Wednesday 22 November 2006

Hiç Kimse Yok Hor Görecek İnsanı, İnsanın İnsanı Hor Gördüğü Kadarn

Sultantepe Yazıları V

Bahar Öcal Düzgören
25.10.2000/İstanbul

Kısa bir süre önce taktırmış olduğum vişne çürüğü ile siyah, iki renkli, kabartmalı çelik kapıyı, şıngırtılı anahtarlarının ikisini de yuvalarında acemi acemi defalarca döndürerek açtığımda, 1999 yılının ilk günü sona ermemiş; saat gecenin 11’ini geçmemiş henüz. En yakındaki ışık düğmesine dokunduğum an ile evin içindeki muazzam darmadağınıklığın ya da daha doğru bir ifadeyle alt üst oluşun gerekçesini kavradığım an arasındaki süre, herhalde birkaç on saniye ile ifade edilebilecek kadar birşey: Bu eve hırsız girmiş!..
Hırsız!..
Sultantepe’de, galiba otuz küsur yıl önce, öylece, mimar kullanmayan bir taze müteahhit tarafından özensizce inşa edilmiş, çelimsiz, bakımsız, gösterişsiz bir apartmanın bahçe katındaki üç küçük daireden hem de ortada olanına, yılbaşının hemen ertesi günü ve gece yarısını henüz devirmemiş iken, yani insanlar henüz uyanık iken hırsız girer mi hiç?..
Giriyor...
Bir eve hırsız girdiği zaman da, pek çok kişi, doğal olarak, o evin sahibine üzüntülerini ifade ediyor. Ne var ki bu ifadelerin çoğunda, ya açıkça ya da zımnen “Ben demiştim!..” mealinde bir beyanat oluyor. İçinde iki örtük suçlama barındıran bir beyanat ki bu suçlamalardan biri özel olarak ev sahibini hedefleyip hırsız evine girebildiğine göre alması gereken önlemleri almamış olan bu kişinin aptallığına; diğeri de genel olarak insanlığı hedefleyip insanın temelde kötü olduğuna işaret ediyor...
Ev sahibinin, hani Nasreddin Hoca’ya “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diye sordurtan aptallığı...
Çağımızda, besbelli ki bu aptallığın birinci göstergesi, yaşıtlarının görkemli apartman dairelerini bile terkederek yüksek duvarlarla çevrili, özel bekçili, yani aşırı güvenli ve en az birkaç yüz metrekarelik, Osmanlı konakları mukallidi, toplu amma ve lakin fevkalade lüks müstakil konutlara yerleştiği bir dönemde, Levent’i, Maçka’yı, Selamiçeşme’yi filan dahi arkada bırakıp Sultantepe’ye taşınması!.. İkinci göstergesi, bunu yaparken hiç değilse bir çatı katı edinmek yerine toprakla yakınlığa tav olup bahçe katını yeğlemesi!.. Üçüncü göstergesi, kırmızı damlı çatılar, erguvanlar, çamlar ve akasyalar üstünden boydan boya Boğaz manzarasını kesmemek için pencereleri olabildiğince genişletip, hatta evin ön yüzünü boydan boya pencere yapıp bu pencereleri bütün bütüne korumasız bırakması!.. Dördüncü göstergesi, Nasreddin Hoca’nın türbesine benzeyen bir apartman dairesinin sokak tarafında olan girişine kalkıp çelik kapı koyması!.. Vesaire...
Çelik kapılar, sıkı sıkıya kapalı pencere kanatları, pencerelerin önündeki kalın demirler, pancurlar, alarm sistemleri, bekçiler ya da moda deyişiyle özel güvenlik görevlileri, korumalar, köpekler... İnsanoğlu kendisini insandan, insanlıktan, kötülükten korumaya çalışıyor. İnsanoğlu kendisini kendi kendisinden korumaya çalışıyor. Ve insanoğlu bunu en çok, kendi kendisinin belki de en önemli ürünü; en şaşaalı, karmaşık, gizemli, hatta büyüleyici artifaktı olan kentlerde yapıyor. Belli mekanlarda, belli gerekçelerle yığınlaşarak oluşturduğu, içinde hep bireylerden ve gruplardan ibaret yığınlar halinde yaşadığı ve giderek daha da büyütüp geliştirdiği ve giderek daha da girift hale getirdiği ve giderek her birine kendine özgü bir kişilik de kazandırdığı, ama giderek neredeyse kendi kendisi ile birkaç kişiden başka kimseyi tanımaz hale geldiği ve içinde yaşamayı sürdürdüğü halde giderek yabancılaştığı ve çoğunlukla hiç istisnasız kıyasıya eleştirdiği kentlerde... Üstelik bunu yapmayanı da aptal addediyor.
Ne tuhaf!..
Gerçekten de kötülük mü insanoğlunun; hatta durumu daha da tuhaf kılacak biçimde her bir bireyin, kendisine özgü kürenin dışında kaldıklarına hükmettiği ‘ötekiler’in esas doğası?.. “Ben iyiyim!.. Benim yakınlarım, çocuklarım, dostlarım, ahbaplarım da iyidir!.. Ama, bunun dışındaki herkes kötü!..” Bu, mümkün mü?.. Her şahsın kendini içinde rahat hissettiği; inançlar, alışkanlıklar, doğum yeri, vesaire itibariyle kendi benzerlerinin bir kısmını kapsayan küçük küre dışında kalan herkesten kuşkulanılabilir mi? Ya da acaba o küreler de birer yanılsama mı? Yoksa, bütün küreler bir yana, genel olarak gerçekten ölümcül günahlara mı teşne insanoğlu? Şehvet, öfke, kıskançlık, tamahkarlık, tembellik, kibir, korkaklık ve belki bir de mesela, acımasızlık ile arsızlık mı yoğuruyor insanın hamurunu gerçekten? Özellikle de bugünkü insanın?.. Kent insanının?.. Kentlinin hamurunu?.. Bütün insanlık tarihi, saf olandan, arı olandan kirli olana, bozulmuş ve bozulmakta olana doğru bir sürüklenişten mi ibaret; doğanın içinde, yabanda yaşayan ilksel insanın el değmemiş saflığından kent insanının çürümeye dönmüş kirliliğine doğru bir sürüklenişten? Böyle böyle kendi sonuna, kendi çöküşüne, kendi felaketine mi koşuyor insanlık, kentlerde? Kendi kıyametini mi hazırlıyor, sınırları, herkesin kendi anlayışına göre ‘kurtarılmış’ olan semtlerde dolanan kendi bireysel kürelerinin içindeki kendi kendisine rağmen?
Günahlar...
Bir tek insana mı özgü bu günahlar?.. İnsanla birlikte mi çıkmışlar ortaya?.. Özellikle kent insanına?.. Doğanın geri kalanı ya da insanı doğadan dışlayan moda değişle ‘doğa’ tamamen saf mı? Tamamen günahsız mı?.. İnsandan önce hiç mi kirlenmemiş topraklar, hava, su?.. İnsandan önce hiç tükenmemiş mi doğal türler? İnsandan önce hiç mi değişmemiş dünya, güneş sistemi, Samanyolu galaksisi, evren?
Bir başka açıdan da bakmak mümkün meseleye:
İnsandan önce bunları; kirlenmeleri, türlerin yokoluşunu dert edinen; doğanın işleyişini, evrimi, evreni, evrenden ötesini merak eden çıkmış mı hiç? Çıkmış mı, bir yandan günahlarının listesini yapmaya sıvanan ve günahla sevap arasında dengede kalmak için paralanan, bir yandan da evrendeki düzeni ve düzensizlikleri; kozmosu ve kaosu hem de kendi canını acıta acıta anlamaya çalışan bir varlık ortaya insandan önce?
Bütün kirlenmelerin biricik sorumlusu addedilen günahkar kent insanından önce çıkmış mı böyle birileri ortaya?..
Hayır!.. Kim ne düşünüyor olursa olsun, ben, insanın safi günah olduğuna ve giderek çürüdüğüne ve kendisiyle birlikte dünyayı da felaketlerin eşiğine sürüklediğine inanmıyorum.
İstanbul dahil bütün kentlere eleştirel de yaklaşıyor olmama rağmen inanmıyorum. İnsanoğlunun mayasında, bütün insansı özelliklerin, günahtan sevaba ikili birer ucu bulunan çeşit çeşit yelpazeler oluşturmakta olduğunu varsaymama rağmen inanmıyorum. İnsanlığın, yürümekte olduğu yolun henüz başında olduğunu ve sözkonusu yürüyüşün, toplu halde ve artarda yapılabilecek vahim hatalar sonucu pekala bir felaketle de sona erebileceğini dikkate alıyor olduğum halde inanmıyorum. Maalesef evine hırsız giren aptal evsahiplerinden biri olmakla beraber, hiç mi hiç inanmıyorum!..
Hırsızla ilgili olarak basit bir hesap yapıyorum: Ben, bu evde yaklaşık 7 yıldan beri oturmaktayım. 7 yıl, yani yaklaşık 2 bin 5 yüz 55 gün ve gece... Bu kadar gün ve geceden yalnızca bir tanesinde bir hırsız girdi bu eve... İşte hepsi bu!.. Geri kalan 2 bin 5 yüz ellidört gün ve gece boyunca ben evimde, belki de o müstahkem evlerde kimsenin olmadığı kadar güvendeydim; rahat rahat yattım uyudum ve hala da öyle yapıyorum. Ev aynı ev, evsahibi aynı evsahibi ve hırsızlar da hakeza!.. Binlerce geceden yalnızca bir tek gece!.. Ve milyonlarca insan arasından hırsız olmayı göze alacak kadar yoldan çıkmış tek bir delikanlı!.. Oranlar böyle iken, benim kendi kendimi, kendi evimde hırsız korkusuyla demir parmaklıklar ardına hapsetmeme gerek var mı? Dahası bu kadar bir kötülük yeter mi kentlerde yozlaşmanın ağır bastığını iddia etmeye?.. Ya da bütün insanlığı, ruhunda kötülüğün ağır basmasıyla damgalamak mümkün mü bu oranlardan yola çıkarak?..
Hayır!.. Bence demir parmaklıklara gerek yok... Hayır!.. Bence bu ve benzeri olaylar, kentlerde yozlaşmanın ağır bastığını iddia etmeye de, kabullenmeye de yetmez. Ve bence, tarihinin başından bu yana kentlere koşan ve son yıllarda koşusunu daha da bir hızlandırmış görünen insanlığı kötülükle damgalamak da mümkün değil; en azından şimdilik.
Demir parmaklıkları araya sokmaksızın evimde oturup gündüz vızır vızır geçen gemilerle, boy boy, çeşit çeşit teknelerle; gece ise kent ışıklarıyla ya da havai fişeklerle şenlenen muhteşem Boğaz manzarasına bakarken şunu da düşünüyorum: Bizatihi insan gibi insanın düşüncesi ve dolayısıyla artifaktlar da, iyisiyle kötüsüyle sonuç olarak doğanın ürünleri sayılmazlar mı? Daha doğrudan bir anlatımla, eğer insan da arı gibi doğanın bir ürünüyse, insanın ürettiği de, tıpkı arının ürettiği gibi doğal sayılmaz mı? O halde arı, arının kovanı ve bal doğanın bizzat kendisi sayılırken, neden insan, özellikle de kent insanı, kent ve kentsel üretim, doğanın antiteziymiş gibi algılanıyor? Neden entelekt, kendisini vareden döl yatağına, kendisini doğuran anaya, yani kente böyle kolayca ihanet ediyor? Kent olmasaydı eğer, zaman içinde belli mekanlardaki o yığışma olmasaydı, entelekt varolabilir miydi?..
Belli mekanlar...
Hemen her kentin kurulduğu mekan, insanlık tarihinin bir dönemecini hikaye ediyor olmalı... Kahire, Kyoto, Sana, Delhi, Bangkok, Babil, Beijin, Şanghay, Atina, İstanbul, Roma, Tahran, Tiahuanaco, Mekke, Moskova, Paris, Londra, Lizbon, Buenos Aries, Brazil, Meksiko, New York, Şikago, San Francisco... Bir ucu binlerce, en azından yüzlerce yıllık karanlıklara, efsanelere gömülü bu hikayelerin hepsi hakkında fikir yürütmek bana hiç de kolay gelmiyor. Mesela Balıkesir’in, Susurluk tarafına değil de neden tam şimdi bulunduğu yere kurulmuş olduğunu bugüne kadar katiyen anlayabilmiş değilim. Mesela Siirt’in neden daha kuytu bir yere değil de öylece açıklığa kuruluvermiş olduğunu da tam manasıyla kavrayabilmiş değilim. Hatta İstanbul-Ankara yolunun üstünde yanyana dizilmiş, gelip geçen kamyonların patlak lastiklerini yamayan, göçmüş kaportalarını çekiçleyen ya da sönmüş farlarının sigortasını yerine oturtan yetenekli insanları barındıran birkaç barakadan ibaret bir yerleşimin, şu geçtiğimiz birkaç yıl içinde nasıl olup da Yeniçağa adını taşıyan bir kentsel oluşuma, bir küçümen kasabacığa dönüştüğünü bile kesin olarak kestirebiliyor değilim. Ama yolların yollara kavuştuğu noktalara hakim tepelere, gemiler için güvenilir sığınaklar oluşturan güvenli koylara, suyun bol olduğu haliç ağızlarına, ulaşımın kolay olduğu boğazlara, saldırıya çok açık bir ovanın ortasındaki ormanlık ve sulak tepenin eteklerine ve buna benzer yerlere kurulmuş kentler hakkında iyi-kötü birşeyler uydurabiliyorum. Şahsen, en çok, su kıyılarına kurulmuş kentleri tercih ediyorum. Doğrusu bu ya, en çok, su kıyılarına kurulmuş ve tepeleri sayesinde kendimi göğün mavisine de yakın hissedebildiğim kentlerde mutlu ve nispeten huzurlu oluyorum. En güzel öyküleri de bu kentler için döktürüyorum. Öte yandan öyle sanıyorum ki, sözkonusu kentlerin kurucuları açısından, bireysel bir mutluluk ve huzur ihtiyacı değil, özellikle de denizlerin, haliçlerin, boğazların ya da akarsuların elverişli kıyılarına toplu halde yerleşmenin ya da üçer-beşer gelip yığılmanın gerekçesi... Belli ki daha maddesel şeyler...
Çevrebilimciler, kentleri ve kentlileri bugünlerde en çok suyun ölümüne yol açmakla suçluyorlar ki işin aslına bakılırsa çevrebilimciler de kentlerde varlık buldukları için, bir anlamda onların da ifşa ettikleri suçun ortağı sayılmaları gerekiyor.
Suyun ölümü...
Taammüden cinayet mi?.. Zannetmiyorum. Madde üstünde yapılanan kentin, her tür maddenin belki de en değerlisi, canı olan suyu öldürmesi demek, kendi kendini öldürmesi demek değil mi?.. Cinayet görüntüsü altında intihar!.. Olamaz!.. Mantıklı değil!.. En azından taammüden olamaz!.. Anlaşılan o ki kent, istese de istemese de çok fazla su kullanıyor. Suyu alıyor, bina bina dağıtıyor, kirletiyor ve temiz olarak aldığı yere kirli olarak iade ediyor. Yani, yapısı, kurulduğu mekanın kurulduğu andaki doğasından farklı olan kentte, suyun kendini temizleme hızı, kentin ya da kentlinin suyu kirletme hızına yetişemiyor. Suç belli: hem mekanın yapısının, yani doğanın su kaynaklarını azaltacak, suyu eskisi gibi tekrar tekrar üretemeyecek biçimde değiştirilmesi ve hem de aşırı kullanma ile suyun, kendini temizleyemeyeceği bir hızla kirletilmesi!.. Suçlu da belli: Kent!.. Ama kentin, ortak olsalar dahi yalnızca suçu ifşa etmekle kalmayıp aynı zamanda soruna parlak çözümler bulmaları kuvvetle muhtemel çevrebilimcileri de üretmiş olduğu, çevrecilerin haydi haydi de, aynı çevrebilimcilerin dikkatli gözlerinden bile kaçıyor.
Bazen, insanoğlunun kusursuzluğa çok fazla arzulu olduğunu düşünüyorum. Bütün bilinçleriyle birden, çok da iyi tanımlayamadığı bir kusursuzluğu hedeflediğini ve hedeflediği ama tanımlayamadığı böyle bir kusursuzluğa, bir gelişme çevriminin bütün merhalelerini atlayarak çabucak ulaşmak istediğini... Ve bunu başaramadığını kavradığında dönüp kabahati kendi kendisinde aradığını ve kendi kendisini suçladığını düşünüyorum. Tek tek bireylerin, şahıs olarak kendi kendilerini bu suçlamanın dışında tutmayı başarabilseler bile, kendilerinin de ayrılmaz bir parçası oldukları insanlığı ve kentler başta insanın bütün artifaktlarını suçlamakta, horlamakta, küçümsemekte çok aceleci davrandıklarını...
Kusursuzluk...
Hangi insan için böyle bir iddiada bulunulabilir ya da hangi kent için?.. Dünyanın en güzel kadınının ya da en yakışıklı erkeğinin, dünya güneş etrafındaki turlarını öylece sürdürürken, göz açıp kapayana kadar bir acuze haline gelebildiği; dünyanın en zeki, en kavrayışlı, en cesur insanının, Samanyolu henüz kendi yolunda belirgin bir devinim yapmamışken, kendi adını dahi hatırlayamayan, yardım almaksızın kolunu kıpırdatamayan bir harabeye dönüşebildiği; dünyanın en yetenekli sanatçısının, evren henüz onun varlığının farkına bile varmamışken, gözünün görmez, sesinin çıkmaz, elinin tutmaz olabildiği bir ortamda tek tek hangi insan için kusursuzluk iddiasında bulunulabilir?
Ah elbette!.. İnsanlık gibi, gerek zaman ve gerekse mekan içinde tek tek insanlardan oluşan farklı farklı insan topluluklarının ortak artifaktı olan kentler de, insanlardan daha uzun ömürlü!.. Ama anlaşılan o ki, ne insanlığın tamamına oranla daha kısa olan kentlerin bugüne kadarki yaşamışlıkları ne de bizzat insanlığın yaşı dahi yeterli değil hedeflenen ama bütün boyutlarıyla tanımlanamayan o kusursuzluğa erişmek için...
Kusursuzluğu tanımlamak mümkün mü?..
Evrensel anlamda kusursuzluğun herhalde kendi kendini ifşa eden bir yapısı vardır ve birgün bu yapıyı kavramak da insan açısından mümkün hale gelebilir... Ancak bugünün insanı hala, idea düzeyinde kusursuzluğu tanımlamaya çalışırken, tamamen tersine bir çıkarsama yapmakla yetiniyor; yani, ancak kusurları saptayıp kusurluyu eleştirebiliyor. Dolayısıyla insan ideası düzeyindeki en gelişmiş kusursuzluk kavramı dahi, yalnızca eleştirilerin bir bütün olarak algılanmaya çalışılması suretiyle nesnelleştirilebiliyor.
Böyle baktığımda, insanın bugünkü idea düzeyindeki kusursuz kentini şöyle tasvir edebiliyorum: Geçmişinin yokeldilmesi sorun yarattığından belli bir andaki hali o andan itibaren olduğu gibi muhafaza edilecek. O anın hangi an olacağına kimin karar vereceği belirsiz... Herhalde buna karar verecek bir merci oluşturulacak!.. Soğurabileceğinden fazla insan sorun yaratttığından, nüfusu, yine belli bir andan itibaren sabit... Nüfusun sabit olabilmesi için nüfus kontrolu yapılacak ve kente girişler gibi çıkışlar da sıkı denetim altında olacak!.. Yani, bir denetim mekanizması olacak!.. Yayılması sorun yarattığından yüzölçümü sabit... Yüzölçümünün sabit tutabilmesi için ister bina olsun ister yol yeni inşaatlara izin verilmeyecek. Bir başka denetim mekanizması!.. Aşırı üretim sorun yarattığından üretim hacmi sabit... Dolayısıyla yeniliklere, yeni buluşlara kapalı olacak. Bu durumda bir de yeniliklerle ya da buluşlarla savaşma komitesi ve polisi gerekecek!.. Tüketim hacmi sabit... Dolayısıyla içinde bir de, kimin ne kadar tüketeceğine karar verecek ve bunu denetleyecek merci de barındıracak!.. Vesaire...
Bu, bir kent değil... Bu, olsa olsa bir açıkhava hapisanesi olarak tanımlanabilecek ve benim ıslah edilmiş ıssız adalarımdan bile ürkütücü bir mekan....
Ben, böyle bir kentte yaşayamayacağımdan adım gibi eminim. Yalnızca benim değil, kenti acımasızca eleştirenlerin, insanlığı hor görenlerin dahi böyle bir mekanı kent olarak adlandırmakta zorluk çekeceklerine, böyle bir mekanda acı çekeceklerine inanıyorum. Dahası, eleştirilerden yola çıkılarak vardığım bu sonucun, kusursuz kenti tanımlayamadığını da görüyorum.
İnsanoğlu bugüne kadar kusursuz hiçbir şey koyamadı mı ortaya? Koydu. Japonlar’ın No ve Kabuki adını verdikleri tiyatroları veya çay törenleri mesela... Ya da Shaekespeare’in oyunları, Beethoven’in senfonileri, Rembrandt’ın tabloları...Ya da İznik çinisi, Çin porseleni, Bohemya kristali... Hatta Hünkarbeğendi adını verdiğimiz yemek ile Ruslar’a özgü Tavuk Kievski ve Fransız mutfağına özgü ünlü Filet Mignon...
İznik çinisi...
Dünyanın en güzel çinileri olan İznik çinileri artık ölü...
Çiniciliğin en uç noktası olan İznik çinilerine kusur bulmak, bu çinilerin ötesine geçmek mümkün değil...
Yalnızca taklit edilebiliyorlar ve taklitler hiçbir zaman asıllar kadar başarılı olmuyor. İnsanoğlunun şu andaki yegane gayreti, taklitleri asıllar ölçüsünde başarılı hale getirmekten ibaret bu konuda. Birkaç kişi tarafından tekrar tekrar tekrar denemeler yapılıyor... Birkaç yüzyıl, pek pek birkaç bin yıl sonra muhtemelen bu tür denemeleri yapacak gönüllüler de kalmayacak ortada... Varolan ve çoğu korunma altına alınmış olan İznik çinileri birer birer tükeninceye kadar yaşayacaklar ama, sıkı sıkıya korundukları vitrinlerde, ancak tabutlarındaki ölüler ya da belki mumyalar kadar canlı olacaklar... Sonra yokolacaklar. Sonsuza kadar... Tıpkı diğer kusursuz artifaktlar gibi...
Kusursuzluğun kusuru da bu işte... Kusursuzluk, durağanlık ve mutlak son anlamına da geliyor.
Kişisel inancım, bir yanım diğer hemcinslerim gibi kaçınılmaz olarak durağan bir oluşumu arzuluyor olsa dahi doğanın değişken olduğu ve değişimin, zıt uçlar arasındaki oluşan gerilimlerin yarattığı çatışmalar sayesinde gerçekleştiği; dahası kendi değişim çevriminde ara vermeksizin yolalıp duran doğanın, gerek dünya yüzünde gerekse evrenin tamamında ne kadar çoğalmış ve kentlileşmiş olursa olsun herhangi bir türe kolay kolay papuç bırakmayacağı doğrultusunda... Ayrıca insanın kusursuzluğu arzuluyor olmasını ve kusurları saptayıp bu konuda fikirler üretmesini ve bu fikirlerin yarattığı gerilimlerle yeni aşamalara geçilmesini doğal bir oluşum saymakla birlikte, bunu yaparken, evrensel ve şimdiki haliyle düzenli doğal değişimin, bilinen deyimiyle evrimin yeryüzündeki son halkası olan insanoğlunu, yani kendi kendisini hor görmesinin de hem saçmalık hem de doğaya saygısızlık olduğunu düşünüyorum.
Hırsıza gelince...
Özel hayatımın dokunulmazlığına yaptığı saldırıdan ötürü onu affetmiş değilim. Ne var ki, onca riski göze alarak girdiği bu evde bulabildiği yalnızca binlerce kitap ve onun açısından hiçbir değeri olmayan bir takım ıvır-zıvır olduğu ve alıp götürdüğü birkaç parça eşya, benim açımdan çok değerli olduğu halde ona muhtemelen hiçbir kazanç sağlamamış olduğu için cezasını yeterince çekmiş olduğunu varsayıyorum. Kendimi ise, pencerelerime demir taktırmadığım için değil ve fakat genel eğilime uyup sokak tarafındaki girişe çelik kapı taktırtmış olduğum için fena halde eleştirmekle yetiniyorum. Bu gösterişsiz apartmanda herkesin gözüne batan bir çelik kapı yerine, pencerelerime, sonradan akıl ettiğim ve yaptırttığım gibi gösterişsiz birkaç sürgü taktırmış olsaydım eğer, hem hırsızı bir hırsızlık daha yapmaktan alıkoyabilir hem de kendimce değerli saydığım ve yerine koyamayacağım, anı değeri yüksek olan o güzelim ıvır-zıvırı gereğince ve yeterince muhafaza altına almış olurdum.

No comments: