Wednesday 22 November 2006

Darmadağınıklığın Özündeki İnsan

Bahar Öcal Düzgören
17.06.2000/İstanbul

Üstünde kimsenin yaşamadığı ve aslında hiç varolmamış irili ufaklı adalar, çocukluğumun gündüz düşlerinde, vazgeçilmez başrol unsurları arasındaydılar. Yaptığımın, daha çocukken bile ister istemez algılamış olduğum ve o zaman hiç bir türlü anlam veremediğim içsel yalnızlığımı, gözlerim açık kurduğum o tuhaf düşlerde, başımı alıp yüce okyanusların ortasındaki ıssız adalara kendi irademle kaçmak suretiyle; yani, kendi kendimi daha da, iyice, mutlak bir biçimde, inadına yalnızlaştırarak aşmaya çalışmak olduğunu, çok sonraları kavradım.

İşin ilginci o ki, kuşakların mirası bir kentlilik, büyük ihtimal daha çocukken bile bilincime işlemiş, hatta belki de kısmen bilincimi şekillendirmiş olduğundan mıdır nedir, Robinson Cruesoe ve benzeri kitapların, tarafımdan fazlasıyla erken okunmuş ve çok sevilmiş olmasına rağmen, çocukluk hülyalarımın adalarında yabanlığa tahammül edemezdim. Dolayısıyla bu konudaki bütün tasavvurlarım, herşeyden önce yabanın ıslah edilmesiyle, bir başka deyişle, varolmayan o adaların, tek kişi için bile olsa kentleştirilmesiyle başlardı. Bir düzen!.. Bir nizam!.. Bir intizam ve bir istikrar talebi ki, nasıl!.. Adanın yeri, başkaları tarafından, düşte dahi olsa asla ve kat’a bilinmeyecek ya; herşeyi de tek başıma kotarmacasına üstelik!.. Dağları devirmecesine, su arkları, yollar, elektrik döşemecesine; sonuç itibariyle, ulaşılması ben hariç herkes için olanaksız, fevkalade korunaklı ama fevkadalede modern bir tür kale oluşturmacasına!.. Doğrusu, bir çocuk için aşırı zor bir işti yapmaya çalıştığım... Nitekim sonuna erdirmiş olduğum tek bir tasavvur, gündüz gördüğüm o düşlerde, intizamı ve nizamı sağlamayı başarıp da sonra üstünde yaşamaya başlamış olduğum tek bir düş adası hatırlamıyorum... Hatırladığım, her defasında, o sayısız düşsel adaya yönelik bitmez tükenmez düşsel ehlileştirme çabalarımın herhangi bir noktasında, yorgunluktan olsa gerek, gerçekten uyuyakaldığım...

Şimdi düşünüyorum: Kendini yapayalnız hissettiği kentsel mekanlardan düş adalarına kaçmaya sıvanan bir çocuğun, bilincine işlemiş bir kentlilik yüzünden, o adalarda yerleşmezden evvel düşsel imar faaliyetlerine kalkışmasında bir çelişki, hatta derin bir tutarsızlık yok mu?.. Elbette var!.. Demek ki, büyüme çağlarında çoğu yaşıtlarına oranla fazlaca kent görmek zorunda kalmış olan çocuk zihnim, sadece yalnızlığına, kendi kendisini kendi iradesiyle yalnızlaştırma tercihiyle meydan okumakla kalmamış; bir de üstelik, bir nedenle, kent ile düzen kavramını da örtüştürmüş.

Kent ile nizam kavramı... Ya da belki kent ile nizam ve istikrar kavramı... Bazı çağdaş kentlerin, bu kavramlarla örtüşmek, bu kavramların canlı simgesi olmak bir yana, sanki tam tersi bir olguyu kanıtlarcasına darmadağınık durduğunu biliyorum. Hatta öyle zannediyorum ki ben bunu, çocukken dahi biliyordum. Zihnimin gizli bir köşesinde taşıyor olduğumu ancak bu yakınlarda farkettiğim; günün birinde; yani Türkiye hep söylendiği gibi saati gelip de çağdaş batı medeniyetleri düzeyine ulaşıverdiğinde, mesela İstanbul’daki sonu gelmez yıkım, inşaat, kaldırım döşeme, kaldırım sökme, caddeleri, sokakları kazma, kazılan yeri üstünkörü örtüp yeniden kazma, yer altından tünel açma, su üstünden köprü yapma, ormanlık arazinin içinden yol açma, gecekondulaşma, gecekondu yıkma gibisinden faaliyetlerin bir anda ve tamamen son bulacağına dair çocukluğumdan kalma inancın başka bir gerekçesi olabilir mi? Çocukluğumdan kalma inanç... Yıllarca içinde taşımış olduğum, ancak bu yakınlarda terkettiğim çocuksu inançlarımdan bir tanesi... 1960’lı yılların başındaki Tahran’ın, Viyana’nın, Münih’in, Bonn’un, Köln’ün, Zürih’in, Bern’in, Lozan’ın, Genevre’nin, Paris’in ve bunlara oranla daha önemsiz ama en az bunlar kadar muntazam ve istikrarlı görünen birkaç tane daha kentin içinden geçtikten sonra, bir çocuğun dahi, aynı dönemin İstanbul’unda, hatta Ankara’sında, Erzurumun’da, Bursa’sında vb bir nizam ile istikrar bulunduğunu varsayması mümkün değildi elbet... Şimdi bakıyorum da, bu kavrayışın ardında düz, hatta dümdüz bir mantık var gibi... Belki şöyle birşey: ‘Kent, düzenli bir yerdir. Halbuki, Türkiye’deki diğer kentler zaten değil ama, İstanbul dahi, Ankara dahi düzenli ve kararlı değil... Mamafih Türkiye geri kalmış bir ülke... O halde Türkiye geri kalmışlığını aştığında İstanbul da, Ankara da ve diğerleri de düzenli olacaklar!.. Nokta!..’ Gerçekten çocuksu ve gerçekten dümdüz bir mantık değil mi bu?

Kent, düzenli ve kararlı bir mekan mıdır?.. Nizam ile istikrarın, bilinmeyen bir ölçüde doğaya meydan okuma iradesiyle donanımlı olmakla birlikte, bu iradeyi kullanıp kullanmama yönünde, hemen her aşamada bir tercih şansı bulunan insanoğlu eliyle şahikasına çıkartıldığı yer midir kent?

“... İnsanlar, kentlerde ilk yaşamaya başladıklarında, kimse, kentin planlanması gerektiğini düşünmemiştir. Yalnızca, evlerini, dükkanlarını ve imalathanelerini, en uygun gördükleri yere kurmuşlardır ve kentler karman çorman büyümüşlerdir. Şunları söyleyen birileri, sonra sonra ortaya çıkmıştır: ‘Bu, iyi olmuyor!.. Kentlerimizin nasıl görünmesini istediğimiz üstüne hiç düşünmüyoruz. Yaşantılarımız, rastlantılar tarafından yönetiliyor! Kentlerimizi planlayacak; güzellik ve iyi yaşama ideallerimize uyum göstermesini sağlayacak birilerine ihtiyacımız var bizim.’ Kent planlamacıları işte böylece çıkmışlardır ortaya ve bunlar, öyle kent planlamacılarıdır ki, eski mahalleleri yerle bir etmişler ve yerine, çevresi yeşil çimenden kuşaklarla sarılı, düzenli, çok katlı apartmanlar dikmişlerdir. Yollar genişletilmiş ve düzlenmiş; alışveriş merkezleri geniş otopark alanlarının ortasına yerleştirilmiş ve imalathaneler, yaşama alanlarından itina ile yalıtılmıştır. Bunlar yapıldıktan sonradır ki kent planlamacıları, arkalarına yaslanıp insanlardan teşekkür beklemişlerdir. Halbuki insanlar, çok katlı apartman dairelerinde oturdukları yerden, on kat aşağıda, yeşil çimenlikte oynayan çocuklarına göz kulak olamadıklarından şikayet etmişlerdir. Köşe başındaki eski dükkanlarını özlediklerinden bahisle, bütün o yeşil çimenlik alanları ve otoparkları geçip alışveriş merkezlerine ulaşmak için çok uzun yollar yürümek zorunda kaldıklarından şikayet etmişlerdir. Artık herkesin işine arabayla gitmek zorunda olduğundan; dolayısıyla o yeni, geniş ve düz yollarda bile trafiğin tıkandığından şikayet etmişlerdir. En kötüsü de artık kimse yürümediğinden, sokakların ve o güzelim yeşil çimenliklerin, karanlık bastıktan sonra güvenlikten yoksun hale geldiğinden şikayet etmişlerdir. Böylece eski kuşak kent planlamacıları kovulmuş ve öncüllerinin hatalarından ders almış yeni bir kent planlamacıları kuşağı yetişmiştir. Yeni kent planlamacılarının ilk yaptığı iş ise, eski mahallelere yönelik tahribat faaliyetini durdurmak olmuştur. Yeniler, bunun yerine, o eski, o planlanmamış kentlerin olumlu özelliklerini saptamaya girişmişlerdir. Daracık, kıvrım kıvrım sokakların çeşitlenmeye imkan veren yayılışlarına hayran olmuşlar ve dükkanlarla evlerin ve hatta küçük imalathanelerin içiçe geçmesinin ne kadar uygun olduğunu farketmişlerdir. Bu sokakların, trafiği en aza indirdiğini, insanları yürümeye teşvik ettiğini ve kent merkezini hem canlı hem de güvenli kıldığını da farketmişlerdir. Ama bu, onların, planlanmamış kentlere ilişkin hayranlıklarının katıksız olduğu anlamına da gelmemektedir; nitekim onlar da, düzene sokulması gereken birkaç bir şey bulmuşlardır; özellikle rahatsız edici olan bir kısım sanayiler, insanların yaşadığı yerlerden uzaklaştırılmış ve eski binaların çoğu ya restore edilmiş ya da çevreyle uyumlu yenileriyle değiştirilmiştir. Bununla birlikte yeni kent planlamacıların keşfettiği bir şey vardır ki bu da, o eski kentlerin tıkır tıkır çalışır durumda bulunduklarıdır; ne tür bir hırdavatçılık çalışması gerektiriyor olurlarsa olsunlar!”

Yukardaki alıntı, Oxford Yayınevi’nin, genel editörü Keith Thomas, amacı felsefenin yaygınlaştırılması olan, yaklaşık yüzer sayfalık ‘Ancient Masters (Kadim Ustalar)’ dizisinden Hegel adlı kitabın yazarı Peter Singer’den*... Bir tezden ziyade bir gözlem niteliği taşıyor. Dolayısıyla da, kanımca, karşı tezlerle çürütülmesi değil ve fakat dikkatle irdelenmesi gerekiyor.
Yukardaki gözlemin bence en ilginç noktası, kendiliğinden gelişen ile, yani yaşamla, yani aslında yaban ile; tasarımın ya da planlamanın, yani esas itibariyle insan zihninde yaratılan nizam ile istikrarın yaşama dayatılması arasında durup da uzlaşır mı, uzlaşmaz mı hala belirsiz, ciddi bir çelişkiyi gözler önüne seriyor olması... Bunun bir uzantısı olarak da belki, bir çan eğrisinin iki zıt ucunu* oluşturuyor olmaları pek muhtemel, yaşayanlar ile tasarlayanlar arasındaki çelişkiyi...
Yaşam insana, yalnızca hazır bulduğunu, yani yaşanmakta olanı her açıdan eleştirip kınayarak, hatta daha da ileri gidip aşağılayarak karşı çıkmak ve yalnızca belli tasarımlara saplanıp kalarak o tasarımların önerebildikleri dışındaki herşeyi reddetmek yerine, hiç olmazsa bir gözlem çeşitliliğini algısına katabildiği, katmayı kabul ettiği takdirde, birçok başka şeyin yanısıra çelişkilere karşı durmamayı, çelişkileri kabullenmeyi, çelişkilerden zevk almaya çalışmayı ve ilerleme denen olgunun, esas itibariyle çelişkiler arasındaki gerilimin bir sonucu olduğunu da öğretebiliyor. Bu, kendisini kalabalıklar içinde yalnız hisseden küçük bir çocuğun, büyüme sürecini, kendisini kalabalıklar içinde yalnız hisseden bir insan olarak tamamlayıp yaşlanma sürecine girmesine engel olamasa dahi, hiç olmazsa o insanın, insanlık durumuna ilişkin saptamalarını yumuşatarak içsel bir barışın yolunu açtığı gibi, düşlerde imar edilen düşsel adalara kaçmaya çalışırken harcadığı zihinsel eforun yerine, daha verimli bir takım çalışmaları geçirme ya da eğrisiyle doğrusuyla yaşamın içinde kalma denemelerini sürdürme çabalarına ağırlık vermesini dahi sağlayabiliyor.

Peki, bunun sonucu ne?.. Bir sonucu, belki, hiç değilse kimileri için, yine yalnızlık!.. İnsanı, gruplaşmaların kolaycılığından iyice uzaklaştıran bir yalnızlık... İkinci bir sonucu da, tuhaf görünse de, tasarım yapma özgürlüğü... Ama kendini ve tasarımını fazlaca önemsemeden ya da ancak gerektiği kadar önemseyerek ve hiçbir tasarımı, hiçbir tasavvuru, hiçbir ideayı hiçbir şeyin önüne geçirmeden tasarım yapma, tasarımlar yapma, tasarlamaya devam etme özgürlüğü...

İnsanoğlunun, bir anlamda, kendisini fazlasıyla huzursuz eden bir beyin yapısı var... Elindekiyle yetinmesine olanak vermeyen bir beyin yapısı... Veri olanı, verili olanı aşmaya çalışmasını gerektiren, bunun için tasarımlar yapmasını zorunlu kılan bir beyin yapısı... Yabanı keşfetme, keşfettiği yabanı ehlileştirme, sonra yaptığı işten çok da memnun kalmayıp bunu, önce eleştirme sonra değiştirme ve tekrar tekrar değiştirme ihtiyacı duymasına yolaçan bir beyin yapısı... Kusursuzu arayan... Bu beyin yapısı yüzünden değil mi, mağaralarda yaşayan bir avuç ilkel insanla başlayan serüveninin, bugün sayıları çok azalmış olsa bile hala mağarada yaşayanlarla birlikte adeta tarih içinde insan topluluklarının evrim sürecini kanıtlayan bir yayılımı da içererek, bir taraftan da, kentlerde, kentlere özgü nizam ve istikrar ile kentlere özgü denetlenemezliğin karmaşasını birarada sergileyen görüngülerle ve olgularla devam ediyor olması?.. Ve insan, bir de üstelik, istese de istemese de bunun da nihai durumu olmadığını seze seze yaşamak zorunda değil mi bütün yaşadıklarını, yine kendine özgü bu ilginç beyin yapısı yüzünden?..

Ne var ki her insan bir değil... Herkes, hemen her türlü olasılığı içinde barındıyor olsa da, koşulları kadar tercihleri de farklı farklı olduğu için bir değil... Bir olmadığı için de, belki herkes bir anlamda benim kadar yalnız ama, herkes benim gibi düşünmüyor ya da yalnızlığıyla benim yaptıklarımı yaparak başa çıkmaya çalışmıyor örneğin... Düşünmesi, çalışması da gerekmiyor...

“... Kuzey Amerikalılar, Wordsworth ve Thoreau gibi evde oturarak düşüncelerin altından girip üstünden çıkmaya çalışmaktansa, zamanlarını, çevresel gizemi taramakla, memleketin içinde tur atmakla geçirirler. Kuzey Amerikalı, sinemaya ya da tiyatroya sevgilisiyle yalnız kalmak için giderken, Avrupalı, diğer izleyicilerle buluşmak için gider. Kuzey Amerikalı, reklamları sinemasından ya da tiyatrosundan uzak tutarken, Avrupalı, toplu eğlence yerlerinde reklamların özel hayatını ihlal ettiğini düşünmez. Öte yandan Avrupalılar da reklamları evlerindeki radyolardan ve televizyonlardan uzak tutarlar; ama Kuzey Amerika evlerinde özel hayat çok az olduğu ya da hiç olmadığı için, reklamlara tahammül edilebilir: Sırf biz özel hayatımızı, evin dışında herhangi bir yerde yaşadığımız için.

“... Eğer Kuzey Amerika nüfusu, burada yaşanan mekanlara ilişkin karakteristik tutumlar geliştirmemiş olsaydı, gerçekten çok garip olurdu. Vahşi doğada yapılan savaşla geçen bir yüzyıl, çatışma ve keşif için dışarı, vahşi doğaya gitmeyi; sosyalleşme ve güvenlik içinse içeriye dönmeyi alışkanlık haline getirdi. Dışarıya gitmek, yalıtılmışlığın ortasında inisiyatif kullanmaya gerekli kılan boş topraklar şartlarında enerji, çaba ve mücadele içeriyordu. Margaret Atwood, Survival (Hayatta Kalma) başlıklı eleştirel çalışmasında şöyle diyor:

Doğa’ya karşı savaş, daha işin başında Doğa’nın düşman olduğunu varsayıyordu; erkek savaşabilir ve yitirebilirdi ya da savaşabilir ve kazanabilirdi. Kazanırsa ödüllendirilecekti: Doğa’yı fethedecek ve köleleştirecekti ve pratik deyişiyle kaynaklarını sömürecekti.

“... Whitman’ın Song of the Broad-Axe (Geniş Yüzlü Balta) ve C.C.Moore’un Twas the Night Before Christmas (Noel’den Önceki Geceydi) ... Adlı eserlerinde, mekan konusunda, Kuzey Amerika’ya özgü özel duygunun iki ruhsal kutbu izah edilmiştir: Saldırgan dışadönüklük için dışsal uzam ve tehlikelerin orta yerindeki sıcak sosyallik ve güvenlik için içsel uzam...

“... Kanada ve Birleşik Devletler’de mekana ilişkin karşılıklı duygu, dünyanın herhangi bir başka bölgesindeki duygudan tamamen farklıdır. İngiltere’de, Fransa’da Hindistan’da insanlar sosyal olmak için dışarı çıkar, yalnız olabilmek için ya da gizlilik için içeriye girerler. Bununla çelişkili olarak Kuzey Amerikalılar, pikniğe, kamp yaptıkları tatillere ve ızgara partilerine bile, tıpkı sessiz kapalı alan özel efektleri için tasarlanmış, en aziz gizlilik formları olan otomobilleri gibi boş toprakları da kendileriyle birlikte götürürler. Bir Avrupalı’nın ‘kendisi için bir oda’ düşündüğü yerde Kuzey Amerikalı, çalışmak ve düşünmek için saklı bir mekan oluşturan otomobiline güvenir...”

Bu alıntı da, Marshall McLuhan* ile McLuhan’ın, bundan tam 5 yıl önce Yerküresel Köy adıyla çevirdiğim, bir tür ortak çalışma ürünü olan son çalışmasından (The Global Village, Marshall McLuhan & Bruce R. Powers, Oxford University Press, New York, 1986)...

Sonuç olarak söylemek istediğim şu: İnsanlar gibi kentler de ayrıntıda birbirlerine benzemiyorlar aslında... Hem benzemek istemiyorlar belki, hem de benzemeleri zaten gerekmiyor. Yine de genellemeler yapmak mümkün... Tıpkı, tek tek birbirlerine hiç mi hiç benzemeseler de ‘insanlık’ alt başlığı altında birçok benzerliğe sahip olan ve bu benzerlikleri ulaşım ve iletişim olanaklarının son yıllar içindeki akılalmaz gelişmesi sonucu artık daha kolay sergileyen ve daha kolay algılayan insanlar gibi kentler için de... Çünkü insanlar gibi, insan yapısı kentler açısından olası özgürlükler de ancak belli sınırlar içinde mevcut... Bu sınırlar zorlanabiliyor, sınırlar zaman içinde azar azar genişletilebiliyorlar belki, ama sonsuzluk ölçüsünde aşılamıyorlar.

Üstelik, bana kalırsa, kentin tek kriteri, tek ölçütü Avrupa kentleri değil... Avrupa kentlerinin temel harcında, Avrupa’nın kendine özgü tarihinin doğal bir sonucu olarak, ayrıntılardaki farklılıklardan ziyade geneldeki benzerlik ideası var... Dolayısıyla nizam ve istikrar düşüncesi, kentin bizzat kendisinden değil de, Avrupa kentleri ile dünyanın, Avrupa kentlerini tek ölçü olarak benimseyen tasarımcılarından kaynaklanıyor sanki...

Bu yaşa kadar, bütün kentlerini görebilmek herhalde mümkün olamazdı ama, bütün kıtalarını görmüş olmayı isterdim dünyanın. Ne yazık ki avareliklerim, yalnızca, Türkiye’nin cok büyük bir bölümü, Avrupa, Asya’nın çok küçük bir bölümü ve Amerika’nın kuzeyi ile sınırlı kaldı.
Şimdi, adının yarattığı çağrışımlara karşılık Boğaz’a ve Osmanlı’nın hemen hemen bütün saraylarına hakim bakış açısı ve yeşilliği dışında hala en mütevazı, en sade, en insancıl semtlerden biri olan Sultantepe’de oturup karşımdaki çok merkezli, bir başka deyişle darmadağınık kente baktığımda, İstanbul’un, en azından bu özellik çerçevesinde Avrupa kentleriyle değil ve fakat ancak Kuzey Amerika kentleriyle karşılaştırılabileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Ne ki Kuzey Amerika kentlerindeki dağınıklığın dahi fazla şablonsu olduğunu; bir kent ölçeğinden daha küçük, mahalle boyutunda, semt boyutunda olmakla birlikte hep aynı şablonun tekrarlandığı, fazla muntazam bir dağınıklık olduğunu düşünerek İstanbul’un yine de essiz olduğunu düşünmekten de alamıyorum kendimi. Ve bir yanım bu aşırı dağınıklık dolayısıyla acı çekerken, diğer bir yanım da, bunun fazlasıyla insansı olduğunu fısıldıyor bana...
Tek merkezliliğin ve şablonların temel harcında benzerlikler var ise, çok merkezliliğin ve dağınıklığın temel harcında da benzemezlikler vardır herhalde...

Tek merkezliliğin nihai amacı nizam ve istikrar ise, dağınıklığın nihai sonucu insanın, elindekiyle, kendisi için tasarlanmış olanla yetinmeyip yola devam etme arzusunun doyurulması olabilir mi?..

Bazen kendi kendime soruyorum: Dünyanın her yanında nizamın ve istikrarın kavi olması için en çok uğraşılan yerler, hapishaneler değil mi?.. Ve insanoğlunun en mutsuz olduğu yerler de, keza, hapishaneler değil mi?..

Nizamın ve istikrarın egemen olduğu mekanları bu yüzden mi sevmez oldum ben acaba? Bu yüzden mi vazgeçtim imar edilmiş ıssız ada hülyalarından çocukluğumun?..


OLMAZSA OLMAZ GİBİ GÖRÜNEN BİRKAÇ NOT:

*Peter Singer, Felsefe Profesörü ve Melburn’daki Monaş Üniversitesi, İnsan Biyoetiği Merkezi’nin başkan yardımcısıdır. Uluslararası Biyoetik Derneği’nin kurucu üyelerindendir.
Peter Singer’in en tanınmış eseri, Animal Liberation (Hayvan Özgürlüğü) adını taşımaktadır. Diğer kitapları arasında, Democracy, Disobedience, Practical Ethics (Demokrasi, İtaatsizlik, Uygulamasal Etik) ve Kadim Ustalar dizisinden Marx da vardır. Ayrıca, Rethinking Life and Death (Yaşamı ve Ölümü Yeniden Düşünme) da, 1994’ün en iyi kurgudışı kitabı olarak Avusturalya Ulusal Kitap Konseyi’nin Banjo ödülünü almıştır. Kendisi, Britanika Ansiklopedisi’nin son baskısındaki geniş etik maddesinin yazarı ve Bioethics (Biyoetik) adlı gazetenin, Helga Kuhse’yle birlikte ortak editörüdür. Bob Bravn ile birlikte kaleme aldığı son kitabı The Greens (Yeşiller), 1996 yılında basılmıştır.

* İnsanın ve insan toplulukları ile toplumların ve genel olarak insanlığın özelliklerine ilişkin bir model olarak iki zıt uçlu çan eğrileri konusunda daha ayrıntılı açıklamalar için bkz. “Evrende Geleceğe İlişkin Belirsizliğin İnsanoğlu İçin Yarattığı Olasılıklar ya da Kader ile Kadere Karşı Çıkan İrade,” Yaz. Bahar Öcal Düzgören, Cogito, 11.sayı ile “Oblomov-Ştoltz Aralığı’nda Oynanan Oyun,” Yaz. Bahar Öcal Düzgören, Cogito, 12.sayı.

*1911-1980 yılları arasında yaşamış olan Herbert Marshall McLuhan, yüzyılımızın en çok tartışılan ve en çok eleştirilen düşünürlerinden biri... Ne var ki bu eleştirilerin hiçbiri, McLuhan’ın, daha 1967 yılında, yani daha henüz İnternet’in öncüsü olan ARPANET bile ortada yokken; daha henüz bilgisayarlar dev boyutlarda iken ve PC’ler ve dizüstü bilgisayarları gibi cep telefonları, hele hele uydu telefonları da hayal dahi edilemezken; daha henüz uydular, kablolu yayınlar bütün dünyayı, bütün dünyadaki ev içlerine taşımamışken, yerküresel bir köyü hayal edebilmiş olduğunu gerçeğini de asla değiştirmiyor. Ülkemizde genellikle yalnızca ‘mesaj medyumdur/ortamdır’ sloganıyla yüzeysel olarak tanınan ve hemen hemen hiç tartışılmamış olan McLuhan’ın yerküresel köy kavramını, özetleyerek aktarmak olanaksız... Sözkonusu kavramın temelini, sarmallar yaparak gelişen kendine özgü sağ yarıküresel üslubuyla anlattığı, insan beyninin en insan yanı olan korteksin sol ve sağ yarımküresi arasındaki ilişki ile başlayıp da teknoloji ürünü olan bütün araçların gerçekte insan bedeninin uzantıları olduğu ve bu araçlar da dahil olmak üzere insan eliyle yaratılmış bütün yapıların yani artifaktların hep aynı süreçlerden geçerek bir anlamda bir evrim sürecinden geçtiği ya da uydu, televizyon, telefon, bilgisayar gibisinden elektronik buluşların, alfabenin benimsenmesiyle geride kalan kabile düzeninin bir benzeri olmakla birlikte yine de farklı yeni bir kabile düzenine yolaçmakta olduğu gibi bir fikir oluşturmakta...

No comments: