Bogen (M.D.) ve Glenda Bogen (M.D.), Los Angeles, Nöroloji Toplulukları Bülteni 34, sayı 4 (Ekim 1969).
16. Age. ss. 35-36.
17. Bu iddiaya Batılı bir kanıt arayanlar için, bkz. Sofi’nin Dünyası, yaz. Jostein Gaarder, çev. Gülay Kutal, Pan Yay., İst. 1995, s. 310.
* Ben bir bilim insanı ya da çağdaş anlamıyla bir filozof (Wittgenstein’ın tanımladığı cinsten) değilim. Kendimi olsa olsa bir “bilgi aşığı”, hatta “bilgelik aşığı” olarak değerlendirebilirim. Bu dahi alçakgönüllülük sınırlarını zorluyorsa, mitolojideki anlamıyla değil ama, bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en sevimli bilim ve bilimkurgu yazarı olan Isaac Asimov’un, Enayi Tuzağı adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olan öyküsünün kahramanı Mark Annuncio için kullandığı anlamda bir “mnenomik” olduğumu söylemekle de yetinebilirim. Bunun gerekçesini merak eden varsa, yalnızca, hasbelkader Ankara Fen Lisesi Fizik bölümü ilk mezunları arasında olduğumu, ODTÜ’de üç yıl yüksek fizik okuduktan sonra eğitimin kalitesinden umutsuzluğa düştüğüm için kadere karşı çıkarak okulu bıraktığımı, ardından değişik üniversitelerin değişik fakültelerinde en fazla birer yıl süreyle öğrenim görüp ayrıldığımı, en sonunda M.Ü. Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Y.O’yu bitirip akademik çevrelerle ilişkimi bütün bütüne kestiğimi; bu arada çok yer gezerek, bir sürü değişik işe girip çıkarak çok insanla tanıştığımı ve daima çok okuyup çok yazdığımı söyleyebilirim.

No comments: