Wednesday 22 November 2006

Romanlardaki Kentler

Bahar Öcal
İst/2000

Yazarken, doğduğum ve/veya yaşadığım, hatta yalnızca geçerken uğradığım bir veya birkaç kenti öykülerimde, denemelerimde, makalelerimde, şiirlerimde, vb tekrar, hatta tekrar tekrar ürettiğimi farkediyorum. Tuhaf ve karşılıklı bir etki bu... Birbirinin etrafında sarmallanarak çoğalan ve dal budak salan bir karşılıklı etki; daha doğru bir anlatımla bir etkileşim... Zira, mesela entellektüeller gibi, mesela düşünürler gibi, mesela bilim insanları gibi, mesela gazeteciler, meslek sahipleri ya da politikacılar gibi ve mesela diğer sanatçılar gibi yazarları da kentler üretiyorlar. Kırlar değil... Yaban değil.... Vahşi doğa değil.... Yalnızca ve yalnızca kentler... Öte yandan insanlığın, sayesinde doğaya meydan okuduğu kentleri de, içgüdüleri, duyguları, yeterli-yetersiz bilgiler üstünde yapılandırdığı düşünceleri ile bütün bu farklı kavrayışların bir bireşimi olarak kendini açığa vuran sezgilerinden yararlanarak insanoğlunun nüvelendirdiği, belli bir nizam ve intizam içinde olmasa, olamasa dahi yapılandırdığı ve geliştirdiği çok açık... Kent, doğaya ve kadere meydan okuma potansiyeline sahip bir bilinci ve iradesi olan insan eliyle oluşturulmuş ve bilincini kullanarak yaşamaya eğilimli insanlar üreten bir yapı; böylesi bir artifakt...
Ne var ki insan bilinci henüz, değil kent ölçeğinde, daha küçük ölçekli ürünlerinde dahi kusursuz, hiç değilse kusursuza yakın sonuçlar elde edemiyor. Bunun belki de bir gerekçesi, bilinç denen oluşumun, kısa bir süre öncesine kadar inanıldığı gibi tek boyutlu ve tek katmanlı olmaması... Temelinde hem içgüdü hem duygu hem bilgi ve düşünce ve hem de sezgi var insan bilincinin... Eşsiz olan beyin yapısından kaynaklanan ve bu yüzden de yalnızca insan türüne özgü bir çeşitlemeyi barındıran farklı farklı kavrayışların birleşik bir yansıması bilinç...
Çok muhtemeldir ki, bir yazarın bir eserinde tekrar ürettiği bir kentin, kent görünürde aynı kent olsa bile bir başka yazarın bir eserinde tekrar ürettiği kentten bütün bütüne farklı olmasının bir gerekçesi de bu... Hatta aynı yazarın bir başka eserinde tekrar ürettiği kentten bile farklı olmasının... Bu farklılığın bir sakıncası var mı? Bence yok... Hatta tam tersine: Yazarlar bu farklılıkları oluşturamasaydılar eğer, yeni kitapların yazılmasına da gerek kalmayabilirdi, okunmasına da... Farklılıklar var ve çeşit çeşit yazılı eserin zeminini oluşturan bütün kentler, insanoğlunun ortak hafızasına, yalnızca içinde yaşayanların derinlemesine veya içinden gelip geçenlerin anlık izlenimleriyle değil, Sartre’ın ya da Vian’ın, Dickens’in ya da Murdoch’un, Auster’in ya da Janowitz’in, Tolstoy’un ya da Gorki’nin, Kawabata’nın ya da Mishima’nın, Eco’nun ya da Calvino’nun, Coelho’nun, vesaire tanımlarıyla da nakşoluyorlar. Buysa, bana sorulursa, yalnızca kentleri değil ve fakat insanlığın ortak hafızasını da zenginleştiriyor.
Bahar Öcal Düzgören

Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında Karanlık Bir Boğaziçi Tasviri

“Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç.”
Orhan Pamuk, Kara Kitap, Can Yay., 1990, İstanbul. 2. basım, s. 426.

Orhan Pamuk, “Çünkü bir başkasının belleğini ağır ağır edinmekten başka neydi ki okumak?” diye soruyor Kara Kitap’ın bir yerinde... Benim sorumsa şu: Yalnızca okunan mı değiştirir okuyanı; yoksa okuyanın da okuduğunu değiştirdiğini söylemek mümkün mü? Belki... Belki bu yüzdendir ki, hem bir okur hem de bir yazar olarak benim zihnim, Kara Kitap’taki İstanbul’u, kendileri olmayı becerememiş, ne var ki bunun için çırpınıp duran ve anlamı insan yüzlerinde, anlamı suretlerle, anlamı insan edimlerinde arayan, ararken değişen ve değiştiren ve bir yandan da bu değişimin izini süren insanların kendi zihinlerinde tekrar oluşturdukları ve gerek sözkonusu kişilerin kendilerini kendileri kılmaktaki aczleri gerekse kendi oluşumundaki zaaf sonucu tıpkı barındırdığı, konuk ettiği insanlar gibi ve en az onlar kadar kendisi olmayı becerememiş bir kent olarak algılıyor... Orhan Pamuk’un genç bir adamın (Galip), biri bir köşe yazarı (Celal) diğeri de eşi (Rüya) olan ve birdenbire ortadan kaybolmuş gibi görünen, ne ki kitabın içinde dahi varolup olmadıkları belirsiz amca çocuklarının, bir düzen içinde değil de tesadüfler peşinde sürüklenerek izini sürdüğü bir gerilim romanı kurgusuyla geliştirdiği Kara Kitap’ın en temel izleği, anlam, anlamın ardındaki anlam, gizli anlam; kendini edimler kadar veya edimlerden ziyade harflerde, tasvirlerde ve suretlerde aşikar eden veya etmeyen, esrarını koruyan anlam ile kuşkusuz, sahte anlam...
Kitabın ‘Esrarlı Resimler’ başlığını taşıyan 14. bölümünde, “Daha sonraki yıllarda, Cadillac’ı ile Boğaz’ın sularında kaybolarak iyice efsaneleşecek olan zamanın en ünlü Beyoğlu haydutu”nun, “1952 yılının başında,” “Beyoğlu’nda kerhaneler sokağından, İngiliz Konsolosluğu’na çıkan dar sokaklarından birinde” açılan batakhanesinin girişindeki geniş hole yaptırdığı İstanbul resimleri, Pamuk’un İstanbul izleğine ilişkin önemli bir ipucu niteliği taşıyor:

“... Batılı kübik ressamları taklit edip köylü kızlarımızı baklava şekline sokan akademili ressamlar yalnızca bankalardan sipariş kabul ettikleri için haydutumuzu geri çevirince, o da taşra konaklarının tavanlarını, yazlık sinemaların duvarlarını, panayırda yılan yutanların çadırlarını ve at arabalarıyla kamyonları şenlendiren ressamlara, tabelacılara, boyacılara haber salmıştı. Aylar sonra ortaya çıkan iki zenaatkarın ikisi de gerçek sanatçılar gibi, birbirlerinden daha iyi olduklarını iddia edince, haydutumuz bankalardan aldığı bir ilhamla ortaya yüklüce bir para koyarak iki iddiacı ressam arasında ‘En Güzel İstanbul Resim yarışması’nı açmış, sarayın girişindeki karşılıklı iki duvarı hırslı zenaatkarlara vermişti.
“Birbirlerini kuşkuyla karşılayan ressamlar, daha ilk günden duvarların arasına kalın bir perde gerdirmişlerdi. ... Yüzseksen gün sonra... Patron, çuval bezinden perdeyi çekince, konuklar bir duvarda ‘şahane’ bir İstanbul resmi, öteki duvarda o resmi, gümüş şamdanların ışığında olduğundan daha da parlak, daha da güzel, daha da çekici gösteren bir ayna gördüler.
“... Müşterilerin çoğu duvarlardaki inanılmaz görüntülerle öyle bir büyüleniyorlardu ki, her iki eserden de ayrı ayrı tatlar alarak, bu aldıkları tatların esrarını anlamak için duvarlar arasında aşağı yukarı gidip gelerek eserleri saatlerce seyrediyorlardı da.
“Ama farklar, anlamlar, şaşırtıcı değişiklikler yedi değil, sonsuzdu. Çünkü birinci duvardaki İstanbul resmi, her ne kadar teknik açıdan at arabası ya da panayır resimlerini hatırlatıyorsa da, ruh açısından gölgeli karanlık ve ürpertici gravürleri, konunun ele alınışı bakımından da zengin bir freski çağrıştırıyordu. Bu freskin üzerindeki iri bir kuş, aynada... Ağır ağır kanat çırpıyor; eski ahşap konakların boyasız cepheleri, aynada korkunç yüzlere dönüşüyor, bayram yerleri, atlıkarıncalar aynada kıpırdanıp renkleniyor, bütün o eski tramvaylar, at arabaları, minareler, köprüler, katiller, muhallebiliciler, parklar, kıyı kahveleri, şehir hatları vapurları, yazılar, sandıklar, bambaşka bir alemin işaretleri olup çıkıyorlardı.”

Eserini baştan sona ve tam da, polisiye romanların, “... Yazarın da katilin kim olduğunu bilmediği... Böylece nesneler ve kahramanlar, herşeyin farkında olan yazarın zoruyla ipuçları ve sahte ipuçları kisvesine bürünmeden, hiç olmazsa, polisiye yazarının hayallerini değil, hayatta oldukları şeyleri taklit...” ettikleri gibi yazılmasını isteyen Galip’in bakış açısıyla anlatan Orhan Pamuk’un, anlamlar ve sahte anlamlar arasında bir ileri bir geri mekik dokuyan anlatımı çerçevesinde Kara Kitap’taki İstanbul izleğininin peşinde dolaşmak kolay olmasa bile fevkalade zevkli oluyor... Bu anlatımın verdiği cesaretle ben de çark ediyor ve ‘Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman’ başlığını taşıyan 2. bölümde, yani kitabın hemen başlangıcında yer alan ve burada yer aldığı için kitabı satın almış olan hemen hemen herkes tarafından okunduğu anlaşılan ünlü tasvire dönüyorum... Celal’in, köşe yazısına hiç benzemeyen köşe yazılarından ilkine:

“Boğaz’ın suların çekilmekte olduğunu farkettiniz mi?...
“... Giderek artan bir hızla ilerlediği açıklanan bu gelişmenin yakın gelecekteki sonuçları... Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar ‘Boğaz’ dediğimiz o cennet yer, kara bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan alçakgönülle bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta birlerce geniş borudan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil... Kız Kulesi’nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak.
“Ellerinde ceza fişleri oradan oraya koşan belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden Boğaziçi denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yeni mahalleden sözediyorum: Gecekondulardan, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden, atlı karıncalı lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve Marksist fraksiyon yuvalarında ve kapkapçı plastik atöyleleriyle naylon çorap imalathanelerinden... Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirketi Hayriye’den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrolü tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum.”

Bu tasvirin içine Celal, daha önce sözünü ettiğim haydutun kara Cadillac’ını da yerleştiriyor:

“Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, acemi bir muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu haydutunun ... Caka arabasıydı. ... Akıntı burnundan Cadillac’ıyla birlikte Boğaz’ın karanlık sularına uçmuştu...
“Orada, eskiden ‘boğaz’ denen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme ketleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında eylmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyma kaplı yamaçların geresinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş erion laboratuarının ve kaçak susukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.”

O Beyoğlu haydutu ki, batakhanesinin girişine yaptırdığı iki İstanbul resminden birinde:

“Ressamın tatlı bir şakayla, kör bir dilencinin eline tutuşturduğu bir kara kitap, aynada iki ayrılmış, iki anlamlı, iki hikayeli bir kitaba dönüşüyor, birinci duvara dönüldüğünde kitabın baştan sona tek bir kitap olduğu, esrarının da içinde kaybolduğu...”

anlaşılıyor.
Fazla söze gerek var mı?..


Orhan Pamuk: 1952'de İstanbul'da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap adlı romanlarında anlattığına benzer bir ailede, Nişantaşı'nda büyüyüp yetişti. New York'ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul'da yaşadı. Liseyi Robert Koleji'nde bitirdi, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde üç yıl mimarlık okudu, 1976'da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. 1974'den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1979'da Milliyet Yayınları Roman Yarışması'nı kazandı. 1982'de yayımlanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü de aldı. Aynı yıl ilk baskısı çıkan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü'nü ve bu kitabın Fransızca'da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la dêcouverte europêenne'i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985'de yayımlanan tarihi romanı Beyaz Kale Pamuk'un ününü yurt içinde ve yurt dışında genişletti. New York Times gazetesinin "Doğu'da bir yıldız yükseldi" sözleriyle karşıladığı bu kitap, belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi. Türk edebiyatının üzerinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlarından biri oldu. Ömer Kavur'un yönetmenliğini yaptığı Gizli Yüz filminin senaryosunu da Pamut 1992 yılında kitaplaştırdı. 1994'te yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikaye ettiği Yeni Hayat adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplarından biri oldu. Romanları on dokuz dile çevrilen Orhan Pamuk'un kitapları Kore'den İspanya'ya, Norveç'ten İtalya'ya pek çok ülkede yayımlanmaya devam ediyor.

No comments: